Selam ahali, bugüne dek bu blogda iki farklı İslam anlayışı ortaya koymuştuk; bunlardan biri kitapta olan orijinal İslam, diğeri ise geniş halk kitlelerince benimsenen tasavvuf sosuyla terbiye edilmiş mezhepçi, hadisçi, rivayetçi, tarikatçı benim ‘’Ortodoks’’ diye tarif ettiğim geleneksel İslam’dı. Ancak bu ikinci tip İslam’ın da tarihsel süreçte kendi içerisinde derin bir ayrımı olduğunu gördüm. Epeydir yazmayı düşündüğüm, hatta Eylül’ün ikinci haftası yayınlamış olmayı planladığım, bu yazının konusu işte bu ayrımdır. Fakat bu işler biraz da motivasyon meselesi ahali...
Anadolu’nun günlük yaşamdaki inanç pratikleri; kuralı
kaidesi belli, net sınırları olan safkan bir inanç sisteminden ziyade toplama
bir din gibidir. Üniversitedeyken bir hocamız, ‘’Anadolu bir mozaik değil erime
potasıdır’’ demişti. Bu aşırı doğru bir tespittir ahali. Zira tarih boyunca
Anadolu’da birçok farklı topluluk aynı anda bir arada yaşamıştır ancak bu bir
arada yaşayan farklı topluluklar, birbirleriyle kaynaşma işini biraz
abartmıştır. Tarih boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde birçok çok uluslu
imparatorluk hüküm sürmüştür. Ancak Osmanlı, bunların hepsinden daha farklıdır.
Evet, Osmanlı da çok uluslu, çok dinli bir nüfusa hükmetmişti ancak çok uluslu
çok dinli olmanın yanında Osmanlı, aynı zamanda çok hukuklu bir devletti. Bu
çok hukukluluk meselesini ‘’İslam’ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf’’ başlıklı
yazıda açıklamıştım. Meraklısı gidip bir göz atabilir.
Reklamların ardından devam ediyorum.
Osmanlı, bu çok hukuklu yapısı gereği diğer
imparatorlukların aksine asimilasyon işini minimal düzeyde tutmuştur. Bu konuda,
yerinde bir örnek olduğunu düşündüğüm Roma İmparatorluğunda Hristiyanlığın
resmi din olarak kabulü öncesi ve sonrasındaki sosyolojik ortamı bir araştırıp
kıyas edebilirsiniz.
Anadolu’da öylesine toplama bir inanç şekli hâkimdir ki,
kitleler tam olarak neye, niye inandıklarını asla bilemez. Bizans tarihçisi
Steven Runciman’ın aktardığına göre, Suriye’de demiryolu inşası için yürütülen
bir kazı esnasında bir türbenin yıkılması gerekmektedir. Ancak Müslüman halk
buna yanaşmamaktadır. En nihayetinde müteahhit, halkı türbenin demiryolunun
geçeceği istikametin biraz ötesine taşınmasına ikna eder. Kazılar başlar ancak
türbe olarak bilinen yerde İslam namına hiçbir şey bulunamaz, malum mekân
aslında bir Hıristiyan azizinin eşyalarının bulunduğu bir yerdir. Kazılarda
daha derine inildikçe boynuzlu bir pagan tanrısı heykeli çıkar.[1] Üstü minare
altı şişhane dedikleri böyle bir şey olsa gerek ahali...
Türkler, hem Anadolu’ya gelene dek hem de Anadolu’ya
geldikten sonra özellikle dini inanç pratikleri ve ritüeller bakımından
karşılarına çıkan her medeniyetten bir şeyleri özümseyerek karma bir din
anlayışı ortaya çıkardılar. Bu toplama operasyonunun altında aslında
Şamanların, İslam’ın kabul edilmesinin ardından da toplum nezdindeki güçlerini
sürdürmek istemeleri yatmaktadır. Yani tıpkı bugün olduğu gibi o dönem de din,
siyasetin elinde oyuncak olmuş ve saptırılmıştır.
