Selam ahali, nevroz nedir bilir misiniz? Öyle lastik yakmalı
bayram olanından bahsetmiyorum, psikiyatrideki nevrozu konuşacağız. Nevroz en
özet tanımla kişinin düşüncelerine uygun yaşayamamasının oluşturduğu
rahatsızlık hissidir. Yani, teori ile pratik birbirini tutmadığında ortaya
çıkan huzursuzluk ve sonrasında gelişen davranış bozuklukları. Bunun temel
kaynağı insanın kendi içinde ister istemez tutarlı olmaya meyil etmesidir.
Hatta insanın bu tutarlılık arzusundan faydalanmak adına bazı manipülasyon
teknikleri de geliştirilmiştir. Mesela bunlardan biri Benjamin Franklin tekniğidir.
Benjamin Franklin etkisine göre kişi, birine iyilik yaptığı zaman bilinçaltında
iyilik yaptığı kişi için ‘’ben bu kişiyi sevmeseydim bunu yapmazdım’’, ‘’ben bu
iyilikleri yapıyorsam bu kişiyi seviyorumdur’’ düşünceleri oluşmaya başlıyor.
Bunun sebebi de zihnin, yapılan eylemi tutarlı kılma, mantıklı bir zemine
oturtma çabasıdır. Bu teknik halk arasında ‘’kız tavlama taktiği’’ olarak da
anlatılır hehehe. Şimdi işin makarasını bir kenara bırakalım sonda
söyleyeceğimi başta söylemek gibi bir aptallık yapayım müsaadenizle; tasavvuf
öğretileri de pratikte uygulanamayacak saçmalıklardan oluştuğu için Türk
toplumunda nevrotik bazı bozukluklara yol açmıştır.
Daha önce blogda tasavvufun hep Müslümanlar açısından,
Müslümanları ilgilendiren sonuçlarından bahsetmiştim. Şimdi biraz, inanmayanları
da ilgilendiren, tüm insanlığı etkileyen sonuçlarından bahsedeceğim. Öncelikle
tasavvuf nedir ne değildir tekrar bi’ hatırlayalım. Tasavvuf tarihin bazı
dönemlerinde panteizm(Vahdet-i Vücud) bazı dönemlerinde de panenteizm(Vahdet-i
Şühud) olarak karşımıza çıkmaktadır. Panteizm ile panenteizm arasında da
esasında öyle ahım şahım bir fark yoktur. Panteizm(Vahdet-i Vücud) tüm
varlıkların bir olduğunu ayrı ayrı bir varlıklarının bulunmadığını, her şeyin
tanrı olduğunu söyler, panenteizm(Vahdet-i Şühud) ise panteizmde olduğu gibi
Evren'in kendisinin tanrı olduğunu kabul etmenin yanında tanrıya ayrı bir
varlık daha verip evrenleri bu tanrının bir parçası olarak yorumlar.
Matematikte kümeler diye bir konu vardı ya hani, panenteizmde(Vahdet-i Şühud)
evrenler bir kümeyken tanrı da bu kümeyi kapsayan evrensel kümedir. Yani bu iki
anlayışın birbirinden farkı yalnızca aynı rengin tonları kadardır. İslam’da ise
Allah zamandan ve mekandan münezzeh olduğu için evrenlerle mukayese edilemez.
Bu iki anlayış(panteizm ve panenteizm) da Allah’ı maddeye indirgediği için
İslam tüm bu bakış açılarını toptan reddetmektedir.
Peki, her şeyin tanrı olması neden kötüdür? Eğer her şey
tanrı olursa iyi ve kötü kavramları var olamaz. Çünkü herkes tanrı ise her şey
‘’olması gereken’ ’dir, hiçbir şey iyi veya kötü değildir. Çünkü tanrıları
sorgulamak kimin ne haddine ki? Peki ya kötülük yapan tanrı olabilir mi? İyi ve
kötü kavramlarının olmadığı bir dünyanın nasıl bir kaosa sürüklenebileceğini
tahayyül edelim biraz. Hırsızlıklar, adam öldürmeler, tecavüzler… Bunların
hepsi meşrulaşacaktır. Zira kötülük diye bir şey yok ki. Ceza mı? Tanrıları kim
nasıl cezalandırabilir ki? New Age denen zımbırtı tam olarak budur. Küresel
elitin Mevlana seviciliği de New Age ruhçu ve Sufi akımları finanse etmesi de tam
olarak bu yüzdendir. Yeni dünya düzeninin dini bu olacaktır. Çünkü tanrılar(!)
böyle istemektedir.
Tasavvuf ve İslam’ın taban tabana zıt öğretiler olduklarını
gördük. Tasavvufun İslami bir şeymiş gibi servis edilmesinin sonuçlarını ise
günümüz toplumunda net bir şekilde görmekteyiz. Celaleddin Rumi ‘’Tanrı dedi
ki; bu veliler benim çocuklarımdır’’ [1] derken Allah Kur’an’da ‘’Rahman, çocuk
edindi dediler. And olsun ki pek çirkin bir söz söylediniz’’ der. [2] Teoriyle
pratiğin çelişmesini geçtim daha teoriler kendi aralarında çelişiyor. Doktrini bu olan bir toplumun sağlıklı olmasını beklemek saçma olur
zaten.
