Selam ahali, bir 23 Nisan’ı daha geride bıraktık. Milli
bayramların genelinde olduğu gibi yine Atatürk alerjisi olan kimi cumhuriyet
düşmanları birtakım saçma sapan çıkışlarıyla gündemi meşgul ettiler. Bu sebeple
milli mücadele dönemi ve halifelik konularında birkaç kelam etmek istiyorum.
Aslında bu gibi zevatları ciddiye alıp da kalem oynatmamak lazım da işte bakma.
Hem malum saçmalıklara cevabımızı vermek hem de biraz halifelik üzerine
konuşmak istiyorum.
‘’Bilgisi olmadığı halde fikri olanlar cemiyeti’’nin kıdemli
üyelerinden Fatih Tezcan şöyle bir şey yumurtladı.
Yalanın vergisi olsa bunlar vergi rekortmeni olur.
- ·
Birinci Dünya Savaşı bitmiş Osmanlı paylaşım
masasında, Sevr imzalanmış beyefendi Sevr’i imzalayanlara karşı çıkıp işgal
kuvvetlerine karşı yeni bir savaş veren kadroyu ‘’düşmana bir mermi atmamak’’
ile itham ediyor. Allah akıl fikir versin.
- ·
İkinci iddiası ise devlet ve meclis varken başka
bir şehirde paralel meclis kurulmuşmuş bak sen. Ankara’da kurulan Büyük Millet
Meclisi’nin açılış tarihi 23 Nisan 1920, 16 Mart 1920’de ise İstanbul işgal
ediliyor! İngiliz Yüksek Komiserliği Salih Paşa’ya 16 Mart 1920 saat 09.40’da
bir nota vererek saat 10.00’dan itibaren İstanbul’un işgal edileceğini, M.
Kemal ve milli hareketin öbür liderlerinin Osmanlı hükümetince derhal red ve inkâr
edilmeleri gerektiğini bildirir.[1] Aynı gün işgal başlar; tren ve vapur
seferleri durdurulur, yollar kapatılır, Harbiye Nazırlığı ve PTT işgal edilir,
polis teşkilatının yönetimine el konur. Şehzadebaşı karakolu İngilizlerce
basılır 6 er şehit edilir, 15 er yaralanır sivil ve asker 150 kişi
tutuklanır.[2] Yani Fatih Tezcan beyefendinin var dediği devlet bu haldedir.
Osmanlı Devleti, Ankara’daki meclisin açılmasından 37 gün önce zaten fiilen
yıkılmıştır. Şu olay hakkında paralel falan diye konuşmak büyük
terbiyesizliktir, ayıptır. Paralel işlerini ise Fatih Tezcan’ın kendisi daha
iyi bilir.
- ·
Millete bir kere dahi sormadan işgalcilerin
emellerinin gerçekleştirildiği iddiası ise utanmazlığın aymazlığın zirve
noktasıdır ahali. Saltanatı savunup da her kararı millet meclisinde oylayarak
veren bir yönetime şunları söylemek için Fatih Tezcan olmak gerekir. Hem de
dönemin padişahı Vahdettin 8.11.1918 ve 16.3.1920’de tarihlerinde olmak üzere iki
defa ‘’millet bir koyun sürüsü! Bu sürüye bir çoban lazım! İşte o da benim.’’
[3] demişken! Peki ya o işgalciler niçin İstanbul hükümetine kendi emellerini
gerçekleştirecek kişileri tevkif etmeleri yönünde nota veriyor? Adamlar
Matrix’deki kaşığı büken çocuk gibi tarihi eğip bükmeye çalışıyorlar. Ancak
katranı kaynattık olmadı şeker sayın Fatih Tezcan!
İşbirliği nedir görmek ister misiniz ahali?