İslamiyet’in kabulü öncesinde tanrı(Tengri) ile insan
arasında hep bir, Şaman veya Kam olarak anılan, aracı vardı. İslam’ın kabulü
sonrasında bu aracılar; veli, şeyh, derviş veya âşık gibi isimler alarak
işlevlerini sürdürmeye devam ettiler. Oysaki İslam, bu ruhban sınıfı
teranelerine toptan karşıdır. ‘’Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka
velilerin ardına düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!’’[2] gibi çok açık
bir şekilde kişinin Allah ile arasına aracı koymasını yasaklayan hükümler
barındıran bir kitaba inanıp da üstüne velilerin şeyhlerin olduğu böylesi bir
kültü yaşatmak gerçekten abesle iştigal bir durumdur. İnsanlar, kitabın birçok
yerinde[3] net bir şekilde yasaklanan bu aracı edinme işini yaptıkları
yetmezmiş gibi bir de adına direkt veli demişlerdir. Bari başka bir isim
koysaydınız olum...
Kasım 2020’deki UKOME toplantısında İstanbul Büyükşehir
Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu ile TCDD İstanbul Bölge Müdürü Veyis Alçınsu
arasında bir konuşma geçiyor. Müdür Bey, ‘’çalışan aile fertlerini bile’’ Marmaray’dan
ücretsiz geçiremediği için yakınıyor ve ‘’gönül istiyor’’ diyerek de kendini
savunuyor.[4] Bu avantacı kafayı attığım birkaç tweet ile eleştirmiştim. Bunun
konuyla nasıl bir alakası olduğunu merak edeceksiniz belki. Zira bu kültür
kodlarına işlemiş bir ahlaksızlıktır ahali. Geldiğimiz nokta itibariyle torpil
ve adam kayırmacılık bu toplumda o kadar alışılmış ve normal karşılanan bir
şeydir ki, bu ahlaksızlıklarını inandıkları dine bile yamamaya kalktılar. Az
önce açıkladığımız ‘’aracı’’ meselesi tam olarak budur. Mantık basit haşa Allah
nezdinde nüfuzu olan şeyhin, velinin adını verip cennet kapılarını ardına kadar
aralayacaklar. Şefaat adını verdikleri bu inanç bir noktada o kadar
çirkinleşiyor ki Muhammed peygamberi de işin içine dâhil ediyorlar. Sanki
peygamberin öyle bir yetkisi varmış gibi, Ramazanlarda camilerin mahyalarında
sık sık görürsünüz;
Şefaat ya Resulullah!
Ancak Kur’an uyarır; ‘’Sizin lehinize Allah’a ortak olduğunu
sandığınız o şefaatçilerinizi neden şimdi yanınızda göremiyorsunuz? Artık
aranızdaki tüm bağlar kopmuştur ve dost sandıklarınız sizi yapayalnız
bırakmıştır.’’[5] Allah hiçbir konuda hiç kimseyi yetkilerine ortak etmez.
Şefaatin yalnızca Allah’ta olduğu yine kitabın birçok yerine net bir şekilde
ifade edilir.[6]
Güncel bir örnekle bu sakat anlayışın dine ve toplum
sosyolojisine nasıl zararlar verebileceğini gördük. Büyü ve güya şifalı
birtakım uygulamalar ile toplum nezdinde gücü elinde bulunduran Şamanlar,
kitleler halinde İslam’a geçişlerin başlamasıyla beraber toplumda ayrıcalıklı
bir zümre olarak varlıklarını sürdürebilmek için mevcut uygulamalarına İslami
bir görünüm vererek kendilerini de şeyh, derviş veya âşık olarak adlandırma
yoluna gitmişlerdir. Hem kendi uygulamaları hem de tarih boyu karşılaşılan
diğer uygarlıklardan bakiye diğer hurafeler, batıl inançlar ve özellikle de
büyü gibi öğretiler topluma Ömer Çelakıl stili ayet bükmeler yoluyla ‘’bunlar
İslam’ın buyruklarıdır’’ denilerek empoze edilmiştir. Zemin ve iklim de müsait
olduğu için aşı tutmuş ve hem Selçuklu’da hem de Osmanlı’da devlet dini olan
Sünni İslam’ın yanı sıra bu hurafeler ve batıl inançlar da ikinci bir alt din
gibi kurumsallaşarak kök salmış, kitleleri uyuşturmuş, analitik düşünceyi hatta
en temel mantık kaidelerinin dahi işletilebilmesine olanak vermemiştir. Aha
işte o yazının başında bahsettiğim ayrım burada kopuyor ahali. Yani bir devlet
dini olarak Arap orijinli kurumsal Sünni İslam’dan bir de Şamanist miras ve
diğer kültürlerden aparılan çeşitli batıl inançlarla karılmış heterodoks halk
dininden bahsediyoruz. Ortada kelimenin tam anlamıyla sosyolojik ve teolojik
bir kaos var.