Ruhçu felsefenin en önemli öğretilerinden biri de asketizm
yani çileciliktir. Hıristiyan çileciliği de aynı şekilde spiritüalizm
kaynaklıdır. Bildiğiniz üzere günümüz Hıristiyanlığını sistematize eden kişi
Pavlus’tur. Roma vatandaşı olan Pavlus, Roma’nın pagan dinine mensup bir kişi
değildi, Yahudi’ydi. Ancak bu pagan öğretilerden oldukça etkilendiğini
görüyoruz. Zira Pavlus’un tezi tam anlamıyla Yahudilikten kopuştu. İsa
peygamberin mirasını paganizmle yoğurup ortaya bir melez çıkarmıştı, tıpkı
Mevlanaların, Yunus Emrelerin İslam’a yaptığı gibi. Pavlus’un dini günah temeli
üzerine inşa edilmiştir. Şayet insanları doğuştan günahkâr olduklarına
inandırabilirse kendisinin bulmuş olduğu kilise kurumunu ilelebet payidar
kılabilecekti. Bu sebeple meşhur ilk günah teorisini geliştirmiştir. Rahmetli Aytunç Altındal bu mevzuyu çok güzel
ifade eder; [3]
Özellikle altı çizili yerleri dikkatle okuyun. Acı çekmek
Pavlus’un sistematize ettiği Hıristiyanlık için önemli bir gerekliliktir. Çünkü
Pavlus Yahudi olmayan herkesten vaftizle arınmasını ve çarmıha gerilen İsa gibi
acı çekerek doğuştan sahip olduğu günahlarını affettirmesini istiyordu.
Pavlus’a göre vicdanın temizliği yani Kur’an’da tevbe olarak tanımlanan derin
pişmanlık hissiyle birlikte verilen sözler insanı masum kılmaya yetmezdi ve bir
‘’arınma’’ mutlaka gerekliydi. Hatırlarsanız Amerikan Emperyalizminde Terörün Retoriği; Manifest Destiny başlıklı yazıda Protestan kolonilerin Yeni Kıta’da
terör estirmelerinden, katliamlar yapmalarından ve bu eylemlerinin dini
temellerinden bahsetmiştim. Okumayanlar mutlaka okusunlar, bu kolonilerin
oradaki yerlileri çoluk-çocuk, kadın, yaşlı demeden katletmeleri de Pavlus
Hıristiyanlığının oluşturduğu nevrotik travmanın ürünüdür. Çünkü şayet acı
çekmek insanı masum kılmanın tek ve kaçınılmaz yoluysa insanlara işkence etmek aslında
onlara kötülük yapmak değil aksine iyilik yapmaktır. Böylelikle iyi ve kötü
kavramları ıskartaya çıkar. Böylelikle her türlü kötülüğü, iğrençlikleri,
sapıklıkları, katliamları ve tecavüzleri din adına meşrulaştırabilirsiniz.
Heyoo kötülük diye bir şey yok ki ben sana aslında iyilik yapıyorum bu yolla tekâmül
edecek, benliğinden kurtulacak ve tanrı olacaksın(!) Gelin farazi değil
tarihten konuşalım. Meşhur engizisyon mahkemelerinin verdiği insan yakmalı, kazığa
oturtmalı, kesmeli biçmeli cezalar Kilise tarafından esasında bir ‘’arınma’’
olarak nitelendirilmiştir. Batının tarihi bu tür şeylerle doludur. Pavlus’un
Hıristiyanlık içerisine soktuğu pagan öğretiler en nihayetinde sırf çeyrek
yüzyılda iki kanlı dünya savaşıyla 60 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Bertrand
Russel İspanyolların Meksika ve Peru’da bebekleri önce vaftiz edip ardından da
beyinlerini dağıttıklarını ve böylece bu bebeklerin cennete gidişlerini
garantilediklerini aktarır. [4] Bakın yine ‘’ben aslında sana kötülük değil
iyilik yapıyorum’’ martavalı, olum bunlar cidden psikolojisi sağlam birinin
yapacağı işler değil ya. Tarihten nesiller boyu aktarılarak gelen nevrotik bir
travma! Haybeye acı çekmeye çok ulvi
anlamlar yüklemek oldukça sakat bir bakış açısıdır. Hayır, güzel kardeşim, acı
çekince hayatta level atlamıyorsun. Üzerinden ders çıkarılmamış her acı boşuna
çekilmiştir. Acı çekmek insana ille de bir şey katmak zorunda değildir.
