29 Mart 2018 Perşembe

İslam'ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf


Selam ahali dünyada anayasa ve yasacılık üzerine üç temel bakış vardır;

  •          Herkese Tek Anayasalı Hukuk Sistemi
  •          Çok Yasalcılık / Çok Hukukluluk
  •          Yokyasalcılık


Birincisi günümüzde de hali hazırda uygulanmakta olan hukuk sistemidir. Bu sistemde devlet bir anayasa ortaya koyar ve tüm vatandaşlar o anayasaya uymakla yükümlüdür ve bu sistem Roma İmparatorluğuna dek uzanır. Ancak bir anti parantez açmak istiyorum, bu konuda ciddi manada değerlendirilmesi gereken muhalif fikirler de vardır. Mesela Marmara Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünde akademisyenlik yapan Prof. Dr. Gültekin Çetiner hoca bu iş için ciddi mesai harcayıp kafa patlatıyor. Günümüz sistemini HEYA(Herkese Yek Anayasa) olarak isimlendiriyor, her bireyin yasa hakkı bulunduğunu ve bu hakkımızın mevcut sistem içinde gasp edildiğini ifade ediyor. Bu sistemin köklerini o da Roma dönemine tarihleyip bunun sorumlusunun Aziz Pavlus olduğunu ve Pavlus’un Hıristiyanların yasa hakkını Roma’ya peşkeş çektiğini söyleyip sağlam da kalaylıyor Pavlus’u hehehe. Kendisi bir deryadır, hocayı takip etmenizi tavsiye ederim, severiz hocayı deyip çok hukukluluğa geçelim.

Çok hukuklu sistemde otoritenin –yani devletin- bir hukuk envanteri bulunmakta ve çeşitli grupların hukuk sistemi burada kayıtlı tutulup, yargılama da kişinin bağlı bulunduğu hukuk istemine göre gerçekleştirilmektedir. Misal, Osmanlı döneminde Diyarbakır bölgesinde Uzun Hasan Kanunları geçerliydi. Osmanlılar bu bölgeyi topraklarına kattıklarında bu mevcut hukuk sistemini ayrıntılarıyla hukuk kayıtlarına geçirmiş ve bölgede hukuki yaşam olağan şekliyle devam etmiştir.[1] Günümüz dünyasında yer mi? Ne katar, ne götürür? Bu soruların cevabını bulabilmiş değilim ahali zaten konu da bu değil.

Yokyasalcılık dediğim şey ise bildiğin anarşizmdir. Anarşizm dendiğinde aklınıza ne geliyorsa odur. Herhangi bir hukuki düzenin sistemin bulunmadığı bir ortam hayal edin. Mantıklı mıdır, adil midir, sürdürülebilir midir? Bence hiçbiri değildir, oyna devam.

Peki, tüm bunları niye anlattım?  Yazı boyunca kullanacağım ‘’anarşist’’ kelimesinin bu yukarıda belirttiğim ile bir alakası olmadığını söylemek için, ayrıca bu yasa muhabbetlerine zaman zaman değineceğim tekrar, o yüzden bunların bilinmesinde fayda var. Anarşist benim kullanacağım şekliyle, isyankâr, başkaldıran gibi anlamları karşılayan bir sözcük olacak.

Yani, Anarşist: Toplumdaki çarpıklıklara başkaldıran, isyan eden kimse. Baştan raconu koyduğuma göre başlayabiliriz.

İslam peygamberleri içinde Âdem, Davud ve Süleyman peygamberler hariç tüm peygamberler anarşisttir. Çünkü Âdem peygamber öyle, bir topluluğu ıslah etsin diye gönderilmiş biri değildi, kime neye isyan etsin zaten öyle değil mi? İsyan edecek adam yok ki etrafta. Davud ve Süleyman peygamberler ise zaten nüfuzlu kimselerdi, birer kral-peygamberdi, toplum zaten onlara uymak durumundaydı. Ancak bu üç peygamber dışında tüm peygamberler anarşisttir. Bir başlarına dahi olsalar, örgütlü ahlaksızlığa karşı mücadelelerini vermiş, isyan etmiş, gücün karşısında ‘’ağam paşam’’ deyip el pençe divan durmamış ve doğru olanı cesurca savunmuşlardır. Ya aslında Müslümanlardan beklenen ‘’duruş’’ da tam olarak bu olmalıdır ancak gerçekler olması gerekenlerden fersah fersah uzaktır ahali. Günümüz Müslümanlarında  ‘’aman tadımız kaçmasın Ali Rıza bey’’ havasında iğrenç bir siliklik hali hâkimdir. Bu leş pasifizm ise aslında Hindu orijinlidir.

