13 Aralık 2016 Salı

Toplumsal Çürüme ve Okyanus Ötesinden Gelen Tipolojiler

Selam ahali, biraz Türkiye’den bahsetmek, Türkiye ile ilgili yazmak, Türkiye hakkında konuşmak istiyorum. Zira ülkemiz uluslar arası arenada her daim üzerinde politik, ekonomik, ezoterik, ilahi ve sosyal operasyonlar planlanan, yapılan ve yapılmış bir coğrafyada konumlanmaktadır. Bu yazıda ise toplum üzerine yapılmış bir tipolojiye(toplumu sınıflandırmak) değinmeyi planlıyorum.

Daniel Lerner ve Lucille Pevsner isimlerini daha önce duydunuz mu?

Bu herifler Amerikalı ‘’bilim adamı’’ ve yazar olarak tanınıyor. Esasında pek de tanınmıyorlar, zira internette kendileriyle ilgili yeterli bilgi yok. Bi’ aratın internette, ne söylemek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

‘’Bilim adamı’’ dediğime de bakmayın, laboratuvarda Ortadoğu üzerinde politikalar üretmenin, hayali haritalar oluşturmanın neresi bilim anasını satayım. Sosyoloji böyle bir şey değil siz çok yanlış gelmişsiniz.

Daniel Lerner 1950 yılında Ankara Balgat’tan hareketle Türkiye üzerine bir araştırma başlatıyor. Araştırma Türk tarafından da destek buluyor ve Türkiye hükümeti ile koordineli bir şekilde ilerliyor. Araştırmanın ilk etabında Lerner Türkiye’de değil, Tosun B.’den aldığı bilgiler-raporlar doğrultusunda yürütüyor araştırmasını.

Günümüzde Ankara-Çankaya’nın bir semti olan Balgat 1950 itibariyle bir köy, Tosun B. de buraya köylülerle bir dizi röportaj ve gözlem yapmaya gidiyor. Ancak muhtar gözlemleri ve temasları esnasında Tosun B.’yi hiç rahat bırakmıyor, çobanla görüşmek istiyor ‘’sana tahsis ettiğimiz odada görüşme bu sana saygısızlık olur’’ deyip müdahil oluyor, köylülerle iletişim kurmaya çalıştığında kendi ailesinden birileriyle görüşmesini tavsiye ediyor falan. Ayrıca görüşmeler esnasında da mümkün mertebe köylülerle de yalnız bırakmıyor. Tabi bizim Tosun ayar oluyor bu muhtara raporlarında da belirtiyor bunu.[1] Muhtar bir asker emeklisi.

Esasında Tosun’un sevmediği bir karakter daha var köyde, o da bakkal. Zira bu bakkal benim tabirimle ifade etmek gerekirse tam bir dalyarak. Köyde tarımla uğraşmayan tek kişi olduğu için farklı görüyor kendini, hiçbir bilgisi olmamasına rağmen Amerikaperest*, Amerikan filmlerinde gördüğü süper maketlerden kurmak gibi vizyonsuz da bir hayali var ayrıca kravatla falan dolaşıyormuş ortalıkta[2].

Ancak Lerner ise Tosun B.’nin tam aksi bir kanıya sahip. Lerner’e göre bakkal ve muhtar modernleşmekte olan Türkiye’nin baş aktörleri! Zaten Daniel Lerner bu çalışmanın sonunda yazdığı makaleyi de ‘’The Grocer and The Chief’’ başlığıyla yayınlıyor.[3] Yazının sonunda verdim bu makalenin linkini, zaten makaleye de pek benzemiyor karakterleri bir roman karakteri gibi içselleştirerek yazdığı için hikâyeye benzemiş mutlaka okuyun derim.

Gelelim Lerner’in muhtar ve bakkal karakterlerine ayrı bir önem atfetmesinin ve onlara ‘’modernleşmekte olan Türkiye’nin baş aktörleri’’ yakıştırmasını yapmasının sebebine; Lerner’e göre muhtar Türkiye’nin o an içinde bulunduğu koşulları temsil ediyor. Bakkal ise farklı, cesur, geniş görüşlü köyün dogmalarıyla bir başına mücadele eden bir adam(!)[4]

Hadi oradan!

