Selam ahali dünyada anayasa ve yasacılık üzerine üç temel
bakış vardır;
- Herkese Tek Anayasalı Hukuk Sistemi
- Çok Yasalcılık / Çok Hukukluluk
- Yokyasalcılık
Birincisi günümüzde de hali hazırda uygulanmakta olan hukuk
sistemidir. Bu sistemde devlet bir anayasa ortaya koyar ve tüm vatandaşlar o
anayasaya uymakla yükümlüdür ve bu sistem Roma İmparatorluğuna dek uzanır. Ancak
bir anti parantez açmak istiyorum, bu konuda ciddi manada değerlendirilmesi
gereken muhalif fikirler de vardır. Mesela Marmara Üniversitesi Endüstri
Mühendisliği bölümünde akademisyenlik yapan Prof. Dr. Gültekin Çetiner hoca bu
iş için ciddi mesai harcayıp kafa patlatıyor. Günümüz sistemini HEYA(Herkese
Yek Anayasa) olarak isimlendiriyor, her bireyin yasa hakkı bulunduğunu ve bu
hakkımızın mevcut sistem içinde gasp edildiğini ifade ediyor. Bu sistemin
köklerini o da Roma dönemine tarihleyip bunun sorumlusunun Aziz Pavlus olduğunu
ve Pavlus’un Hıristiyanların yasa hakkını Roma’ya peşkeş çektiğini söyleyip
sağlam da kalaylıyor Pavlus’u hehehe. Kendisi bir deryadır, hocayı takip
etmenizi tavsiye ederim, severiz hocayı deyip çok hukukluluğa geçelim.
Çok hukuklu sistemde otoritenin –yani devletin- bir hukuk
envanteri bulunmakta ve çeşitli grupların hukuk sistemi burada kayıtlı tutulup,
yargılama da kişinin bağlı bulunduğu hukuk istemine göre
gerçekleştirilmektedir. Misal, Osmanlı döneminde Diyarbakır bölgesinde Uzun
Hasan Kanunları geçerliydi. Osmanlılar bu bölgeyi topraklarına kattıklarında bu
mevcut hukuk sistemini ayrıntılarıyla hukuk kayıtlarına geçirmiş ve bölgede
hukuki yaşam olağan şekliyle devam etmiştir.[1] Günümüz dünyasında yer mi? Ne
katar, ne götürür? Bu soruların cevabını bulabilmiş değilim ahali zaten konu da
bu değil.
Yokyasalcılık dediğim şey ise bildiğin anarşizmdir. Anarşizm
dendiğinde aklınıza ne geliyorsa odur. Herhangi bir hukuki düzenin sistemin
bulunmadığı bir ortam hayal edin. Mantıklı mıdır, adil midir, sürdürülebilir
midir? Bence hiçbiri değildir, oyna devam.
Peki, tüm bunları niye anlattım? Yazı boyunca kullanacağım ‘’anarşist’’
kelimesinin bu yukarıda belirttiğim ile bir alakası olmadığını söylemek için,
ayrıca bu yasa muhabbetlerine zaman zaman değineceğim tekrar, o yüzden bunların
bilinmesinde fayda var. Anarşist benim kullanacağım şekliyle, isyankâr, başkaldıran
gibi anlamları karşılayan bir sözcük olacak.
Yani, Anarşist: Toplumdaki çarpıklıklara başkaldıran, isyan
eden kimse. Baştan raconu koyduğuma göre başlayabiliriz.