Bu işkenceci çileci anlayışın tasavvuf ve İslam soslarıyla
bezenmiş hali ise çilehanelerdir. Az yiyerek, az uyuyarak ve çeşitli bazı
rahatsız koşullarda yaşamını idame ettirerek kurtuluşa ereceğine inanır bizim
Sufiler de. Yoldan rastgele bir Müslüman çevirin, size bu çilehanelerde
ömürlerini çürüten insanlığa zerre faydası olmamış, ‘’iyi amelden’’ fersah
fersah uzak olan bu pasifist, uyuşuk, faydasız denyoları örnek gösterecektir ve
şöyle de ekleyecektir; ‘’biz imanımızda onlar kadar samimi olamıyoruz, onların
yaptığını yapamıyoruz.’’ E yapamazsın tabi, çünkü bunları yapmak
saçma, mantıksız, akıl dışı. Tasavvufta fenafillaha ulaşmak için yapılması
gereken üç şey vardır; terk-i yar, terk-i diyar, terk-i terk. Yalnız sonuncusu
çok iyi ya, onu da terk ediyorum, bunu da terk ediyorum, seni de terk ediyorum,
terk etmeyi de terk ediyorum ulan. T*rk you!
Durun lan dağıtmayın hemen konuyu, ne diyorduk hah, bu
öğretilerin uygulanamazlığı kişide içten içe bir huzursuzluk ortaya çıkarır.
Zira hem buna inandığını iddia edeceksin hem de yaşamınla bu iddianın fersah
fersah uzağında olacaksın, nevroz için en müsait zemin. Böylelikle namaz kılan
ancak yalan söyleyen, oruç tutan ancak türlü türlü ahlaksızlıktan geri
kalmayan, domuz eti yemeyen ancak çatır çatır faiz ve kul hakkı yiyen insanlar
ve bu insanlardan oluşan bir toplum elde edersiniz.
Peki, ne yapmalı? Hani son zamanlarda konuşuluyor ya
‘’İslam’da reform’’ diye, reform değil format atmak lazım format! İslam
medeniyetinin 13. yy’da tasavvuf tarafından kaydırılan paradigması tekrar özgül
eksenine oturtulmalıdır. Hatırlarsanız
İslam’ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf başlıklı yazıda başta Biruni olmak üzere
İslam medeniyetinin altın çağını yaşatan akılcı hareketin temsilcilerinden
örnekler vermiş, 8-13. yüzyıllar arasını domine eden bu geleneğin tasavvufun
benimsenmesiyle yerle bir oluşundan bahsetmiştim. Akılcılığın terk edilmesinden
sonra insanlara oksijensiz ortamlarda hababam zikir çekmeyi, çilehanelerde
vakit geçirmeyi ve miskinliği öğütleyen tasavvuf bu coğrafyanın hakimi olmuştur
buradan sonrasını ise ben değil İbn-i Haldun söylesin; ‘’akletmek Müslümanlar
tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler.’’ [5]
Lütfen ‘’tasavvufu kim okuyor ki ya’’ diye düşünmeyin. 13.
yüzyıldan günümüze çok uzun bir zaman var, bu kadar sürede bu öğreti insanların
DNA’sına bile işler. Ki işlemiştir de zaten, Müslümanların son yüzyıllarda
dünyaya ne katkısı oldu? Buluşların, bilimsel gelişmelerin hangi bölümünde
varlar? Miskinliği öğütleyen tasavvuf öncesinde bilimde müthiş işler başaran
medeniyet şimdilerde olduğu yere çöküp kalmıştır. Hatta şarkısı bile var,
bakınız;
Adımız miskindir bizim diye şarkı söyleyen insanlar pek tabi
ki üretimin, bilimsel gelişmenin hiçbir safhasında var olamazlar. Bu sadece
dini bir mesele değil başlı başlına bir zihniyet problemidir. Format lazım
derken kastım budur ahali, toplum olarak bir silkelenme şarttır. Üretmenin
karşısında duran, pasifliği, miskinliği öğütleyen ne kadar öğreti, ideoloji,
fikir akımı, kurum, kuruluş varsa topunun Allah belasını versin. Bize uyutan
bir meltem değil, taş üstünde taş bırakmayacak bir kasırga lazımdır ahali.
Bugüne kadar bildiklerimizi, bize anlatılagelenleri,
kültürü, gelenekleri her bir şeyi bir kenara bırakarak ve yalnızca önümüzdeki
metne odaklanarak Kur’an’ı okumak ile başlanabilir. Gerçi bu yalnızca var olanı
geriye kalan şeylerden bağımsız bir şekilde ele alabilmek de ayrı bir zihniyet
meselesidir.
Yalnızca karşındakini okumak, dinlemek tahayyül etmek ve
başka herhangi bir parametre gözetmeksizin yalnızca ‘’onu’’ değerlendirmek,
bize lazım olan şey budur ahali.
Selametle…
-----------------------------------
[1] Mesnevi Cilt 3, 7-8. Beyitler
[2] Kur’an 19:88,89
[3] Aytunç Altındal – İsa’nın Üç Yüzü
[4] age
[5] İbn-i Haldun – Mukaddime