Ya zaten bu güruha göre bu coğrafyada ne kadar içinden geldiği kültürü-geleneği aşağılayan, bölücü, ayrıştırıcı, ötekini hakir gören unsur varsa kahramandır, devrimcidir. Neyse şimdilik konunun akışını daha fazla bölmeyelim daha sonra tekrar değineceğim buraya.

Heh şimdi bu görüşmelerin en önemli kısımlarından birine geldik. Tosun B. köylülere;
Sizce memleketin en büyük sorunu nedir?
Şayet başbakan olsaydınız bunu nasıl çözerdiniz?
sorularını yöneltiyor.

Ancak köylüler genelde bu soruya ‘’yav yeğenim başvekillik bizim ne haddimize’’ gibi cevaplar vermiş.

Muhtar ise ‘’ben bu küçücük köyü bile zor yönetiyorum koca memleketi nasıl yöneteceğim?’’ diye başlayıp köylülere yakın bir çizgide pozisyon alıyor ancak bu giriş cümlesinin sadece bir ‘’zemin yapma’’ olduğu muhtarın daha sonraki ifadelerinde ortaya çıkıyor. Zira muhtar bu cümleden sonra sanki yıllardır bu mesele için kafa patlatmış gecesini gündüzüne katmış gibi uzun uzadıya tarım kredileri, tohum destekleri ve bazı teşvik planlarından bahsetmiş.

Gelelim bakkala; bakkal bu soruya cevap verirken dahi yine köylüleri ezmenin peşindedir. ‘’bu garipler bir kez dahi olsa büyük şehir yaşamını görebilsin diye geniş geniş yollar yapar bu zavallı deliklerinden çıkıp dünyayı tanımalarını sağlardım’’ diye küstahça bir cevap vermiştir.

Bu tavır tanıdık geldi mi lan?

Kendini ‘’baba’’ olarak tanıtan siyasetçiler, ardından gelip de ‘’devletten baba olmaz’’, ‘’eğer devlete baba derseniz şöyle olur, böyle olur’’ diyerek bu anlayışın yıkmaya çalışan siyasetçiler, ‘’genişçe yollar yaptık’’ diyerek belediyecilikle ülke yönetmeye çalışan siyasetçiler…

Ve hepsinin CFR’lerden, Bilderberg’lerden gelmiş olması…

Bir ülkenin siyasi iklimini belirlemede ve o iklimi bir çırpıda değiştirmede bu ve bu tip araştırmaların önemini görün.

Tekrar Balgat’a dönmek gerekirse;

Tosun B.’nin köylülere yönelttiği bir diğer soru ise ‘’Türkiye dışında hangi ülkede yaşamak istersiniz?’’ olmuştur. Tabi bakkal hemen atlamış ve hepinizin rahatça tahmin edebileceği üzere ‘’Amerika!’’ cevabını vermiştir. Muhtar ve köylüler ise soruyu yanıtsız bırakarak ‘’vatanımdan ayrılacağıma ölürüm’’ demişlerdir.

Lerner’in bakkal karakterine tutulmasının sebeplerinden bir tanesi de budur esasında. Şimdi bu araştırmayı daha iyi anlayabilmek adına dönemin konjonktürüne odaklanalım istiyorum.

Yıl 1950 demiştim, Türkiye Marshall yardımı alıyor ve ABD’nin etki alanında sosyal ve ekonomik bir dönüşüm içerisinde, liberalleşme sürecinde. Yani Mustafa Kemal’in devletçilik ilkesi terk edilerek liberalizme doğru yelken açıyoruz. Balgat da bu dönüşümde pilot bir belde ve sembolik bir öneme sahip. Zira Ankara Türkiye’nin başkenti ve Balgat da tam da bu başkentin merkezinde. Bugün dahi birçok siyasi partinin genel merkezi Balgat’ta yer almaktadır.

Şimdi takvimleri ileri alıyoruz; yıl 1954!

Lerner Türkiye’yi ziyaret ediyor. Esasında bu seyahat bir Ortadoğu seyahati, İran, Suriye, Lübnan, Mısır ve Yunanistan’ı ziyaret ettikten sonra son durak olarak Balgat’a ulaşıyor.

Balgat 4 yılda inanılmaz değişmiştir. Tosun B’nin 1950’de köydeki görevinin bitmesinin hemen ardından Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Kuzey Afrika’da görevlendirilmiş olması sebebiyle Lerner’e Tahir S. rehberlik etmiş. Bu şahıs da aynı araştırmanın İzmir ayağını yürütmüştür. Amerika’lılar memleketi karış karış gözlemleyip profil çıkarma derdindedir.