İslam peygamberleri içinde Âdem, Davud ve Süleyman
peygamberler hariç tüm peygamberler anarşisttir. Çünkü Âdem peygamber öyle, bir
topluluğu ıslah etsin diye gönderilmiş biri değildi, kime neye isyan etsin zaten öyle değil mi? İsyan edecek adam yok ki etrafta. Davud ve Süleyman
peygamberler ise zaten nüfuzlu kimselerdi, birer kral-peygamberdi, toplum zaten
onlara uymak durumundaydı. Ancak bu üç peygamber dışında tüm peygamberler
anarşisttir. Bir başlarına dahi olsalar, örgütlü ahlaksızlığa karşı mücadelelerini
vermiş, isyan etmiş, gücün karşısında ‘’ağam paşam’’ deyip el pençe divan
durmamış ve doğru olanı cesurca savunmuşlardır. Ya aslında Müslümanlardan
beklenen ‘’duruş’’ da tam olarak bu olmalıdır ancak gerçekler olması
gerekenlerden fersah fersah uzaktır ahali. Günümüz Müslümanlarında ‘’aman tadımız kaçmasın Ali Rıza bey’’
havasında iğrenç bir siliklik hali hâkimdir. Bu leş pasifizm ise aslında Hindu
orijinlidir.
M.Ö 265’te Hindu imparator Asoka, bir Hindu cumhuriyeti olan
Kalingas’ı(milattan önce de ne cumhuriyetiyse artık ama notunu böyle düşmüşüm
bilemiyorum Altan) yerle yeksan ettikten sonra bu gerçekleştirdiği
katliamlardan rahatsızlık duymaya başlar ve savaş fikirlerinden tamamen
vazgeçip Budist olur. Bu olayı notlarım arasından bulup çıkardım ama not
düşerken kaynağını yazmamak gibi bir öküzlük yapmışım, neyse oyna devam.
Hindistan’da kitlelere bu şekilde yayılmış olan pasifizm
hastalığının İslam’a bulaşması ise 13. yy’da tasavvuf ile olmuştur. Müslümanların
sürekli övündüğü bilim insanları Biruni’ler, Farabi’ler, Cezeri’ler ‘’İslam’ın
altın çağı’’ olarak tabir edilen 8 ile 13. yüzyıllar arasındaki periyotta tarih
sahnesine çıkmışlardır. Peki, 8 ve 13. yüzyıllar arasında patır patır bilim
insanları ve felsefeciler yetiştiren İslam medeniyeti ne oldu da 13. yy sonrası
tepetaklak oldu? Bunu anlayabilmek için tasavvuf öncesi ve tasavvuf sonrası
dönemin zihin yapısını bilmek gerekir. Şimdi nasıl Biruni’lerden, Farabi’lerden
abuk subuk hoca efendilere şeyhlere geldiğimizi biraz anlatmaya çalışacağım.
Biruni 10-11. yy’larda yaşamış astronomi, fizik, tıp,
matematik, coğrafya, biyoloji ve hatta felsefeye dahi uzanan geniş bir
yelpazede çalışmalar yapmış, yüzden fazla kitap yazmış bir bilim insanıdır.
Tespit edilen rakam 126 olmasına karşın Biruni’nin yalnızca 22 eseri günümüze
ulaşabilmiştir.[2] Şimdi acı bir şey daha söyleyeceğim 2011’e kadar Biruni’nin
tek bir eseri dahi Türkçeye çevrilmemiştir. Nihayet 2011’de ‘’El Âsar el-Bâkiye’’
adlı eseri, İngilizlerden 123, Ruslardan 53 ve Özbeklerden de 42 yıl sonra
Türkçeye çevrilmiştir.[3] Ya valla zahmet etmişsiniz beyler. Biruni gibi bir
bilim insanının hiçbir kitabı çevrilmemişken, daha cumhuriyetin ilk yıllarında Fuat
Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar diye tuğla gibi kitabı vardı.