- · Konya eşkıyalarından Delibaş Mehmet’in tellalını
‘’Halifenin müttefiki olan İngilizler, Pınarbaşı’na doğru geliyorlar. Onlarla
birlik olup Kuva-yı Milliyecileri yenecğiz!’’ diye avaz avaz bağırtmaktır. [4]
- ·
Gerede isyanı öncülerinden Divitli Eşref Hocanın
‘’… Tek başımıza İngilizler’e meydan okuyoruz. Bu en büyük küfürdür.’’ şeklinde
nutuk atmasıdır.[5]
- ·
Konya’da ‘’Kim milliyetçilerle birlikte Yunan’a
karşı giderse, şer’an kâfirdir.’’ fetvası vermektir.[6]
- ·
Cami kapılarına ‘’M.Kemal’in ardına düşmek ve
emrine itaat etmek, şer’an küfürdür. Karısı boş düşer!’’ yaftaları asmaktır.[7]
- ·
Sabah gazetesinin 7 Ağustos 1919 baskısını
‘’İngiltere en büyük İslam devletidir!’’ manşetiyle çıkarmaktır.[8]
- ·
Vahdettin’in milli mücadele hareketine karşı
çıksınlar diye Kambur İzzet’i İzmir’e vali, Gümülcineli İsmail ile Nemrut
Mustafa’yı Bursa’ya vali, Artin Cemal’i Konya’ya vali, Ali Galip’i Mustafa
Kemal’i yakalasın diye önce Elazığ’a sonra Sivas’a vali, Abdurrahman Bey’i
Adana’ya vali, Anzavur Ahmet’i(ki eşkıyadır) Balıkesir’e mutasarrıf, Osman
Kadri’yi Bolu’ya mutasarrıf ve İbrahim Bey’i İzmit’e mutasarrıf olarak
göndermektir.[9]
Tüm bunlar olurken hem Damat Ferit hem de Vahdettin
defalarca İngilizlerden güvence talebinde bulunacak ve olumlu dönüşler de
alacaklardır.[10] Biri işbirliği mi demişti?
O dönem için şunu çok net bir şekilde ifade edebiliriz ki
hem devlet iradesi hem de halifelik makamı özellikle İngilizler olmak üzere
çeşitli hegemonların elinde oyuncak olmuş Vahdettin ve İstanbul yönetiminin
ileri gelenleri de kendi kişisel ikballerinin dertlerine düşmüşlerdi.
Halifelik zaten dini bir kavram olmaktan ziyade siyasi bir
makamdır. Hani ‘’Hıristiyanların başında Papa var da bizim başımızda neden bir
Halife yok veya neden olmasın’’ şeklindeki meşhur itiraz bu noktada İslam’ın
yapısı gereği açığa düşüyor. Çünkü baktığınız zaman Hıristiyanlıkta papazlar,
ruhbanlar, azizler vs. yığınla din görevlisi unvanı vardır ve bunlar yüzyıllar
boyunca önemli bir toplumsal sınıf oluşturmuştur. İslam ise çıkış noktası
gereği tüm bu ruhban sınıfı teranelerine karşıdır. Kur’an’da dinin yegâne sahibinin Allah olduğu
ve inananların da başka bir dini otorite tanımaması gerektiği net bir şekilde
ifade ediliyor. Bunu da blogda defalarca açıkladık zaten. Öte yandan Halife
olarak adlandırılan kişi Muhammed peygamberin vefatından sonra İslam devletinin
yöneticiliğini sürdüren kişiyi karşılayan bir kavramdır. Kelime olarak da
‘’ardından gelen’’ anlamını taşıyan halef sözcüğünden türemiştir. Buna bir
kutsallık atfetmek İslami açıdan da doğru bir tavır değildir. Ki zaten Osmanlı
padişahları da halife unvanını aktif bir şekilde pek kullanmamışlardır. II.