Toparlıyorum;
- Kitapta olan orijinal İslam, bu cepte zaten
- Arap kültürü ile karılmış ve tarih boyu devlet dini olan kurumsal Sünni İslam
- Şamanist mirası da Anadolu’da karşılaşılan diğer kültürlerden bakiye uygulamaları da içinde barındıran heterodoks halk dini
Şimdi kafalarda tablonun biraz daha netleştiğini düşünerek
devam ediyorum. Peki, böyle bir farklılık neden oluştu?
Tarih metodolojisinde olayları ve süreçleri dönemin şartlarına
göre değerlendirebilmek önemlidir ahali zira olaylara bugünün paradigmasıyla
yaklaşırsanız fena çuvallarsınız. Yazı ve yazının kullanımı ancak sanayi
devriminden sonra falan bugünkü şekline yaklaşabiliyor. Hatta bugünkü haline
gelmesi sanayi devriminden bile baya sonralarına denk düşüyor. Evet her ne
kadar yazı, milattan önce bulunmuş olsa da yazının geniş kitlelerce günlük
yaşamda kullanılması binlerce yıl alıyor. Türkler İslam’ı kabul ettiğinde de
Anadolu’ya girdiklerinde de yazılı olarak Kur’an var, çoğaltılmasında da bir
problem yok ancak bir şeyler okuma alışkanlığı bugünkü gibi tabana yayılmış bir
şey değil. Hatta bugün bile değil ki lan. Çık sokağa rastgele 15 kişiye önce
Müslüman olup olmadığını sonra da Kur’an’ı kendi anlayabileceği herhangi bir
dilde okuyup okumadığını sor, ikisine de evet diyen kişi sayısı maksimum 3
falan olur. Evet, biz sözlü literatürle işleri yürüten bir toplumuz ahali bu
dün de böyleydi bugün de böyle belki yarın değişir.
Din, geniş halk kitlelerince tarih boyu ancak çevredeki
bilginlerin anlatımlarından öğrenilebilen bir kavramdı. Türklerde bu
bilginlerin adı Şaman veya Kam’dı. Bu kişiler de kendileri mevzuyu ne kadar
anladılarsa halka da o kadarını anlatabilirlerdi. Öte yandan işin sosyolojik
boyutunu da yukarıda açıkladım zaten. Adamlar ellerindeki gücü değişen
paradigmada da doğal olarak muhafaza etmek istiyor. Hal böyle olunca anlatılar
da manipülatifleşiyor. Yazılı, basılı Kur’an’ın ve Arap literatürünün alıcısı
da şu ortamda haliyle geniş halk kitleleri değil saray oluyor. Bu yüzden
yönetici sınıfın dini ile halk dini bu noktada farklılaşmaya başlıyor. Yazının
bu noktasından itibaren ‘’saray’’ diye ifade edeceğim yönetici sınıf;
elçilerle, yazılı basılı Kur’an ve Arap literatürü ile ve ikna yoluyla İslam’ı
kabul ediyor ancak halkın yegâne kaynağı bilginler(Türkmen Babaları) idi. Hal
böyle olunca Anadolu’da İslamlaşma yüzeysel kalmıştır. Özellikle deprem, sel
veya kuraklık gibi doğal afet durumlarında hemen eski inanç pratikleri yeniden
kendini göstermeye başlamıştır. Analitik düşüncenin zaten var olmadığı ortamda
hemen batıl inançlara sarılma refleksi gözlenmiş ve bu eski inanışlar zaman
içerisinde yeni dinin içerisine karılmaya başlanmıştır. Saray ve çevresinde
yaşayan şehir sakinleri benim Ortodoks diye tabir ettiğim sistematik Sünni
İslam’ı yaşarken, merkezden uzak, kırsalda dağda bayırda yaşayan halkınsa daha
karmaşık heterodoks bir din ortaya çıkardığını söylemek mümkündür. Şerif Mardin
bu mevzuyu, ‘’Ideology and Religion in The Turkish Revolution, International
Journal of Middle East Studies’’de güzel açıklar.