Köprülü, ne kadar tasavvufçu varsa şeceresini çarşaf çarşaf ortaya dökmüştür ki
Fuat Köprülü de hani ordinaryüs profesör bir adamdır. Neyse durun şimdi
buralara döneceğiz tekrar ama önce Biruni;
Biruni henüz 17 yaşındayken güneş tutulmasını suya bakarak
gözlediğinde görmesinin bozulduğunu aktarmaktadır.[4] Ancak Biruni’nin bunları
yaptığı dönemde yaşadığı yer olan Harezm’de, ciddi siyasi karmaşalar
yaşanmaktaydı. Biruni’nin yaşadığı Doğu Harezm, Batı Harezm’in işgaline
uğramıştır. Tabi bu vaziyet bilimsel çalışmalarının en yoğun dönemini yaşamakta
olan Bîrûnî’ye epey sıkıntı yaratmıştır. Biruni o dönemleri şöyle anlatıyor;
‘’995 yılında önümdeki dört yılımı sadece rasat çalışmak
için ayırmaya karar vermiş ve bu amaçla çapı 15 zira‘ (yaklaşık 9 m.) olan bir
halka yapmıştım. [….] Ancak bu günlerde, Harezm’in ileri gelenleri arasında
ciddî bir kargaşa baş gösterince, bu işleri bir tarafa bırakma ve aman dileyip vatandan
uzaklaşma ihtiyacı doğdu. Senelerce belli bir yerde sabit kalamadım. Ta ki
zaman bana cömert davranana kadar.’’[5]
Biruni’nin 10 sene kadar bir süre vatanından uzak kaldığı
düşünülmektedir. Üstelik bir dönem maddî sıkıntı da çekmiştir. 2011’de
çevrildiğini söylediğim Âsâru’l-Bâkıye’de aktardığı bir hikâyede, Rey’de(Harzem’den
ayrıldıktan sonra gittiği yer) tanıştığı sayılı astronomlardan birinin
gezegenlerin yörüngeleri hakkındaki teorisini eleştirdiğini ve bunun üzerine o
kişinin kendisini aşağılayıp yalancılıkla suçlandığını anlatır. Üstelik söz
konusu astronom, Bîrûnî’nin fakirliğine karşın kendi zenginliğini, ilmî
tartışmalarında bir baskı unsuru olarak da kullanmıştır. Maddî sıkıntılarının
bir süre sonra geçtiği, aynı şahsın bu kez tavır değiştirip dostça davranmaya
başladığı da aktarılır. Bîrûnî, gurbet günlerinde şartların çok kötü olduğunu
ve “hayatının pek çok cephesinde imtihan yaşadığını” da yazmıştır.[6] Ancak
hiçbir şekilde yılmayıp güneşin yüksekliği ve şehrin boylamını hesapladı.
Güneşin hareketlerinden, mevsimlerin ne zaman başladığını belirledi. Dünyanın
çapını, bugünkü değere çok yakın olarak buldu. Hindistan’dayken öğrendiği
trigonometriyi astronomiden ayrı bir bilim olarak ortaya çıkardı. Trigonometrik
fonksiyonlarda yarıçapın birim olarak kullanılmasını önerdi. Astronomi ve
coğrafya ölçümleri için birçok alet geliştirdi. 50’nin üzerinde mineral, maden,
metal, alaşım, porselen gibi maddeler hakkında detaylı bilgi verdi. Newton’dan
700 sene önce, Netwon’un matematiksel olarak ispatladığı yer çekimi kuramı
üzerine ilk fikirleri ortaya attı. Geliştirdiği teleskoplar ile gözlemleri
sonucunda, gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü doğrulayan Galileo’dan 600
sene önce, dünyanın döndüğü fikrini savundu ve tüm bunları hangi şartlar
altında yaptığı da ortada. Bugün grip
olunca, sevgilisinden ayrılınca veya herhangi en ufak bir zorlukla karşılaşınca
karalar bağlayıp bahaneler sıralayanlara utanmaları için bir dakika veriyorum.
Süreniz doldu tam gaz devam ediyoruz. Ya tamam Biruni,
astronomi alanında müthiş bir bilgi birikimine sahip hepsine eyvallah ama nasıl
oluyor da birbirinden bu kadar bağımsız alanlara aynı anda hâkim olabiliyor, bu
kadar üretken olabilmenin sırrı ne, bu motivasyon nereden geliyor olum? Biruni
kendisini ilim ile uğraşmaya iten şeyin Ali İmran suresinin 191. ayetindeki
"Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler: 'Ey
Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın' derler" ifadesi olduğunu söylüyor.