Abdülhamid’i burada ayırıyorum. Sadece II. Abdülhamid ‘’ben halifeyim’’ diyerek
bu unvanı aktif ve etkili bir biçimde kullanmayı tercih etmiştir. Halifelik
unvanının Osmanlı’da kullanılışı da devlet gücünün zayıfladığı dönemlerde
‘’Müslümanlar, birlik olalım bakın burada halife var’’ gibi bir tutumla
gerçekleşmiştir. Meşhur Osmanlı – Rus savaşları sonrasında Ruslar, Osmanlı
bünyesinde bulunan Ortodoks tebaanın hamiliğini talep edince Osmanlı da
halifeliği öne sürerek Rus nüfuzu altındaki Müslümanlar üzerinde hâkimiyet
talep etmiştir. Tamamen siyasi amaçlarla gerçekleşen bir hilafet vurgusu var
ortada.
Halifelik kurumunun bunun dışında aktif bir şekilde
kullanıldığı durumlar ise artık Osmanlı’nın dış politikada herhangi bir
yaptırım gücünün kalmadığı ve Düvel-i Muazzama’nın kontrolünde kukla olmak
şeklinde gerçekleşmiştir.
- ·
1788’de I. Abdülhamid, İngilizlerle çatışan
Maysor hükümdarı Tippu Sultan’a İngilizlerle savaşmaktan vazgeçmesini öğütleyen
bir mektup yazmıştır. [11]
- ·
1857’de İngiltere yine en önemli sömürgelerinden
biri olan Hindistan’da çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Müslümanların da olaylara
dahil olmaları üzerine İngilizler konuyu dönemin Osmanlı padişahı Abdülmecid’e taşır.
Abdülmecid de Hamdi Efendi başkanlığında bir ulema kurulunu Hindistan’a
yollamıştır. [12]
- ·
II. Abdülhamid’in de yine Hindistan’da
İngilizlere karşı çıkacak bir isyanı önlediğini Kadir Mısıroğlu Lozan isimli çalışmasında
aktarmaktadır ancak kaynak Kadir Mısıroğlu olunca haliyle pek de güvenemiyor
insan. Ancak Doğan Avcıoğlu II. Abdülhamid’in Afganistan’a Ruslardan ziyade
İngilizlerin dostluğunu tercih etmeleri gerektiğini öğütlediğini aktarıyor.
Görüldüğü üzere halifelik, Müslümanlara zerre faydası
olmadığı gibi bir de üstüne sömürgecilerin menfaatlerini koruyan bir kurum
olarak karşımıza çıkıyor. Bu halde olan bir kurumun dünya Müslümanlarının
birliğini sağlayabilmesi mümkün olabilir mi? Olmuyor da zaten. Zira 1889’da
Kuveyt, 1904’te Necit Suudileri, 1915’de Mekke şerifi Hüseyin Osmanlı’ya isyan
etmiştir. Ayrıca Irak, Suriye ve Lübnan’da da birçok isyancı örgütlenmeler baş
göstermiştir. [13]
Halifeliğin artık Osmanlı’ya da bir faydası kalmamıştır.
Zira alem-i İslam halifeyi sallamamaktadır.
Birinci Dünya Savaşı öncesindeyse Padişah V. Mehmet Reşat,
özellikle itilâf devletlerinin sömürgesi olan Müslüman ülkelerin ittifâk
devletleri safında yer almaları için Almanya’nın baskısıyla 22 Zilhicce 1332-29
Teşrin-i evvel 1330 {11 Kasım 1914} günü Cihâd-ı Ekber ilân etmiştir. [14]
İngilizler sırasını savmış sıra Almanlara gelmiştir. Bu çağrının ne ölçüde
karşılık bulduğu savaşın sonucundan ve savaş esnasında Arapların tutumundan
bellidir.
Ancak bu cihad çağrısı dünyanın öbür ucunda hiç alakası
olmayan garip bir biçimde karşılık buluyor. Avustralya’ya uzanıyoruz.