Peki, nasıl bu kadar rahat hareket etmişlerdir? Hükümetten aklıselim biri çıkıp da hayırdır diyememiş midir?

Maalesef, diyememiştir. Bunu tarihten bazı örneklerle açıklayacağım;

Türkiye 11 Mart 1947’de IMF’ye üye olmuş, 12 Mart 1947’de ise Truman doktrini kapsamına dahil edilmiştir.[5] O tarihlerde kimse ‘’IMF nedir?, Bretton Woods nedir?, Dünya Bankası nedir?’’ bilmiyordu maalesef buna siyasetçilerimiz de dahil. Ancak tüm bunların öncesinde daha da vahim bir gelişme olmuştur. Türkiye 6 Eylül 1946’da tarihinin ilk devalüasyonunu yapmış, Mustafa Kemal’in Türk parasını koruma kanunu bertaraf edilerek Türk Lirasının değeri dolara oranla %117 düşürülmüştür çünkü dolar kredisi alınacaktır. Devalüasyon’un ne olduğu bilinmediğinden, mevzu zamanın Başbakanı Recep Peker tarından gizli oturumla milletvekillerine anlatılır. Çoğunluk ‘’biz bu kararın sorumluluğuna katılmıyoruz’’ der, bunun üzerine Peker; ‘’Sizden bu sorumluluğa katılmanızı beklemiyoruz, izin de istemiyoruz sadece haber veriyoruz.’’[6] Bu konuşmanın meali; valla beyim emir büyük yerden.

TBMM’nin cehaleti korkunç boyutlardadır;

IMF’ye üyelikle ilgili yasa tasarısı TBMM Ticaret Komisyonu’nda görüşülürken, Hazine Genel Müdürü Sait Naci Elgin, konu hakkında 3 saatlik bir konuşma yapar. Konuşmanın içeriği ‘’TUR101 Ekonominin Temel Kavramları’’ seviyesindedir, işte IMF, devalüasyon gibi kavramları anlatmaya çalışmaktadır meclistekilere, ülkeyi yönetenlere! Ancak bu üç saatin ardından milletvekillerinden gelen yanıt; ‘’Siz iyi anlattınız ama biz pek anlayamadık, yeniden anlatır mısınız?’’[7]

Ben açıkçası bu bilgilere ilk ulaştığımda beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Sizlerin de kaskatı kesilmiş olabileceğinizi tahmin ediyorum. Gidin bi’ yüzünüze su çarpın lan.

Velhasıl kelam bu ortamda yapılan oylama neticesinde o gün mecliste bulunan 305 vekilin 305 oyuyla yani oybirliğiyle kabul edilmiştir bu tasarı.[8] Kimse neye, ne için oy verdiğini dahi anlamamış, yasa hiçbir gerginlik olmadan ‘’tatlı tatlı’’ geçmiştir meclisimizden.

ABD ilmek ilmek işlemiş ve Türkiye’yi kontrolü altına almıştır. Bizim millet de Amerika bize yardım edecek, çağdaşlaşacağız deyip olanları alkışlamıştır. Bakın cahillik kesinlikle saflık, temizlik gibi olumlu sıfatlarla aklanacak bir şey değildir. Kişinin cahilliğinden sorumlu tutulamayacağı anlayışı da çok yanlış bir anlayıştır, cahillik en alasından günahtır ve şartlar her ne olursa olsun hesabı sorulmalıdır, sorulacaktır. İnsanları cehalete sürükleyenler ve cahil içinde âlim olanlara ise ben bir şey söylemeyeyim siz en yaratıcı küfürlerinizle selamlayın kendilerini. Yazının sonunda bir adres gösterdim, Türkiye ile ABD arasında ilk imzalanmış olan yardım anlaşmalarını mutlaka inceleyin.**

Şimdi tekrar Balgat’a dönebiliriz. Konuyu fazlasıyla dağıtığımın farkındayım ama bunları burada anlatmayacaksam başka nerede anlatacağım? Bu iş de biraz böyle olmak zorunda. Hemen toparlamak gerekirse;

Lerner Nisan 1954’de yanında Tahir S. ile beraber Balgat’a ayak basar. Balgat inanılmaz ölçülerde değişmiştir. Tıpkı bakkalın tarif ettiği gibi ‘’Duble yollar’’ yapılmış ve merkeze, Çankaya’ya bağlanmıştır. Balgat artık bir köy değildir, Ulus’tan saat başı otobüsler kalkmaktadır, yepyeni, gıcır gıcır otobüsler… Hatta otobüslerdeki yazılı uyarılar bile hala Almanca’dır, ‘’Achtung’’ falan yazıyormuş kapılarda. Yani özetle Lerner’in başlattığı araştırma Balgat halkına yol, su ve elektrik olarak geri dönmüştür.