İşte İslam’ın önerdiği, hatta önermekle kalmayıp gayet de
tatbik ettiği, kültür budur. Sadece Ali İmran 191 değil Kur’an’ın çeşitli başka
yerleri yine bu tarz yönlendirmelerle doludur. Misal Kur’an;
Enbiya 30’da, ‘’O inkâr edenler görmüyorlar mı ki,
(başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık ve her
canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?’’ diyerek
kozmogoni/kozmolojiye;
Ankebut 20’de, ‘’De ki: "Yeryüzünde dolaşın da
yaratılışın nasıl başladığına bir bakın.’’ diyerek paleontolojiye;
Rum 9’da, ‘’Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece
kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler.’’ diyerek
arkeolojiye, tarihe;
En’am 99’da, ‘’Her birinin meyve verme zamanında meyvesine
ve olgunluğuna bakın. İnanan bir toplum için bunda deliller ve ibretler vardır.’’
diyerek ziraata, botaniğe;
Nahl 66’da, ‘’Şüphesiz hayvanlardan alacağınız ibretler
vardır.’’ diyerek zoolojiye;
Ğaşiye 19-20’de, ‘’Dağların nasıl dikildiğine bakmazlar mı?
Ve yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?’’ diyerek jeolojiye;
Kaf 6’da, ‘’Üzerlerindeki göğü nasıl kurduğumuza ve
süslediğimize bakmazlar mı? Bir çatlağı da yoktur onun.’’ diyerek de
astronomiye;
yönlendirmelerde bulunmaktadır. Bu kültür aldığı gaz ile 8
ile 13. yüzyıllar arasını domine etmiş, hem filozof hem gökbilimci olan
Farabi’yi, dünyanın ilk robotunu yapan El Cezeri’yi, anlat anlat
bitiremeyeceğim Biruni’yi, fizikçi mi tıpçı mı olarak adlandıracağımızı
bilemediğimiz İbn-i Sina’yı, tarihteki ilk migren ameliyatını gerçekleştirmiş,
200’den fazla ameliyat yapmış cerrah El Zehravi’yi ve isimlerini saymaya
kalksam okumaya üşeneceğiniz yüzlerce bilim insanını yetiştirmiştir. Peki, ne
oldu da 10. yy’da cerrahlıkta çığır açan El Zehravi’den, bugün 2018’de
oksijensiz ortamda kafa sallamalı kendinden geçmeli ayinler yapan Cerrahi
tarikatına geldik? Bunun tek bir sebebi var ahali, pasifizmi öğütleyen tasavvuf
hareketinin akılcı hareketlere üstün gelmesi.
Peki, bu nasıl gerçekleşti?
Çiftlik bank meselesini bildiğinizi var sayıyorum. Adam
kolay yoldan para kazanma vaadiyle müthiş kitlelere ulaşmayı başardı. En
nihayetinde de hepsini tokatlayıp Uruguay’a kaçtı hehehehe. İnsanlarda her daim
minimum çabayla maksimum kazanç sağlama eğilimi vardır ahali. Akıl da biraz kıt
olunca böyle her salatalık gösterene elinde tuzlukla koşan numunelerle dolup
taşıyor ortalık. Hadi çiftlik bank uçuk bir örnek diyelim, bugün yaşadığın
ülkenin ekonomisine bir göz atsana. Paradan para kazanmacı, rantçı, faizci bir
düzen hâkim oldu iyice, ekonomide üretimin payının hangi seviyelerde olduğundan
haberdar değil misiniz olum? Adam bankaya 100 lira yatırıyor bir süre sonra o para 150
lira oluyor ama bu +50 lira nereden geldi diye sormuyor hiç. Hâlbuki bankaya atılan 100
lira, 100 liralık üretime karşılık 100 liralık tüketim hakkı demektir. Aradan
geçen süre boyunca üretim artmadı ki bu 50 lira neyin nesidir? Bu parayı
vermenin ancak iki yolu vardır. Ya sen birinin emeğini çaldın da öyle verdin bu
parayı ya da açıktan para bastın, ki bu durumda da birinin emeğini çalmış
oluyorsun.