Ademi merkeziyetçi bu halk dini bugün Anadolu Aleviliği diye
tabir edilen inancın temellerini oluşturur. Bugünkü Alevi inancını
incelediğinizde zaten genel İslam algısından çok daha farklı birtakım imgelerle
karşılaşıyorsunuz. Ortodoks Sünni İslam’da müzik işi pek yoktur hatta kimi
tarikat ve cemaatlerde tef harici çalgıların haram olduğu bile söylenir. Buna
karşın heterodoks Alevi inancında bağlama ve saz kutsal kabul edilir hatta
ibadetlere dâhil olur. Yine ana akım Sünni inancında resim, tasvir ve fotoğraf
işleri de pek hoş karşılanmazken Alevi mekanlarında Hacı Bektaş’ın da Halife
Ali’nin de diğer büyük imamların da büyükçe resimlerini görmek mümkündür, ana
akım Sünni inanç bu tarz işlere oldukça mesafeli dururken Alevi inancında
sembolizm çok önemli yer tutar.
Tahtakuşlar Etnografya Müzesi diye bir şey duydunuz mu?
Durun turizm rehberliği mezunu olduğumu biraz belli edeyim. Buradan sonra
anlatacaklarım bitirme projemden
Önce Tahtacılar;
Osmanlı’dan beri orman işçiliği yapan, kimliği “Alevi” olan kendilerine
özgü gelenekleri olan, dağlarda ve ormanlarda göçebe hayatı yaşayan bir
topluluktur. Türkiye’nin güneybatı sahil şeridinde yaşarlar. Fatih Sultan
Mehmet İstanbul’u almak ve Midilli’de çıkan isyanları bastırmak için
kullanacağı gemilerin kerestelerini biçtirmek için Toros Dağlarındaki Tahtacı
Türkmen’lerini İda Dağına (Kazdağı) davet etmiş. Fatih Sultan Mehmet o
tarihlerde bizzat Edremit’e gelerek 67 gemi yaptırtmıştır. İş bittikten sonra
da Edremit-Çanakkale yolu üzerinde, Çamlıbel yakınlarındaki bölgede kalmaya
devam ederek bir Alevi köyü olarak Tahtakuşlar yerleşimini ortaya
çıkarmışlardır. Etnografya Müzesi de işte bu köyde yer alıyor zaten. Bugünkü
köyün halkı, Orta Asya’daki Oğuz boylarından Ağaç Eri’lerinin torunları olup,
13. yüzyılda Moğol baskısı nedeniyle göç ederek Hazar Denizi kuzeyinden Horasan’a,
oradan da Irak’a gelmişlerdir. Müslümanlığı kabul edince Türkmen olarak
isimlendirilmişlerdir.
Ben hem o köyü hem de müzeyi gidip yerinde gördüm. Müzenin
kurucusu Alibey Kudar’dır. Ben gittiğimde de oğlu vardı orada galiba, çok güzel
bir anlatım yapmıştı. Akademik bir çalışma yapmamış olmasına rağmen tarihsel
sürece genel olarak hâkimdi. Anlattıkları tam bir aydınlanma yaratmasa da insanın
kafasında birtakım şimşeklerin çakmasına vesile oluyor. Zaten müzede de köyde
de kültürü, kullandıkları eşyaları, çadırları ve ortaya çıkardıkları sanat
eserlerini görmek mümkün.
Ortada birbiriyle ciddi derecede ayrışan iki farklı inanç
sistemi ve hayat pratiklerinin olduğunu inşallah güzelce anlatabilmişimdir.
Ortodoks Sünni devlet dini ile heterodoks Alevi halk dini tarihin çeşitli
dönemlerinde çatışmıştır da. Selçuklu döneminde Ahi Evren ve Celaleddin Rumi özelinde bunu görmek mümkündür, ki bu blogda da bahsini geçirmiştim daha önce,
Osmanlı’da ise her dönem Türkmenler çeşitli sebeplerle sağa sola sürülmüş ve
birçok siyasi mücadele yaşanmıştır. Başka bir yazıda belki tarihsel sürecin
detaylarına da gireriz ancak bu yazıda tarihte yaşanmış bu mücadelelerin
aslında ciddi bir inanç farklılığına dayandığını ve bu farklılıkların ortaya
çıkış nedenlerini görmüş olduk.