Lerner ve Tahir önce muhtara gider. Muhtar da başlar anlatmaya; Her şey Demokrat Partilierin köye gelmesiyle başladı, köylüleri dinlediler, taleplerini sordular ve vaat ettiklerini yaptılar. O gün Balgat Demokrat Partili oldu. Lerner köylüler ile konuşmak istediği an 4 sene içinde Balgat’ta değişmeyen tek şeyin Muhtar olduğu anlaşılır, muhtar yine kendi ailesini öne sürer. O dakika zaten Lerner’in kafasında ampul yanar, Tosun’un raporları gerçekleri yansıtıyordu. Daha sonra Lerner ve Tahir soluğu kahvede alır, köylüler de hemen yanlarına toplanır ve Balgat hakkında konuşmalar başlar. Köylüler Tosun’u hatırladıklarını, Balgat’ın yol, su ve elektrik ile artık çok geliştiğini ve köy olmaktan çıktığını, 4 CHP’linin dışında kimsenin çiftçilik yapmadığını ve Ankara’da fabrika ve inşaatlarda çalıştıklarını, bunun sonucunda köyde tüketilen gıda maddelerinin artık ithal olduğunu ve yine bunu takiben Balgat’ta artık 7 tane bakkalın bulunduğundan bahsetmişler. Tabi bakkal muhabbeti geçince Lerner hemen ‘’has adamının’’ akıbetini sorar köylülere. Bakkal ölmüştür, hikayenin başındaki çoban ise artık Balgat’ta sürü bulamadığı için başka bir köye göç etmiştir. Lerner aldığı vefat haberi üzerine çok üzülür zira o bakkalı görmeyi çok istemekteydi.

Köylüler ile olan sohbetinin ardından Lerner tekrar muhtarın yanına döner. Muhtar Balgat artık Ankara’ya bağlandığı için bir sonraki yerel seçimlerle beraber muhtarlığın kaldırılacağından bahseder. Son muhtar olduğu için gururludur ancak bu değişimde şikayetçi olduğu bazı noktalar da vardır. Genç nesil artık giyim kuşam ve eğlence odaklı bir hayat sürmekteydi ve vatan-millet gibi konuları hiç umursamamaktaydı. Hatta muhtarın oğlu da bu furyaya kapılanlardandı ve köyde bir giyim mağazası açmıştı. Ancak tüm bunlara rağmen muhtar DP’nin başlattığı dönüşüm tamamlanınca bunun da çözüleceğine inanmaktaydı. 

Lerner tüm bunlardan o kadar etkilenir ki çalışmasının final cümlesi; ‘’Bakkal öldü. Muhtar ise oğullarının bedeninde bakkalı reenkarne etti.’’ olmuştur. Adam iyice roman yazma havasına bürünmüş anasını satayım.

Neyse bırakın şimdi makarayı. Bu çalışma çok önemli çünkü buradan alınan sonuçla Daniel Lerner ve Lucille Pevsner Türkiye için bir tipoloji ortaya koyuyor. Bu tipolojiye göre toplumumuzu üçe ayırıyorlar;

  • ·         Modern(Tüketen)
  • ·         Gelenekçi(Tüketimi reddeden)
  • ·         Arada Kalanlar

Şayet sen bir toplumu bu şekilde sınıflandırırsan ulusal birliği kökünden sarsmış olursun. Ondan sonra muhtarın yakındığı gibi sikimsonik nesiller türer, üretmeden tüketen, düşünmeyen, düşünemeyen ve düşünmek istemeyen yığınlar ile karşılaşırsın. Bunun adı toplumsal çürümedir.

Benim ülkede kaç tane darbe olmuş, darbelere kimler gelmiş, kimler gitmiş bilmeyen üniversite üçüncü sınıf öğrencisi arkadaşım var lan. İşte toplumsal çürüme budur.