Yani şuraya varmaya çalışıyorum ahali, bu bir zihniyet
meselesidir. Kur’an’ı okuyup da çevreye duyarlı, araştırma kültürüne sahip,
aktif ve üretken bir profil çizmektense battaniyenin altına girip 80 kere
‘’ha-hu’’ çekip de cennete girmek daha cazip gelmektedir. İnandığı gibi
yaşamayan, yaşadığı gibi inanır. Bu insanlar torpile, adam kayırmaya ve kolay
yoldan kazanç sağlamaya o denli alışmışlardır ki bu alışkanlıklarını dinlerinde
temellendirme yoluna gitmişlerdir. Nasıl mı? Torpilin adını şefaat koyarak
mesela! ‘’Tarikat şeyhini, devlet dairesindeki nüfuzlu tanıdığın Allah
katındaki versiyonu gibi düşün’’ diyerek savunmaya çalışanı duydu olum bu
kulaklar hey yavrun hey. Bu nasıl bir analoji ya böyle bir şey olabilir mi neyle neyi
kıyaslıyorsunuz ulan! Ahlaksızlığın hangi boyutlarda olduğunu görüyor musunuz
ahali? Peki, mübarek günlerde(!) veya bilmem ne
kandillerinde, 46 defa zamazingo duasını okuyarak tüm günahlarını
affettirenlere(!) ne demeli? İşte Mevlana, Ahmed Yesevi, Gazali, İbn-i Arabi Yunus Emre gibi
mutasavvıflar bu yolla koca bir medeniyeti çökertmeyi başarmış ve Müslümanları
yüzyıllar boyu uyutmuştur.
Yukarılarda bir yerde Fuat Köprülü’nün bir kitabından
bahsetmiştim; Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Heh işte o kitaptan bir
anekdot aktaracağım; Ahmed Yesevi’nin müritlerinden biri, Yesevi’nin Cuma’ya
gelmediğini fark edip, Yesevi’nin yanına varır. Ahmed Yesevi de gelen müridine
‘’yapış bana seninle Cuma’ya varalım’’ der. O anda birden kendilerini
Mısır’daki Ezher Camii safında bulurlar.
Ha bu arada şunu belirtmemde fayda var Ahmed Yesevi’nin
bulunduğu yer bugünkü Kazakistan’dadır. Yani bu yolculuk KAZAKİSTAN’DAN MISIR’A
yapılmaktadır. Coğrafyayı kafanızda bir tahayyül edin bakalım. ‘’Şeyh uçmaz
mürit uçurur’’ diye bir deyim vardır ya hani, esasında mecaz anlamlıdır bu söz
ancak burada kelimenin tam anlamıyla gerçek olmuştur lan. Adamı zorla
uçurmuşlar milyonlarca insan yüzyıllar boyu kulaktan kulağa yaya yaya bu deli
saçması şeylere inanmıştır. Hatta görüyorsunuz ordinaryüs profesör dediğimiz
Fuat Köprülü bile bu hikâyeleri ‘’kültürümüz’’, ‘’inancımız’’ diye ballandıra
ballandıra anlatmıştır.
Peki bu tasavvuf nereden bizim kültürümüz oluyor lan, kim
dayatıyor olum bunları bize?
UNESCO!
Şimdi Erbakan’a bağlayıp, UNESCO, Unicef, IMF, Dünya Bankası
bunlar hep Siyonist kuruluşlardır diyeceğim ve tabir yerindeyse şamar oğlanına çevirecekler beni ama olsun bizde R yok. UNESCO 2007 yılını Mevlana yılı ilan
etmiştir.[7] Hatta rozetler falan dahi bastırmışlardır.