M.Ö 265’te Hindu imparator Asoka, bir Hindu cumhuriyeti olan Kalingas’ı(milattan önce de ne cumhuriyetiyse artık ama notunu böyle düşmüşüm bilemiyorum Altan) yerle yeksan ettikten sonra bu gerçekleştirdiği katliamlardan rahatsızlık duymaya başlar ve savaş fikirlerinden tamamen vazgeçip Budist olur. Bu olayı notlarım arasından bulup çıkardım ama not düşerken kaynağını yazmamak gibi bir öküzlük yapmışım, neyse oyna devam.

Hindistan’da kitlelere bu şekilde yayılmış olan pasifizm hastalığının İslam’a bulaşması ise 13. yy’da tasavvuf ile olmuştur. Müslümanların sürekli övündüğü bilim insanları Biruni’ler, Farabi’ler, Cezeri’ler ‘’İslam’ın altın çağı’’ olarak tabir edilen 8 ile 13. yüzyıllar arasındaki periyotta tarih sahnesine çıkmışlardır. Peki, 8 ve 13. yüzyıllar arasında patır patır bilim insanları ve felsefeciler yetiştiren İslam medeniyeti ne oldu da 13. yy sonrası tepetaklak oldu? Bunu anlayabilmek için tasavvuf öncesi ve tasavvuf sonrası dönemin zihin yapısını bilmek gerekir. Şimdi nasıl Biruni’lerden, Farabi’lerden abuk subuk hoca efendilere şeyhlere geldiğimizi biraz anlatmaya çalışacağım.

Biruni 10-11. yy’larda yaşamış astronomi, fizik, tıp, matematik, coğrafya, biyoloji ve hatta felsefeye dahi uzanan geniş bir yelpazede çalışmalar yapmış, yüzden fazla kitap yazmış bir bilim insanıdır. Tespit edilen rakam 126 olmasına karşın Biruni’nin yalnızca 22 eseri günümüze ulaşabilmiştir.[2] Şimdi acı bir şey daha söyleyeceğim 2011’e kadar Biruni’nin tek bir eseri dahi Türkçeye çevrilmemiştir. Nihayet 2011’de ‘’El Âsar el-Bâkiye’’ adlı eseri, İngilizlerden 123, Ruslardan 53 ve Özbeklerden de 42 yıl sonra Türkçeye çevrilmiştir.[3] Ya valla zahmet etmişsiniz beyler. Biruni gibi bir bilim insanının hiçbir kitabı çevrilmemişken, daha cumhuriyetin ilk yıllarında Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar diye tuğla gibi kitabı vardı. Köprülü, ne kadar tasavvufçu varsa şeceresini çarşaf çarşaf ortaya dökmüştür ki Fuat Köprülü de hani ordinaryüs profesör bir adamdır. Neyse durun şimdi buralara döneceğiz tekrar ama önce Biruni;

Biruni henüz 17 yaşındayken güneş tutulmasını suya bakarak gözlediğinde görmesinin bozulduğunu aktarmaktadır.[4] Ancak Biruni’nin bunları yaptığı dönemde yaşadığı yer olan Harezm’de, ciddi siyasi karmaşalar yaşanmaktaydı. Biruni’nin yaşadığı Doğu Harezm, Batı Harezm’in işgaline uğramıştır. Tabi bu vaziyet bilimsel çalışmalarının en yoğun dönemini yaşamakta olan Bîrûnî’ye epey sıkıntı yaratmıştır. Biruni o dönemleri şöyle anlatıyor;