Yani ortada iki değil aslında üç benzemezli bir İslam anlayışı vardır. Bunlar okuması araştırması keyifli konulardır. Dünya tarihinde araştırma yapmanın bu kadar kolay olduğu başka bir devir daha yok. PDF’ydi, ctrl+f’ydi, scholar’ıydı hepsi elinin altında lütfen üşenme güzel kardeşim.
Hadi selametle...
-------------------------------------
[1] Metin And. Oyun ve Bügü, Yapı Kredi Yayınları, 1974, İstanbul'dan aktaran Nimet Elif Uluğ, Osmanlı'da Batıl İtikatlar ve Büyü, Doğan Kitap, 2017, İstanbul
[2] Kur'an 7:3(A'raf Suresi)
[3] Kur'an 2:107,257(Bakara), 3:68(Ali İmran), 4:45,123(Nisa), 6:51(En'am), 7:3(A'raf) ve diğer birçok yerde...
[4] https://twitter.com/alpererdoganep/status/1331958926913499136
[5] Kur'an 6:94(En'am Suresi)
[6] Kur'an 2:48,123,254,255(Bakara), 6:51,70,94(En'am), 7:53(A'raf), 10:3,18(Yunus) ve diğer birçok yerde...
Bulut, Ü., & Hüseyin, B. A. L. (2016). Sosyolojik Açıdan Tahtacı Grupların Araştırılması (Muğla Örneği). Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (36), 81-102.
Yörükân, Yusuf Ziya, Anadolu’da Aleviler Ve Tahtacılar, {haz. Turhan Yörükân},Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1998
Karadere Züleyha, Yüksek Lisans Tezi, Yusuf Ziya Yörükan ve Mezhepler Tarihçiliği, Ankara, 2013
ÇIBLAK, N., 2005. Mersin Tahtacıları. Halk Bilimi Araştırmaları, Ankara, Ürün Yayınları
Merhan, A., 2014. Bayindir Tahtacıları ve Dillerinin Belirgin Özellikleri. Bilig, 69, 161.
AYDEMİR, A., 2013. SARIKIZ EFSANESİNDEKİ SARIKIZ ve ESKİ TÜRK İNANÇLARINDAKİ ALBIZ ÜZERİNE. Electronic Turkish Studies, 8(6).
Sümer, F., 1962. Agaç-eriler. Türk Tarih Kurumu Basımevi
Talas, M., & Aksoy, N. D., 2009. Küreselleşme-Yerelleşme Çerçevesinde Türk Alevîliği. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, (51).
Selçuk, A. & Kayseri, D. G. İ. T., 2010. SÖZÜN YAZIYA DİRENİŞİ: İKİ İNANÇ SİSTEMİ ÜZERİNE BİR KARŞILAŞTIRMA.
Duymaz, A., & Şahin, H. İ., 2008. Kaz dağlarında dağ, ağaç ve ocak kültü üzerine inanış ve uygulamalar. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11(19), 116-126.
KUMARTAŞLIOĞLU, S., 2011. TAHTACILAR’DA BİR GÖÇ TÖRENİ: OCAK AYIRMA. HÜTAD, (14).
Gökalp, Z., 2015. Türk medeniyeti tarihi. Ötüken Neşriyat AŞ.
Folklor / Edebiyat Dergisi, 2001/4, Sayı 28, Sayfa: 191- 202
Aksoy, M. (2004). Mut’ta Bir Alevi-Türkmen-Tahtacı Köyünde İnanç, Gelenek ve Görenek. İsmail Engin and Havva Engin (eds.), Alevilik
Dabağlar, N. (2014). Artemis’ten Sarıkız’a: Kaz Dağının Sarıkız Efsanesi
Kurt, O. (2016). Kazdağları’nda Bir Şaman Köyü: Tahtakuşlar Köyü
Somuncuoğlu, S. (2015). Kaz Dağları / Koşuburnu Köyü Ve Tahtakuşlar Köyü / Türk Kültürü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder