Selam ahali, biraz Türkiye’den bahsetmek, Türkiye ile ilgili
yazmak, Türkiye hakkında konuşmak istiyorum. Zira ülkemiz uluslar arası arenada
her daim üzerinde politik, ekonomik, ezoterik, ilahi ve sosyal operasyonlar
planlanan, yapılan ve yapılmış bir coğrafyada konumlanmaktadır. Bu yazıda ise
toplum üzerine yapılmış bir tipolojiye(toplumu sınıflandırmak) değinmeyi
planlıyorum.
Daniel Lerner ve Lucille Pevsner isimlerini daha önce
duydunuz mu?
Bu herifler Amerikalı ‘’bilim adamı’’ ve yazar olarak tanınıyor.
Esasında pek de tanınmıyorlar, zira internette kendileriyle ilgili yeterli
bilgi yok. Bi’ aratın internette, ne söylemek istediğimi daha iyi
anlayacaksınız.
‘’Bilim adamı’’ dediğime de bakmayın,
laboratuvarda Ortadoğu üzerinde politikalar üretmenin, hayali haritalar
oluşturmanın neresi bilim anasını satayım. Sosyoloji böyle bir şey değil siz
çok yanlış gelmişsiniz.
Daniel Lerner 1950 yılında Ankara Balgat’tan hareketle
Türkiye üzerine bir araştırma başlatıyor. Araştırma Türk tarafından da destek
buluyor ve Türkiye hükümeti ile koordineli bir şekilde ilerliyor. Araştırmanın
ilk etabında Lerner Türkiye’de değil, Tosun B.’den aldığı bilgiler-raporlar
doğrultusunda yürütüyor araştırmasını.
Günümüzde Ankara-Çankaya’nın bir semti olan Balgat 1950
itibariyle bir köy, Tosun B. de buraya köylülerle bir dizi röportaj ve gözlem
yapmaya gidiyor. Ancak muhtar gözlemleri ve temasları esnasında Tosun B.’yi hiç
rahat bırakmıyor, çobanla görüşmek istiyor ‘’sana tahsis ettiğimiz odada görüşme
bu sana saygısızlık olur’’ deyip müdahil oluyor, köylülerle iletişim kurmaya
çalıştığında kendi ailesinden birileriyle görüşmesini tavsiye ediyor falan.
Ayrıca görüşmeler esnasında da mümkün mertebe köylülerle de yalnız bırakmıyor.
Tabi bizim Tosun ayar oluyor bu muhtara raporlarında da belirtiyor bunu.[1] Muhtar
bir asker emeklisi.
Esasında Tosun’un sevmediği bir karakter daha var köyde, o
da bakkal. Zira bu bakkal benim tabirimle ifade etmek gerekirse tam bir
dalyarak. Köyde tarımla uğraşmayan tek kişi olduğu için farklı görüyor kendini,
hiçbir bilgisi olmamasına rağmen Amerikaperest*, Amerikan filmlerinde gördüğü
süper maketlerden kurmak gibi vizyonsuz da bir hayali var ayrıca kravatla falan
dolaşıyormuş ortalıkta[2].
Ancak Lerner ise Tosun B.’nin tam aksi bir kanıya sahip.
Lerner’e göre bakkal ve muhtar modernleşmekte olan Türkiye’nin baş aktörleri!
Zaten Daniel Lerner bu çalışmanın sonunda yazdığı makaleyi de ‘’The Grocer and
The Chief’’ başlığıyla yayınlıyor.[3] Yazının sonunda verdim bu makalenin linkini,
zaten makaleye de pek benzemiyor karakterleri bir roman karakteri gibi
içselleştirerek yazdığı için hikâyeye benzemiş mutlaka okuyun derim.
Gelelim Lerner’in muhtar ve bakkal karakterlerine ayrı bir
önem atfetmesinin ve onlara ‘’modernleşmekte olan Türkiye’nin baş aktörleri’’
yakıştırmasını yapmasının sebebine; Lerner’e göre muhtar Türkiye’nin o an
içinde bulunduğu koşulları temsil ediyor. Bakkal ise farklı, cesur, geniş
görüşlü köyün dogmalarıyla bir başına mücadele eden bir adam(!)[4]
Hadi oradan!
Ya zaten bu güruha göre bu coğrafyada ne kadar içinden
geldiği kültürü-geleneği aşağılayan, bölücü, ayrıştırıcı, ötekini hakir gören
unsur varsa kahramandır, devrimcidir. Neyse şimdilik konunun
akışını daha fazla bölmeyelim daha sonra tekrar değineceğim buraya.