İyi de neden? Çünkü dünya hakimiyeti hedefleyen küresel
elit, insanlığa panteist inancı dayatmaktadır. Panteizm’in İslam’a sızmış hali
tasavvuf, tasavvufun da en büyük temsilcisi Celaleddin Rumi’dir. UNESCO bununla
da kalmayıp 2016 yılını Fuat Köprülü ve Ahmed Yesevi’yi anma yılı olarak
belirlemiştir.[8] Allah’ım Allah’ım üzülmemek, yanmamak, çileden çıkmamak elde değil ahali. Ben bunları gördükçe çok sinirleniyorum ya, sakin
sakin anlatamıyorum olum bu mevzuları. Çünkü bu insanlar yüzyıllar boyu İslam
inancını manipüle etmiş ve bir medeniyeti yerle bir etmiştir. Ancak Kur’an
ayetleriyle bezediğim bu yazıda kendime biraz hakim olup kötü sözler söylemeyeceğim.
Neyse tasavvufun pasifist, ruhçu ve dünyevi işlerden
çekilmeyi öğütleyen öğretisine karşı İslam’ın tavrını inceleyelim biraz.
Tasavvuf bu dünyayı tamamen yok sayıp sabahtan akşama kadar battaniyenin
altında, çilehanelerde ‘’ha-hu’’ diye kafa sallamayı, tespih çekmeyi öğütleyip
‘’bilmem kaç defa şu duayı okursan günahların silinir cennete gidersin’’
derken, fenafillah gibi(ki Budizm’deki karşılığı Nirvana’dır) zırvaları ortaya
atarken, Kur’an adeta bu ahlaksızların ortaya çıkacağını öngörerek örnek tavrın
nasıl olması gerektiğini gayet net biçimde ortaya koymuştur. Zira bu dünyası
olmayan dinin öbür dünyası olmaz ahali.
"Namaz yerine getirilince hemen yeryüzüne dağılın ve
Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın! Allah'ı çok anın ki, kurtuluşa
erebilesiniz." Cuma’10
Gördüğünüz üzere ibadetiniz bitince işinize gücünüze bakın
demektedir Allah. Zikir de normal yaşantınızı sürdürürken sık sık Allah’ı anmak
olarak tariflenmiştir. Ancak kula kulluk eden tayfaya bunları anlatamazsın.
"O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir
işe koyulup yorul!" İnşirah’7
İnşirah suresi de –ki favori surelerimden biridir zira üretken
olmayı öğütler- yine tasavvufun pasifist, dünyadan el etek çekmeyi öğütleyen
öğretisine tokat niteliğindedir. Yahu peygamberi tüccar olan bir dinin dünyevi
işlerden el etek çekme üzerine bir öğretisi olabilir mi? Salak mısınız olum?
‘’Ey iman sahipleri! Dikkatlerinizi, sizi korkunç bir
azaptan kurtaracak bir ticarete çekeyim mi? Allah'a ve onun resulüne inanır,
Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla didinirsiniz. İşte bu, sizin için en
hayırlısıdır; eğer bilirseniz. Günahlarınızı affeder ve sizi, altından nehirler
akan bahçelere, sürekli cennetlerdeki temiz, bereketli barınaklara yerleştirir.
İşte bu en büyük başarıdır.’’ Saff’10-11-12
Müslümanlar için en hayırlı şeyin çalışıp didinmek olduğunun
söylenmesi bir yana metafor olarak bile TİCARET kullanılıyor lan oha. Hani
İslam dini için şunu net bir biçimde söyleyebilirim, dünyada pasifizm ile
bağdaştırılabilecek en son dindir. Saff suresinin bu ayetleri
başka bir yönden daha ilginçlik arz etmektedir aslında. Mehmet Akif’in meşhur bir
şiiri vardır ya hani;
"Aldanma insanların samimiyetine!
Menfaatleri gelir her şeyden önce.
Vaad etmeseydi Allah cenneti;
O’na bile etmezlerdi secde.”