‘’995 yılında önümdeki dört yılımı sadece rasat çalışmak için ayırmaya karar vermiş ve bu amaçla çapı 15 zira‘ (yaklaşık 9 m.) olan bir halka yapmıştım. [….] Ancak bu günlerde, Harezm’in ileri gelenleri arasında ciddî bir kargaşa baş gösterince, bu işleri bir tarafa bırakma ve aman dileyip vatandan uzaklaşma ihtiyacı doğdu. Senelerce belli bir yerde sabit kalamadım. Ta ki zaman bana cömert davranana kadar.’’[5]

Biruni’nin 10 sene kadar bir süre vatanından uzak kaldığı düşünülmektedir. Üstelik bir dönem maddî sıkıntı da çekmiştir. 2011’de çevrildiğini söylediğim Âsâru’l-Bâkıye’de aktardığı bir hikâyede, Rey’de(Harzem’den ayrıldıktan sonra gittiği yer) tanıştığı sayılı astronomlardan birinin gezegenlerin yörüngeleri hakkındaki teorisini eleştirdiğini ve bunun üzerine o kişinin kendisini aşağılayıp yalancılıkla suçlandığını anlatır. Üstelik söz konusu astronom, Bîrûnî’nin fakirliğine karşın kendi zenginliğini, ilmî tartışmalarında bir baskı unsuru olarak da kullanmıştır. Maddî sıkıntılarının bir süre sonra geçtiği, aynı şahsın bu kez tavır değiştirip dostça davranmaya başladığı da aktarılır. Bîrûnî, gurbet günlerinde şartların çok kötü olduğunu ve “hayatının pek çok cephesinde imtihan yaşadığını” da yazmıştır.[6] Ancak hiçbir şekilde yılmayıp güneşin yüksekliği ve şehrin boylamını hesapladı. Güneşin hareketlerinden, mevsimlerin ne zaman başladığını belirledi. Dünyanın çapını, bugünkü değere çok yakın olarak buldu. Hindistan’dayken öğrendiği trigonometriyi astronomiden ayrı bir bilim olarak ortaya çıkardı. Trigonometrik fonksiyonlarda yarıçapın birim olarak kullanılmasını önerdi. Astronomi ve coğrafya ölçümleri için birçok alet geliştirdi. 50’nin üzerinde mineral, maden, metal, alaşım, porselen gibi maddeler hakkında detaylı bilgi verdi. Newton’dan 700 sene önce, Netwon’un matematiksel olarak ispatladığı yer çekimi kuramı üzerine ilk fikirleri ortaya attı. Geliştirdiği teleskoplar ile gözlemleri sonucunda, gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü doğrulayan Galileo’dan 600 sene önce, dünyanın döndüğü fikrini savundu ve tüm bunları hangi şartlar altında yaptığı da ortada.  Bugün grip olunca, sevgilisinden ayrılınca veya herhangi en ufak bir zorlukla karşılaşınca karalar bağlayıp bahaneler sıralayanlara utanmaları için bir dakika veriyorum.

Süreniz doldu tam gaz devam ediyoruz. Ya tamam Biruni, astronomi alanında müthiş bir bilgi birikimine sahip hepsine eyvallah ama nasıl oluyor da birbirinden bu kadar bağımsız alanlara aynı anda hâkim olabiliyor, bu kadar üretken olabilmenin sırrı ne, bu motivasyon nereden geliyor olum? Biruni kendisini ilim ile uğraşmaya iten şeyin Ali İmran suresinin 191. ayetindeki "Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler: 'Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın' derler" ifadesi olduğunu söylüyor.