Heh şimdi bu görüşmelerin en önemli kısımlarından birine
geldik. Tosun B. köylülere;
Sizce memleketin en büyük sorunu nedir?
Şayet başbakan olsaydınız bunu nasıl çözerdiniz?
sorularını yöneltiyor.
Ancak köylüler genelde bu soruya ‘’yav yeğenim başvekillik
bizim ne haddimize’’ gibi cevaplar vermiş.
Muhtar ise ‘’ben bu küçücük köyü bile zor yönetiyorum koca
memleketi nasıl yöneteceğim?’’ diye başlayıp köylülere yakın bir çizgide
pozisyon alıyor ancak bu giriş cümlesinin sadece bir ‘’zemin yapma’’ olduğu
muhtarın daha sonraki ifadelerinde ortaya çıkıyor. Zira muhtar bu cümleden
sonra sanki yıllardır bu mesele için kafa patlatmış gecesini gündüzüne katmış
gibi uzun uzadıya tarım kredileri, tohum destekleri ve bazı teşvik planlarından
bahsetmiş.
Gelelim bakkala; bakkal bu soruya cevap verirken dahi yine
köylüleri ezmenin peşindedir. ‘’bu garipler bir kez dahi olsa büyük şehir
yaşamını görebilsin diye geniş geniş yollar yapar bu zavallı deliklerinden
çıkıp dünyayı tanımalarını sağlardım’’ diye küstahça bir cevap vermiştir.
Bu tavır tanıdık geldi mi lan?
Kendini ‘’baba’’ olarak tanıtan siyasetçiler, ardından gelip
de ‘’devletten baba olmaz’’, ‘’eğer devlete baba derseniz şöyle olur, böyle
olur’’ diyerek bu anlayışın yıkmaya çalışan siyasetçiler, ‘’genişçe yollar
yaptık’’ diyerek belediyecilikle ülke yönetmeye çalışan siyasetçiler…
Ve hepsinin CFR’lerden, Bilderberg’lerden gelmiş olması…
Bir ülkenin siyasi iklimini belirlemede ve o iklimi bir
çırpıda değiştirmede bu ve bu tip araştırmaların önemini görün.
Tekrar Balgat’a dönmek gerekirse;
Tosun B.’nin köylülere yönelttiği bir diğer soru ise
‘’Türkiye dışında hangi ülkede yaşamak istersiniz?’’ olmuştur. Tabi bakkal
hemen atlamış ve hepinizin rahatça tahmin edebileceği üzere ‘’Amerika!’’
cevabını vermiştir. Muhtar ve köylüler ise soruyu yanıtsız bırakarak
‘’vatanımdan ayrılacağıma ölürüm’’ demişlerdir.
Lerner’in bakkal karakterine tutulmasının sebeplerinden bir
tanesi de budur esasında. Şimdi bu araştırmayı daha iyi anlayabilmek adına
dönemin konjonktürüne odaklanalım istiyorum.
Yıl 1950 demiştim, Türkiye Marshall yardımı alıyor ve
ABD’nin etki alanında sosyal ve ekonomik bir dönüşüm içerisinde, liberalleşme
sürecinde. Yani Mustafa Kemal’in devletçilik ilkesi terk edilerek liberalizme
doğru yelken açıyoruz. Balgat da bu dönüşümde pilot bir belde ve sembolik bir
öneme sahip. Zira Ankara Türkiye’nin başkenti ve Balgat da tam da bu başkentin
merkezinde. Bugün dahi birçok siyasi partinin genel merkezi Balgat’ta yer
almaktadır.
Şimdi takvimleri ileri alıyoruz; yıl 1954!
Lerner Türkiye’yi ziyaret ediyor. Esasında bu seyahat bir
Ortadoğu seyahati, İran, Suriye, Lübnan, Mısır ve Yunanistan’ı ziyaret ettikten
sonra son durak olarak Balgat’a ulaşıyor.
Balgat 4 yılda inanılmaz değişmiştir. Tosun B’nin 1950’de
köydeki görevinin bitmesinin hemen ardından Dışişleri Bakanlığı bünyesinde
Kuzey Afrika’da görevlendirilmiş olması sebebiyle Lerner’e Tahir S. rehberlik
etmiş. Bu şahıs da aynı araştırmanın İzmir ayağını yürütmüştür. Amerika’lılar
memleketi karış karış gözlemleyip profil çıkarma derdindedir.