Mehmet Akif içinde bulunduğu Müslüman toplumu ve insanı çok
iyi analiz etmiştir. Senden olanlara bir şeyler vermezsen neden senden olsunlar
ki? Mehmet Akif çok haklıdır, burada mevzu bahis Allah bile olsa durum
değişmez. Cennet vaad olunmasaydı Allah’a
bile secde etmezdiniz diyerek insanın içinden geçenleri açık yüreklilikle ifade
etmiştir. (Aslında bu noktada ahlakın temellendirilmesi meselesine de girmek gerekir ancak onu bir başka yazıya bırakalım, sözüm olsun. Zira oralara da girersek toparlayamayız.) Saff suresinin bu ayetlerinde de Allah insanın bu eğilimini bildiğini
bilmemizi istiyor olabilir deyip konuyu dağıtmadan tekrar Kur’an’dan pasifizm
karşıtı ayetlere devam edelim.
‘’Peki, yüzüstü kapanarak yürüyen mi daha düzgün gider yoksa
dosdoğru yol üzerinde dik ve düzgün yürüyen mi?’’ Mülk’22
‘’O halde, yalanlayanlara itaat etme! İstediler ki sen,
alttan alıp gevşek davranasın/yağcılık edesin de onlar da yağcılık
etsinler/yumuşaklık göstersinler.’’ Kalem’8-9
‘’Neyiniz var, ne biçim hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir
kitabınız var da ondan ders mi görüyorsunuz? Onda, keyfinize uyan her şeyi
rahatça buluyorsunuz.’’ Kalem’36-37-38
İslam’ın anarşist ruhunu sonuna kadar hissettiren ayetlerle
karşı karşıyayız ahali. Koşula bağlı olarak eğilip bükülmeden sonuna kadar dik
bir tavır sergileyen ‘’pasif iyi’’ değil ‘’aktif iyi’’ olmayı öğütleyen bir
öğreti! Yazının başlarında bahsettiğim default Müslümanlık kesinlikle bu
olmalıdır.
Neyse velhasıl kelam, İslam yepyeni bir kültür ortaya
atarak; okuyan, araştıran, üreten nesiller yetiştirmiş, tasavvuf ise bir
silindir misali bu kültürün üzerinden geçerek dümdüz etmiş ve dergâha giden,
şeyhine ölümüne bağlı ona hizmet eden, kula kulluk eden, sabahtan akşama kadar
nafile ibadet yapan hatta ne ibadeti ya, İslam’da yeri olmayan saçma sapan
ayinler yapan kepaze bir toplum ortaya çıkarmıştır. İşte o tarihten bu yana
İslam medeniyeti rezil rüsva bir halededir. Zira;
"Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine yağdırır."
Yunus’100
Yazıyı yavaştan bitirirken son bir şeyden daha bahsedeceğim.
En başta anayasa ve yasacılıktan bahsetmiştim hani, heh biraz oralarda
dolanacağız şimdi. Ateistlerin ağızlarına sakız ettikleri meşhur bir Kur’an
ayeti vardır; Enfal 39!
‘’Fitne kalmayıncaya ve din tümüyle Allah'ın oluncaya kadar
onlarla savaş. Vazgeçerlerse kuşkusuz ki Allah, ne yaptıklarını iyice
görecektir.’’ Enfal’39
Ateistler buradan hareketle İslam’ın terörize bir din olduğu
ve faşist bir tutum sergilediğini savunurlar. Ancak unutulmamalıdır ki Kur’an
A+B+C şeklinde okunması gereken bütüncül bir kitaptır. Bir surede sorulan
soruya bambaşka bir surede cevap verilebilir. Ayetleri bağlamlarından
koparırsanız bu tür sonuçlara ulaşmanız doğaldır. Gelin önce bir analiz
ardından da sentez yapalım. Enfal’39’da yeryüzünde Allah’ın dini hakim oluncaya
dek onlarla savaşın denmektedir öyle değil mi? Şimdi bu noktada tanımlamamız
gereken iki şey vardır;
- Din nedir?