Avustralya, İngiliz Deniz Subayı James Cook tarafından 1770
yılında keşfedilince, bu kıta İngiltere’ye bağlandı. Sanayi devriminden sonra,
hammadde arayışı bu kıtada da yoğunlaştırıldı. Motor gücü elde edilmiş ancak bu
tarihlerde henüz geniş alanlarda kullanılmamaktaydı. Taşımacılık, ulaşım
genelde hayvan ve insan gücüyle yapılmaktaydı. Kıta bâkir olduğu için
kıyılardan iç bölgelere ulaşmak zordu. Bu ulaşım develer ile yapılmaya
çalışıldı. Ama deve sürmek de öyle her babayiğidin harcı değildir. Bu sebeple deve
yetiştiriciliği ve sürücülüğünden anlayan insanlar bu topraklara götürüldü.
Bunlar da pek tabii ki Müslümanlardı.
Kuzey-Batı Hindistan’dan (şimdiki Pakistan) deve sürücüsü olarak
Avustralya’ya gelen Molla Abdullah ve Kul Badsha Muhammed adındaki iki Müslüman
Avustralya’ya savaş açıp “Broken Hill Savaşı”nı gerçekleştirmiştir. Molla
Abdullah, 1879 yılında Hindistan’dan (Şimdiki Afganistan) Avustralya’ya gelen
Abdul Wade’ın organize ettiği deve taşımacılığı işinde çalışmak üzere 1890
yılında Avustralya’ya gelmiş, 1910 yılına kadar deve taşımacılığı yapmıştır.
Molla Abdullah Hindistan’da medrese eğitimi görmüş ve Avustralya’ya gelen
Müslümanların dinî liderliğini ve İslâm esaslarına uygun hayvan kesimi işini
yapmaya başlamıştır. Bu hayvan kesimi işi izinsiz yapıldığından, birkaç defa
cezalandırılmış hatta mahkûm olmuştur. Avustralya’da ilk mescit, bu iki
Müslüman tarafından yapılmış Molla Abdullah bu mescidin faaliyetlerini
yürütmüştür. Bu mescit, az sayıdaki Müslümanın kendi inançlarına göre yaşama ve
beslenme merkezi olduğu sanılmaktadır.
Kul Muhammed ise okur-yazar olmayıp bir müddet deve
sürücülüğü yaptıktan sonra, Avustralya’da yollar yapılıp ulaşımın motorlu
vasıtalar ile yapılmaya başlaması ve buna paralel olarak deve taşımacılığının
ikinci plânda kalması üzerine, seyyar dondurmacılık yapmıştır. Buraları neden
bu kadar detaylı anlattığım az sonra anlaşılacak biraz sabır ahali. Özellikle
de dondurma ayrıntısına dikkat edin.
Kul Muhammed’in muhtemelen Hilâl-i Ahmer Cemiyeti veya
Osmanlı Devleti ile Hindistan arasındaki ticarî ilişkiler münasebetiyle 1900
yılında İstanbul’a gelip Osmanlı Ordusu’nda Balkan Savaşlarına gönüllü olarak
katıldığı, bu sebep ile dört defa İstanbul’a gelip devecilik yaptığı ve 1912
yılında Pakistan’a döndüğü bilgisi mevcuttur. Bu bilgiye göre Osmanlı
Devleti’ni tanıyan biridir. Kul Muhammed ve Molla Abdullah’ın bu cihad
ilânından nasıl haberdar oldukları bilgisine ulaşılamamış ancak kendilerine bu
emrin verildiğini geride bıraktıkları notta belirtmişlerdir. Bu iki Müslüman,
cihâd emrine uyarak Avustralya’ya savaş açtıklarını bir dilekçe ile yetkililere
bildirdiler. Ancak bu dilekçeyi hiçbir yetkili doğal olarak sallamamıştır.