Peki, nasıl bu kadar rahat hareket etmişlerdir? Hükümetten
aklıselim biri çıkıp da hayırdır diyememiş midir?
Maalesef, diyememiştir. Bunu tarihten bazı örneklerle
açıklayacağım;
Türkiye 11 Mart 1947’de IMF’ye üye olmuş, 12 Mart 1947’de
ise Truman doktrini kapsamına dahil edilmiştir.[5] O tarihlerde kimse ‘’IMF
nedir?, Bretton Woods nedir?, Dünya Bankası nedir?’’ bilmiyordu maalesef buna
siyasetçilerimiz de dahil. Ancak tüm bunların öncesinde daha da vahim bir
gelişme olmuştur. Türkiye 6 Eylül 1946’da tarihinin ilk devalüasyonunu yapmış,
Mustafa Kemal’in Türk parasını koruma kanunu bertaraf edilerek Türk Lirasının
değeri dolara oranla %117 düşürülmüştür çünkü dolar kredisi alınacaktır.
Devalüasyon’un ne olduğu bilinmediğinden, mevzu zamanın Başbakanı Recep Peker
tarından gizli oturumla milletvekillerine anlatılır. Çoğunluk ‘’biz bu kararın
sorumluluğuna katılmıyoruz’’ der, bunun üzerine Peker; ‘’Sizden bu sorumluluğa
katılmanızı beklemiyoruz, izin de istemiyoruz sadece haber veriyoruz.’’[6] Bu
konuşmanın meali; valla beyim emir büyük yerden.
TBMM’nin cehaleti korkunç boyutlardadır;
IMF’ye üyelikle ilgili yasa tasarısı TBMM Ticaret
Komisyonu’nda görüşülürken, Hazine Genel Müdürü Sait Naci Elgin, konu hakkında
3 saatlik bir konuşma yapar. Konuşmanın içeriği ‘’TUR101 Ekonominin Temel
Kavramları’’ seviyesindedir, işte IMF, devalüasyon gibi kavramları anlatmaya
çalışmaktadır meclistekilere, ülkeyi yönetenlere! Ancak bu üç saatin ardından
milletvekillerinden gelen yanıt; ‘’Siz iyi anlattınız ama biz pek anlayamadık,
yeniden anlatır mısınız?’’[7]
Ben açıkçası bu bilgilere ilk ulaştığımda beynimden
vurulmuşa dönmüştüm. Sizlerin de kaskatı kesilmiş olabileceğinizi tahmin
ediyorum. Gidin bi’ yüzünüze su çarpın lan.
Velhasıl kelam bu ortamda yapılan oylama neticesinde o gün
mecliste bulunan 305 vekilin 305 oyuyla yani oybirliğiyle kabul edilmiştir bu
tasarı.[8] Kimse neye, ne için oy verdiğini dahi anlamamış, yasa hiçbir
gerginlik olmadan ‘’tatlı tatlı’’ geçmiştir meclisimizden.
ABD ilmek ilmek işlemiş ve Türkiye’yi kontrolü altına
almıştır. Bizim millet de Amerika bize yardım edecek, çağdaşlaşacağız deyip
olanları alkışlamıştır. Bakın cahillik kesinlikle saflık, temizlik gibi olumlu
sıfatlarla aklanacak bir şey değildir. Kişinin cahilliğinden sorumlu
tutulamayacağı anlayışı da çok yanlış bir anlayıştır, cahillik en alasından
günahtır ve şartlar her ne olursa olsun hesabı sorulmalıdır, sorulacaktır.
İnsanları cehalete sürükleyenler ve cahil içinde âlim olanlara ise ben bir şey
söylemeyeyim siz en yaratıcı küfürlerinizle selamlayın kendilerini. Yazının
sonunda bir adres gösterdim, Türkiye ile ABD arasında ilk imzalanmış olan
yardım anlaşmalarını mutlaka inceleyin.**
Şimdi tekrar Balgat’a dönebiliriz. Konuyu fazlasıyla
dağıtığımın farkındayım ama bunları burada anlatmayacaksam başka nerede
anlatacağım? Bu iş de biraz böyle olmak zorunda. Hemen toparlamak gerekirse;
Lerner Nisan 1954’de yanında Tahir S. ile beraber Balgat’a
ayak basar. Balgat inanılmaz ölçülerde değişmiştir. Tıpkı bakkalın tarif ettiği
gibi ‘’Duble yollar’’ yapılmış ve merkeze, Çankaya’ya bağlanmıştır. Balgat
artık bir köy değildir, Ulus’tan saat başı otobüsler kalkmaktadır, yepyeni,
gıcır gıcır otobüsler… Hatta otobüslerdeki yazılı uyarılar bile hala
Almanca’dır, ‘’Achtung’’ falan yazıyormuş kapılarda. Yani özetle Lerner’in
başlattığı araştırma Balgat halkına yol, su ve elektrik olarak geri dönmüştür.