- Allah’ın dini nedir?
Din aslında öyle sadece İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik,
Budizm vs. değildir. Bu kadar sığ bir kavram değildir. Din yasadır ahali. Şayet
inandığınız din size ‘’papatyaları koparmayın, onlara basmayın çünkü papatya
olarak yeniden dirileceksiniz’’ dese mümkün mertebe papatyalara zarar vermemeye
çalışırsınız ya da ‘’tavukları kesmeyin çünkü tavuklar benim yeryüzündeki
halifemdir’’ dese aynı şekilde tavuklara karşı bir hassasiyet
geliştireceksinizdir. Bu sizin için bir yasadır, yaşayış şeklinizi belirler ve
yaptırımları da vardır. Kelimeler ve Kavramlar başlıklı bir yazı yayınlamıştım
vakt-i zamanında. İşte din kelimesi de orada verdiğim örneklerdeki gibi anlamı
kaydırılmış hatta daha doğru bir şekilde ifade edeyim, anlam erozyonuna uğramış
bir kelimedir. Din yasadır ahali anlaştık mı?
Gelelim ikinci sorumuza; Allah’ın dini nedir? Kur’an A+B+C
şeklinde okunması gereken bütüncül bir kitaptır. Bir surede sorulan soruya
bambaşka bir surede cevap verilebilir demiştim öyle değil mi? İşte bu sorunun
cevabı için de Kafirun suresi 6. Ayete gideceğiz ahali. Zira dediğim gibi Kur’an
bu tarz sentezlere müsait bir kitaptır.
‘’Sizin dininiz size, benim dinim bana!’’ Kafirun’6
Allah’ın dini/yasası dediğimiz şey tam olarak budur ahali.
Enfal’39’u bu ayet ile birleştirdiğimizde savaşılması gereken şeyin esasında
faşizmin ta kendisi olduğu oldukça açıktır. Yani yeryüzünde öyle bir özgürlük
ortamı olmalı ki herkes istediği şekilde inancına, kültürüne ve kendi yasasına
göre yaşayabilmelidir.
Çok yasalcılık mıdır?
Çok yasalcılıktır.
Kolay mıdır?
Hiç değildir.
İşte tam da bu yüzden Müslüman ‘’pasif iyi’’ değil ‘’aktif
iyi’’ olmalı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek yerine o köprüyü komple
yıkıp atmalıdır. Aslında pasif iyi diye bir şey de yok ki lan. Haksızlık
karşısında sessiz kalan en nihayetinde nedir ki?
Hadi selametle….
-----------------------------------------------------------------------
[1] Ömer Lütfi Barkan -
“Osmanlı Devrinde Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Beye Ait
Kanunlar” Tarih Vesikaları, c. I-II, ; Bkz. Barkan, Osmanlı
İmparatorluğunda Zirai
Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları (Kanunlar), İstanbul
1943, s.130; Ahmet Akgündüz,
Osmanlı Kanunnameleri, c.III, İstanbul 1991; Walter Hinz,
“Das Steuerwesen
Ostanatoliens im 15.und 16.Jahrhundert”, ZDMG, Wiesbaden
1950.
[2] EL BİRUNİ, E. R. (2013). Maziden kalanlar (el-asar
el-bakiye). MİLEL VE NİHAL inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi,
10(3), 259-262.
[3] age
[4] El-Bîrûnî, Tahdîd Nihâyâti’ l-Emâkin, Tahkik: Muhammed
bin Tâviti’t-Tancî, Do-ğuş Matbaası, Ankara 1962
[5] age
[6] El-Bîrûnî, Âsâru’l-Bâqıye’den aktaran Özcan, E. S.
(2013). Ebû’r-Reyhân Muhammed bin Ahmed el-Bîrûnî’nin Hayatı (973-1061). MİLEL
VE NİHAL inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi, 10(3), 9-24.