Savaş plânı yapan bu iki Müslüman, 1 Ocak 1915 günü yılbaşı gezisi için
Silverton’a giden, üzeri açık 40 vagonlu ve 1200 kişinin bulunduğu trene Broken
Hill’e 3 km uzaklıktaki, bugün Türk Kayalığı ismi verilen yerde ateş açarak
savaşı başlattılar. Bu ateş sonucunda 3 kişi ölüp yedi kişi yaralandı. Olay
üzerine Broken Hill Polisleri olay yerine gelince, yakındaki beyaz kayalıklara
(Bu günkü ismi Türk Kalesi “Turks’ stronghold”) kaçarken bir oduncuyu da
öldürüp kayalıklara siperlendiler. Üzerlerine gelen polis güçleriyle 90 dakika
çatışmışlardır. Molla Abdullah bu çatışmada ölmüş, Kul Muhammed ağır
yaralanmıştır. Kul Muhammed Broken Hill Hastahânesi’ne kaldırılırken yolda
ölmüştür.
Bu çatışmada o günkü Osmanlı Devleti’nin kullandığı el
yapımı Ay Yıldızlı bayrak iki Afganlı tarafından olay yerine asılmıştır. Bayrak
Türk bayrağı olduğu için 2 Ocak 1915 tarihli gazeteler “Broken Hill Savaşı”nın
Türkler tarafından yapıldığını yazmışlardır. Olay sonrası yapılan incelemede
olayın Türkler tarafından değil, iki Hintli (Pakistan) Müslüman tarafından
gerçekleştirildiği ortaya çıkmıştır.
Avustralyalılar, Broken Hill Savaşı ile tarihlerinde ilk
defa kendi topraklarında bir savaşa şahit olmuşlar ve resmî tarihlerine bunu
böyle kaydetmişlerdir. Avustralya’nın milli bilincinin oluşması aslında biraz
da bu savaş sayesindedir. Bu konuda epey akademik çalışma vardır.
Broken Hill olayından üç gün sonra, olay mahallinde inceleme
yapılmış bir taşın altında Molla Abdullah’ın bozuk Darî ve Urduca diliyle
yazdığı bir not ve Kul Muhammed için yine Molla Abdullah tarafından yazıldığı
belirtilen ikinci bir not bulunmuştur. Bu notlar, 12 Ocak 1915 gününe kadar
çoğaltılıp halka dağıtılmıştır. Kul Muhammed’in kemerinde Padişah’ın mührünü
taşıyan bir mektup ele geçirilmiştir. Kaynaklarda mektup olarak geçen belgenin,
büyük bir ihtimal ile Enver Paşa tarafından her tarafa gönderilen Padişah’ın
Cihâd-ı Ekber ilânının bir sûretidir. Padişah’ın daha önce Osmanlı ordusunda
görev yapmış bir kişinin şahsına mektup yazıp orduya katılmasını istemesi gibi
bir usul söz konusu değildir.
Erzincan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof.
Dr. N. Fahri Taş, ‘’ Avustralya’nın Çanakkale Savaşı için yazdırdığı 12 ciltlik
kitaptaki bilgilere ve bazı kaynaklarda Broken Hill Savaşı’nın gönüllü Avustralya
gençlerinin savaşa yazılmalarını sağlamak için yapıldığını belirtmektedirler.
Bu konuda bir belge temin edilememiştir. Ancak iki Afganlı Müslüman’ın dinî
duyguları sebebiyle, kendilerini sorumlu hissedip bu olayı gerçekleştirdikleri,
üzerlerinden çıkan notlardan anlaşılmaktadır. Bu hâdise, İngiltere’nin gönüllü
gençleri savaşa sokmak için yapılmış ise iki Müslüman maktulün üzerinden çıkan
notların yazılması ve Türk bayrağının çatışma noktasına dikilmesi de bu plânın
bir parçası olabilir’’ demektedir. Kesinlikle mantıksız bir teori değil.
Geçen sene Türk İşi Dondurma diye bir film çıkmıştı
hatırlarsınız. Film işte bu anlattığım Broken Hill olayını konu ediniyordu.
Ancak bizim Molla Abdullah ve Kul Badsha Muhammed filmde Afgan veya Paki değil
Türk yaptıkları iş ise fevri bir cihat değil vatan savunusu olarak
gösterilmişti.
Tarihi de maşallah büken bükene. Son tarih bükücüler!
Hani böyle bir olay hiç yaşanmamış olsa ve çıkıp böyle bir
senaryo yazsanız buna eyvallah derim, kurgudur, sanattır. Ancak şu şartlarda
bunun adı tarihe ihanettir. Ayrıca hafızanızı biraz zorlayın filmin yayınladığı
15 Mart günü Yeni Zelanda’da Müslümanlara yönelik bir terör saldırısı
gerçekleştirilmişti. Üzerine çeşitli teoriler de yazıldı hatta. Bunlar
enteresan şeyler olum. Sinema yalnızca sadece sinema değildir propaganda
yapmanın kitlelere ulaşmanın en kolay yolu olan bu mecrada ülkece böyle
enayilikler yapmayalım artık. Misal yine aşağı yukarı aynı dönemde vizyona
giren Çiçero bu bağlamda oldukça başarılı bir iştir. Ancak Türk İşi Dondurma
için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim ahali. Bu olsa olsa Türk İşi Manipülasyon ya
da kendi ayağımıza sıktığımız için Türk İşi Fiyasko olabilir.
Evet, Presidente Kültür & Sanat bölümünün de sonuna
geldiğimize göre yazıyı bitirmenin vakti gelmiştir. Hayırlı ramazanlar
diliyorum.
Hadi selametle…
-------------------------------------------------------------
[1] Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, 1. Cilt
CXXII/460
[2] Turgut Özakman, ‘’Vahidettin, M. Kemal ve Milli
Mücadele’’, 1998, Bilgi Yayınevi
[3] C. Kutay, ‘’İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu ; Yakın
Tarihimiz 2C’den aktaran T.Özakman, age
[4] Şevki Yazman, ‘’İstiklal Savaşı Nasıl Oldu?’’dan aktaran
T.Özakman, age
[5) Rüknü Özkök, ‘’Düzce-Bolu İsyanları’’ndan aktaran
T.Özakman, age
[6] S. Tansel, ‘’Mondros’tan Mudanya’ya’’ 3.C’den aktaran
T.Özakman, age
[7] D.Arıkoğlu, ‘’Hatıralarım’’dan aktaran T.Özakman, age
[8] T.Özakman, age
[9] Jeschke, ‘’TKS Kronolojisi I’’, ‘’KS Günlüğü 1.C ve
3.C’’, ‘’Yüzbaşı Selahattin’in Romanı 2.C,’’ Durmuş Yalçın, ‘’Milli Mücadele’de
İdareciler’’, AAMD 21 Temmuz 1991 sayısı, R. Özkök, ‘’Düzce Bolu İsyanları’’ ve
T.M Göztepe, ‘’V.M Gayyasında’’dan aktaran T.Özakman, age
[10] Jeschke, ‘’TKS Kronolojisi’’ , Taner Baytok, ‘’İngiliz
Kaynaklarından Türk Kurtuluş Savaşı’’ ve Bilal N. Şimşir, ‘’İngiliz
Belgelerinde Atatürk’’’den aktaran T.Özakman, age
[11] T.Özakman, ege
[12] Doğan Avcıoğlu, ‘’Milli Kurtuluş Tarihi’’den aktaran
T.Özakman age
[13] Mufassal Osmanlı Tarihi
Abdülbaki Gölpınarlı, ‘’Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar’’
ve F.Belen, ‘’20. Yüzyılda Osmanlı Devleti’’nden aktaran T.Özakman, age
[14] TAŞ, N. F.
(2016). BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI, ÇANAKKALE MUHAREBELERİNİN AVUSTRALYA’DA DOĞURDUĞU
SONUÇLAR. Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9(1), 47-54