İşte İslam’ın önerdiği, hatta önermekle kalmayıp gayet de tatbik ettiği, kültür budur. Sadece Ali İmran 191 değil Kur’an’ın çeşitli başka yerleri yine bu tarz yönlendirmelerle doludur. Misal Kur’an;

Enbiya 30’da, ‘’O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?’’ diyerek kozmogoni/kozmolojiye;

Ankebut 20’de, ‘’De ki: "Yeryüzünde dolaşın da yaratılışın nasıl başladığına bir bakın.’’ diyerek paleontolojiye;

Rum 9’da, ‘’Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler.’’ diyerek arkeolojiye, tarihe;

En’am 99’da, ‘’Her birinin meyve verme zamanında meyvesine ve olgunluğuna bakın. İnanan bir toplum için bunda deliller ve ibretler vardır.’’ diyerek ziraata, botaniğe;

Nahl 66’da, ‘’Şüphesiz hayvanlardan alacağınız ibretler vardır.’’ diyerek zoolojiye;

Ğaşiye 19-20’de, ‘’Dağların nasıl dikildiğine bakmazlar mı? Ve yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?’’ diyerek jeolojiye;

Kaf 6’da, ‘’Üzerlerindeki göğü nasıl kurduğumuza ve süslediğimize bakmazlar mı? Bir çatlağı da yoktur onun.’’ diyerek de astronomiye;

yönlendirmelerde bulunmaktadır. Bu kültür aldığı gaz ile 8 ile 13. yüzyıllar arasını domine etmiş, hem filozof hem gökbilimci olan Farabi’yi, dünyanın ilk robotunu yapan El Cezeri’yi, anlat anlat bitiremeyeceğim Biruni’yi, fizikçi mi tıpçı mı olarak adlandıracağımızı bilemediğimiz İbn-i Sina’yı, tarihteki ilk migren ameliyatını gerçekleştirmiş, 200’den fazla ameliyat yapmış cerrah El Zehravi’yi ve isimlerini saymaya kalksam okumaya üşeneceğiniz yüzlerce bilim insanını yetiştirmiştir. Peki, ne oldu da 10. yy’da cerrahlıkta çığır açan El Zehravi’den, bugün 2018’de oksijensiz ortamda kafa sallamalı kendinden geçmeli ayinler yapan Cerrahi tarikatına geldik? Bunun tek bir sebebi var ahali, pasifizmi öğütleyen tasavvuf hareketinin akılcı hareketlere üstün gelmesi.  Peki, bu nasıl gerçekleşti?

Çiftlik bank meselesini bildiğinizi var sayıyorum. Adam kolay yoldan para kazanma vaadiyle müthiş kitlelere ulaşmayı başardı. En nihayetinde de hepsini tokatlayıp Uruguay’a kaçtı hehehehe. İnsanlarda her daim minimum çabayla maksimum kazanç sağlama eğilimi vardır ahali. Akıl da biraz kıt olunca böyle her salatalık gösterene elinde tuzlukla koşan numunelerle dolup taşıyor ortalık. Hadi çiftlik bank uçuk bir örnek diyelim, bugün yaşadığın ülkenin ekonomisine bir göz atsana. Paradan para kazanmacı, rantçı, faizci bir düzen hâkim oldu iyice, ekonomide üretimin payının hangi seviyelerde olduğundan haberdar değil misiniz olum? Adam bankaya 100 lira yatırıyor bir süre sonra o para 150 lira oluyor ama bu +50 lira nereden geldi diye sormuyor hiç. Hâlbuki bankaya atılan 100 lira, 100 liralık üretime karşılık 100 liralık tüketim hakkı demektir. Aradan geçen süre boyunca üretim artmadı ki bu 50 lira neyin nesidir? Bu parayı vermenin ancak iki yolu vardır. Ya sen birinin emeğini çaldın da öyle verdin bu parayı ya da açıktan para bastın, ki bu durumda da birinin emeğini çalmış oluyorsun.

Yani şuraya varmaya çalışıyorum ahali, bu bir zihniyet meselesidir. Kur’an’ı okuyup da çevreye duyarlı, araştırma kültürüne sahip, aktif ve üretken bir profil çizmektense battaniyenin altına girip 80 kere ‘’ha-hu’’ çekip de cennete girmek daha cazip gelmektedir. İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır. Bu insanlar torpile, adam kayırmaya ve kolay yoldan kazanç sağlamaya o denli alışmışlardır ki bu alışkanlıklarını dinlerinde temellendirme yoluna gitmişlerdir. Nasıl mı? Torpilin adını şefaat koyarak mesela! ‘’Tarikat şeyhini, devlet dairesindeki nüfuzlu tanıdığın Allah katındaki versiyonu gibi düşün’’ diyerek savunmaya çalışanı duydu olum bu kulaklar hey yavrun hey. Bu nasıl bir analoji ya böyle bir şey olabilir mi neyle neyi kıyaslıyorsunuz ulan! Ahlaksızlığın hangi boyutlarda olduğunu görüyor musunuz ahali?   Peki, mübarek günlerde(!) veya bilmem ne kandillerinde, 46 defa zamazingo duasını okuyarak tüm günahlarını affettirenlere(!) ne demeli? İşte Mevlana, Ahmed Yesevi, Gazali, İbn-i Arabi Yunus Emre gibi mutasavvıflar bu yolla koca bir medeniyeti çökertmeyi başarmış ve Müslümanları yüzyıllar boyu uyutmuştur.

Yukarılarda bir yerde Fuat Köprülü’nün bir kitabından bahsetmiştim; Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Heh işte o kitaptan bir anekdot aktaracağım; Ahmed Yesevi’nin müritlerinden biri, Yesevi’nin Cuma’ya gelmediğini fark edip, Yesevi’nin yanına varır. Ahmed Yesevi de gelen müridine ‘’yapış bana seninle Cuma’ya varalım’’ der. O anda birden kendilerini Mısır’daki Ezher Camii safında bulurlar.

Ha bu arada şunu belirtmemde fayda var Ahmed Yesevi’nin bulunduğu yer bugünkü Kazakistan’dadır. Yani bu yolculuk KAZAKİSTAN’DAN MISIR’A yapılmaktadır. Coğrafyayı kafanızda bir tahayyül edin bakalım. ‘’Şeyh uçmaz mürit uçurur’’ diye bir deyim vardır ya hani, esasında mecaz anlamlıdır bu söz ancak burada kelimenin tam anlamıyla gerçek olmuştur lan. Adamı zorla uçurmuşlar milyonlarca insan yüzyıllar boyu kulaktan kulağa yaya yaya bu deli saçması şeylere inanmıştır. Hatta görüyorsunuz ordinaryüs profesör dediğimiz Fuat Köprülü bile bu hikâyeleri ‘’kültürümüz’’, ‘’inancımız’’ diye ballandıra ballandıra anlatmıştır.

Peki bu tasavvuf nereden bizim kültürümüz oluyor lan, kim dayatıyor olum bunları bize?

UNESCO!

Şimdi Erbakan’a bağlayıp, UNESCO, Unicef, IMF, Dünya Bankası bunlar hep Siyonist kuruluşlardır diyeceğim ve tabir yerindeyse şamar oğlanına çevirecekler beni ama olsun bizde R yok. UNESCO 2007 yılını Mevlana yılı ilan etmiştir.[7] Hatta rozetler falan dahi bastırmışlardır.





İyi de neden? Çünkü dünya hakimiyeti hedefleyen küresel elit, insanlığa panteist inancı dayatmaktadır. Panteizm’in İslam’a sızmış hali tasavvuf, tasavvufun da en büyük temsilcisi Celaleddin Rumi’dir. UNESCO bununla da kalmayıp 2016 yılını Fuat Köprülü ve Ahmed Yesevi’yi anma yılı olarak belirlemiştir.[8] Allah’ım Allah’ım üzülmemek, yanmamak, çileden çıkmamak elde değil ahali. Ben bunları gördükçe çok sinirleniyorum ya, sakin sakin anlatamıyorum olum bu mevzuları. Çünkü bu insanlar yüzyıllar boyu İslam inancını manipüle etmiş ve bir medeniyeti yerle bir etmiştir. Ancak Kur’an ayetleriyle bezediğim bu yazıda kendime biraz hakim olup kötü sözler söylemeyeceğim.

Neyse tasavvufun pasifist, ruhçu ve dünyevi işlerden çekilmeyi öğütleyen öğretisine karşı İslam’ın tavrını inceleyelim biraz. Tasavvuf bu dünyayı tamamen yok sayıp sabahtan akşama kadar battaniyenin altında, çilehanelerde ‘’ha-hu’’ diye kafa sallamayı, tespih çekmeyi öğütleyip ‘’bilmem kaç defa şu duayı okursan günahların silinir cennete gidersin’’ derken, fenafillah gibi(ki Budizm’deki karşılığı Nirvana’dır) zırvaları ortaya atarken, Kur’an adeta bu ahlaksızların ortaya çıkacağını öngörerek örnek tavrın nasıl olması gerektiğini gayet net biçimde ortaya koymuştur. Zira bu dünyası olmayan dinin öbür dünyası olmaz ahali.  

"Namaz yerine getirilince hemen yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın! Allah'ı çok anın ki, kurtuluşa erebilesiniz." Cuma’10

Gördüğünüz üzere ibadetiniz bitince işinize gücünüze bakın demektedir Allah. Zikir de normal yaşantınızı sürdürürken sık sık Allah’ı anmak olarak tariflenmiştir. Ancak kula kulluk eden tayfaya bunları anlatamazsın.

"O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir işe koyulup yorul!"  İnşirah’7

İnşirah suresi de –ki favori surelerimden biridir zira üretken olmayı öğütler- yine tasavvufun pasifist, dünyadan el etek çekmeyi öğütleyen öğretisine tokat niteliğindedir. Yahu peygamberi tüccar olan bir dinin dünyevi işlerden el etek çekme üzerine bir öğretisi olabilir mi? Salak mısınız olum?

‘’Ey iman sahipleri! Dikkatlerinizi, sizi korkunç bir azaptan kurtaracak bir ticarete çekeyim mi? Allah'a ve onun resulüne inanır, Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla didinirsiniz. İşte bu, sizin için en hayırlısıdır; eğer bilirseniz. Günahlarınızı affeder ve sizi, altından nehirler akan bahçelere, sürekli cennetlerdeki temiz, bereketli barınaklara yerleştirir. İşte bu en büyük başarıdır.’’ Saff’10-11-12

Müslümanlar için en hayırlı şeyin çalışıp didinmek olduğunun söylenmesi bir yana metafor olarak bile TİCARET kullanılıyor lan oha. Hani İslam dini için şunu net bir biçimde söyleyebilirim, dünyada pasifizm ile bağdaştırılabilecek en son dindir. Saff suresinin bu ayetleri başka bir yönden daha ilginçlik arz etmektedir aslında. Mehmet Akif’in meşhur bir şiiri vardır ya hani;

"Aldanma insanların samimiyetine!
Menfaatleri gelir her şeyden önce.
Vaad etmeseydi Allah cenneti;
O’na bile etmezlerdi secde.”

Mehmet Akif içinde bulunduğu Müslüman toplumu ve insanı çok iyi analiz etmiştir. Senden olanlara bir şeyler vermezsen neden senden olsunlar ki? Mehmet Akif çok haklıdır, burada mevzu bahis Allah bile olsa durum değişmez.  Cennet vaad olunmasaydı Allah’a bile secde etmezdiniz diyerek insanın içinden geçenleri açık yüreklilikle ifade etmiştir. (Aslında bu noktada ahlakın temellendirilmesi meselesine de girmek gerekir ancak onu bir başka yazıya bırakalım, sözüm olsun. Zira oralara da girersek toparlayamayız.) Saff suresinin bu ayetlerinde de Allah insanın bu eğilimini bildiğini bilmemizi istiyor olabilir deyip konuyu dağıtmadan tekrar Kur’an’dan pasifizm karşıtı ayetlere devam edelim.