Lerner ve Tahir önce muhtara gider. Muhtar da başlar
anlatmaya; Her şey Demokrat Partilierin köye gelmesiyle başladı, köylüleri
dinlediler, taleplerini sordular ve vaat ettiklerini yaptılar. O gün Balgat
Demokrat Partili oldu. Lerner köylüler ile konuşmak istediği an 4 sene içinde
Balgat’ta değişmeyen tek şeyin Muhtar olduğu anlaşılır, muhtar yine kendi
ailesini öne sürer. O dakika zaten Lerner’in kafasında ampul yanar, Tosun’un
raporları gerçekleri yansıtıyordu. Daha sonra Lerner ve Tahir soluğu kahvede
alır, köylüler de hemen yanlarına toplanır ve Balgat hakkında konuşmalar
başlar. Köylüler Tosun’u hatırladıklarını, Balgat’ın yol, su ve elektrik ile
artık çok geliştiğini ve köy olmaktan çıktığını, 4 CHP’linin dışında
kimsenin çiftçilik yapmadığını ve Ankara’da fabrika ve inşaatlarda
çalıştıklarını, bunun sonucunda köyde tüketilen gıda maddelerinin artık ithal
olduğunu ve yine bunu takiben Balgat’ta artık 7 tane bakkalın bulunduğundan
bahsetmişler. Tabi bakkal muhabbeti geçince Lerner hemen ‘’has adamının’’
akıbetini sorar köylülere. Bakkal ölmüştür, hikayenin başındaki çoban ise artık
Balgat’ta sürü bulamadığı için başka bir köye göç etmiştir. Lerner aldığı vefat
haberi üzerine çok üzülür zira o bakkalı görmeyi çok istemekteydi.
Köylüler ile olan sohbetinin ardından Lerner tekrar muhtarın
yanına döner. Muhtar Balgat artık Ankara’ya bağlandığı için bir sonraki yerel
seçimlerle beraber muhtarlığın kaldırılacağından bahseder. Son muhtar olduğu
için gururludur ancak bu değişimde şikayetçi olduğu bazı noktalar da vardır. Genç
nesil artık giyim kuşam ve eğlence odaklı bir hayat sürmekteydi ve vatan-millet
gibi konuları hiç umursamamaktaydı. Hatta muhtarın oğlu da bu furyaya
kapılanlardandı ve köyde bir giyim mağazası açmıştı. Ancak tüm bunlara rağmen
muhtar DP’nin başlattığı dönüşüm tamamlanınca bunun da çözüleceğine
inanmaktaydı.
Lerner tüm bunlardan o kadar etkilenir ki çalışmasının final
cümlesi; ‘’Bakkal öldü. Muhtar ise oğullarının bedeninde bakkalı reenkarne
etti.’’ olmuştur. Adam iyice roman yazma havasına bürünmüş anasını satayım.
Neyse bırakın şimdi makarayı. Bu çalışma çok önemli çünkü
buradan alınan sonuçla Daniel Lerner ve Lucille Pevsner Türkiye için bir
tipoloji ortaya koyuyor. Bu tipolojiye göre toplumumuzu üçe ayırıyorlar;
- · Modern(Tüketen)
- · Gelenekçi(Tüketimi reddeden)
- · Arada Kalanlar
Şayet sen bir toplumu bu şekilde sınıflandırırsan ulusal
birliği kökünden sarsmış olursun. Ondan sonra muhtarın yakındığı gibi
sikimsonik nesiller türer, üretmeden tüketen, düşünmeyen, düşünemeyen ve düşünmek
istemeyen yığınlar ile karşılaşırsın. Bunun adı toplumsal çürümedir.
Benim ülkede kaç tane darbe olmuş, darbelere kimler gelmiş,
kimler gitmiş bilmeyen üniversite üçüncü sınıf öğrencisi arkadaşım var lan.