27 yaşına gelmiş iki üniversiteye başlayıp yarıda bırakmış evde CS GO oynayan heriftir toplumsal çürüme.

Birileri bir iş yapsın ben de oradan komisyon alıp yolumu bulayım zihniyetidir toplumsal çürüme. Evet, komisyonculuk toplumsal çürümedir. Zira bu adamın bir şey üretmek, geliştirmek, faydalı olmak gibi bir gayesi yoktur. Bu adam memlekete bir artı değer katamaz, katmaz hatta katmak için çaba bile göstermez.

Sabahtan akşama kadar kafelerde oturup ‘’kız düşürmeye’’ çalışan Arizona kertenkeleleridir toplumsal çürüme.

Toplumsal çürüme kafeyi ‘’c’’ ile yazmaktır.

4 sene üniversite okuyup hizmet sektöründe çalışmaktır toplumsal çürüme.

En büyük ekonomik hareketliliğin inşaat sektöründe olmasıdır toplumsal çürüme.

Geçen sene Ekim ayı falan olması lazımdı, dayımla derin bir tartışmaya girdim. Ona üretmeden tüketmenin yanlış bir şey olduğunu ve yeni bir ekonomik model ortaya koymamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Sabaha karşı 4’e kadar konuştuk ve son cümlesi şu oldu; ‘’Sen bunlara kafa yoracağına yarın bir gün babanın dükkanının başına geçtiğinde 3 liraya aldığın malı nasıl 5 liraya satarsın bunu düşün.’’ Harcadığım onca zamana mı yanayım, aldığım cevaba mı? Evet, ben dayımda gördüm toplumsal çürümeyi.

Toplumsal çürüme başlatmanın ve bunu hızlandırmanın bazı metotları vardır. Toplumsal çürüme yediğin ekmekten başlar, GDO’dan başlar sonra bir bakmışsın ki üç tarafı denizlerle çevrili verimli arazilere ve iklim çeşitliliğine sahip ülke Allah’ın çölünde konumlanmış İsrail’den tohum ithal ediyor.

Hayat işte.

Toplumsal çürümenin en önemli aşaması ise eğitimdir. Her kabine değişikliğiyle Milli Eğitim Bakanını değiştirirsen, sürekli sistemi değiştirirsen, öğretmek yerine ezberletir sürekli hizmet sektörüne adam yetiştirirsen üniversite üçüncü sınıfa gelmiş olmasına rağmen kaç tane darbe olmuş, bu darbelerle kim gelmiş-kim gitmiş bilmeyen öğrencilerin olur. Peki, 1949’da ülkedeki eğitim müfredatının ABD’nin eline verirsen[9] bu eğitimin ‘’milli’’liği nerede kalır? Ayrıca bu icraatı gerçekleştiren adama da ‘’Milli Şef’’ demenin adını ne koymalı?

 Ne diyem Mahmut mu diyem?

Hadi selametle…




---------------------------------------------------------------------------------------------------------


[1] Lerner, D. (1958) “The Chief and The Grocer” The Passing of Traditional Society: Modernizing the Middle East. Glencoe, IL: The Free Press
[3] Age
[4] Age
[5] Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke Oltadaki Balık Türkiye – M. Emin Değer, Kilit Yayınları, 27. Baskı Eylül 2016
[6] IMF Kıskacında Türkiye – Yalçın Doğan, Toplum Yayınevi, 1980
[7] Age
[8] Tutanak Dergisi, 1947 Yalçın Doğan
Peace in Turkey 2023: The Question of Human Security and Conflict Transformation - Tim Jacoby,Alpaslan Özerdem


* Erol Bilbilik’in bu isimde bir kitabı var. Erol Bilbilik – Amerikaperestler mutlaka okuyun, okutun.
** Mehmet Emin Değer Oltadaki Balık Türkiye isimli kitabının sonunda ekler bölümünde bahsettiğim anlaşmaların yazılı metinlerine yer vermiştir. Oradan okuyabilirsiniz. 22 Mayıs 1947’de ABD Kongresinden çıkan Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu’ndan tutun da 29 Mart 1980’de imzalanan Türkiye-ABD Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması(SEIA)’na kadar hepsi tam metinleriyle mevcut. İşin vahametini bunlara göz atarak çok daha iyi bir şekilde kavrayabilirsiniz.