İşte toplumsal çürüme budur.
27 yaşına gelmiş iki üniversiteye başlayıp yarıda bırakmış
evde CS GO oynayan heriftir toplumsal çürüme.
Birileri bir iş yapsın ben de oradan komisyon alıp yolumu
bulayım zihniyetidir toplumsal çürüme. Evet, komisyonculuk toplumsal çürümedir.
Zira bu adamın bir şey üretmek, geliştirmek, faydalı olmak gibi bir gayesi
yoktur. Bu adam memlekete bir artı değer katamaz, katmaz hatta katmak için çaba
bile göstermez.
Sabahtan akşama kadar kafelerde oturup ‘’kız düşürmeye’’
çalışan Arizona kertenkeleleridir toplumsal çürüme.
Toplumsal çürüme kafeyi ‘’c’’ ile yazmaktır.
4 sene üniversite okuyup hizmet sektöründe çalışmaktır
toplumsal çürüme.
En büyük ekonomik hareketliliğin inşaat sektöründe olmasıdır
toplumsal çürüme.
Geçen sene Ekim ayı falan olması lazımdı, dayımla derin bir
tartışmaya girdim. Ona üretmeden tüketmenin yanlış bir şey olduğunu ve yeni bir
ekonomik model ortaya koymamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Sabaha karşı
4’e kadar konuştuk ve son cümlesi şu oldu; ‘’Sen bunlara kafa yoracağına yarın
bir gün babanın dükkanının başına geçtiğinde 3 liraya aldığın malı nasıl 5
liraya satarsın bunu düşün.’’ Harcadığım onca zamana mı yanayım, aldığım cevaba
mı? Evet, ben dayımda gördüm toplumsal çürümeyi.
Toplumsal çürüme başlatmanın ve bunu hızlandırmanın bazı
metotları vardır. Toplumsal çürüme yediğin ekmekten başlar, GDO’dan başlar
sonra bir bakmışsın ki üç tarafı denizlerle çevrili verimli arazilere ve iklim
çeşitliliğine sahip ülke Allah’ın çölünde konumlanmış İsrail’den tohum ithal
ediyor.
Hayat işte.
Toplumsal çürümenin en önemli aşaması ise eğitimdir. Her
kabine değişikliğiyle Milli Eğitim Bakanını değiştirirsen, sürekli sistemi
değiştirirsen, öğretmek yerine ezberletir sürekli hizmet sektörüne adam
yetiştirirsen üniversite üçüncü sınıfa gelmiş olmasına rağmen kaç tane darbe
olmuş, bu darbelerle kim gelmiş-kim gitmiş bilmeyen öğrencilerin olur. Peki,
1949’da ülkedeki eğitim müfredatının ABD’nin eline verirsen[9] bu eğitimin
‘’milli’’liği nerede kalır? Ayrıca bu icraatı gerçekleştiren adama da ‘’Milli
Şef’’ demenin adını ne koymalı?
Ne diyem Mahmut mu diyem?
Hadi selametle…
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
[1] Lerner, D. (1958) “The Chief and The Grocer” The Passing
of Traditional Society: Modernizing the Middle East. Glencoe, IL: The Free
Press
[3] Age
[4] Age
[5] Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke Oltadaki Balık Türkiye
– M. Emin Değer, Kilit Yayınları, 27. Baskı Eylül 2016
[6] IMF Kıskacında Türkiye – Yalçın Doğan, Toplum Yayınevi,
1980
[7] Age
[8] Tutanak Dergisi, 1947 Yalçın Doğan
Peace in Turkey 2023: The Question of Human Security and
Conflict Transformation - Tim Jacoby,Alpaslan Özerdem
* Erol Bilbilik’in bu isimde bir kitabı var. Erol Bilbilik –
Amerikaperestler mutlaka okuyun, okutun.
** Mehmet Emin Değer Oltadaki Balık Türkiye isimli kitabının
sonunda ekler bölümünde bahsettiğim anlaşmaların yazılı metinlerine yer
vermiştir. Oradan okuyabilirsiniz. 22 Mayıs 1947’de ABD Kongresinden çıkan
Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu’ndan tutun da 29 Mart 1980’de imzalanan
Türkiye-ABD Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması(SEIA)’na kadar hepsi tam
metinleriyle mevcut. İşin vahametini bunlara göz atarak çok daha iyi bir
şekilde kavrayabilirsiniz.