‘’Peki, yüzüstü kapanarak yürüyen mi daha düzgün gider yoksa dosdoğru yol üzerinde dik ve düzgün yürüyen mi?’’ Mülk’22

‘’O halde, yalanlayanlara itaat etme! İstediler ki sen, alttan alıp gevşek davranasın/yağcılık edesin de onlar da yağcılık etsinler/yumuşaklık göstersinler.’’ Kalem’8-9

‘’Neyiniz var, ne biçim hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir kitabınız var da ondan ders mi görüyorsunuz? Onda, keyfinize uyan her şeyi rahatça buluyorsunuz.’’ Kalem’36-37-38

İslam’ın anarşist ruhunu sonuna kadar hissettiren ayetlerle karşı karşıyayız ahali. Koşula bağlı olarak eğilip bükülmeden sonuna kadar dik bir tavır sergileyen ‘’pasif iyi’’ değil ‘’aktif iyi’’ olmayı öğütleyen bir öğreti! Yazının başlarında bahsettiğim default Müslümanlık kesinlikle bu olmalıdır.

Neyse velhasıl kelam, İslam yepyeni bir kültür ortaya atarak; okuyan, araştıran, üreten nesiller yetiştirmiş, tasavvuf ise bir silindir misali bu kültürün üzerinden geçerek dümdüz etmiş ve dergâha giden, şeyhine ölümüne bağlı ona hizmet eden, kula kulluk eden, sabahtan akşama kadar nafile ibadet yapan hatta ne ibadeti ya, İslam’da yeri olmayan saçma sapan ayinler yapan kepaze bir toplum ortaya çıkarmıştır. İşte o tarihten bu yana İslam medeniyeti rezil rüsva bir halededir. Zira;

"Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine yağdırır." Yunus’100

Yazıyı yavaştan bitirirken son bir şeyden daha bahsedeceğim. En başta anayasa ve yasacılıktan bahsetmiştim hani, heh biraz oralarda dolanacağız şimdi. Ateistlerin ağızlarına sakız ettikleri meşhur bir Kur’an ayeti vardır; Enfal 39!

‘’Fitne kalmayıncaya ve din tümüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaş. Vazgeçerlerse kuşkusuz ki Allah, ne yaptıklarını iyice görecektir.’’ Enfal’39

Ateistler buradan hareketle İslam’ın terörize bir din olduğu ve faşist bir tutum sergilediğini savunurlar. Ancak unutulmamalıdır ki Kur’an A+B+C şeklinde okunması gereken bütüncül bir kitaptır. Bir surede sorulan soruya bambaşka bir surede cevap verilebilir. Ayetleri bağlamlarından koparırsanız bu tür sonuçlara ulaşmanız doğaldır. Gelin önce bir analiz ardından da sentez yapalım. Enfal’39’da yeryüzünde Allah’ın dini hakim oluncaya dek onlarla savaşın denmektedir öyle değil mi? Şimdi bu noktada tanımlamamız gereken iki şey vardır;

  1.  Din nedir?
  2.   Allah’ın dini nedir?


Din aslında öyle sadece İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm vs. değildir. Bu kadar sığ bir kavram değildir. Din yasadır ahali. Şayet inandığınız din size ‘’papatyaları koparmayın, onlara basmayın çünkü papatya olarak yeniden dirileceksiniz’’ dese mümkün mertebe papatyalara zarar vermemeye çalışırsınız ya da ‘’tavukları kesmeyin çünkü tavuklar benim yeryüzündeki halifemdir’’ dese aynı şekilde tavuklara karşı bir hassasiyet geliştireceksinizdir. Bu sizin için bir yasadır, yaşayış şeklinizi belirler ve yaptırımları da vardır. Kelimeler ve Kavramlar başlıklı bir yazı yayınlamıştım vakt-i zamanında. İşte din kelimesi de orada verdiğim örneklerdeki gibi anlamı kaydırılmış hatta daha doğru bir şekilde ifade edeyim, anlam erozyonuna uğramış bir kelimedir. Din yasadır ahali anlaştık mı?

Gelelim ikinci sorumuza; Allah’ın dini nedir? Kur’an A+B+C şeklinde okunması gereken bütüncül bir kitaptır. Bir surede sorulan soruya bambaşka bir surede cevap verilebilir demiştim öyle değil mi? İşte bu sorunun cevabı için de Kafirun suresi 6. Ayete gideceğiz ahali. Zira dediğim gibi Kur’an bu tarz sentezlere müsait bir kitaptır.

‘’Sizin dininiz size, benim dinim bana!’’ Kafirun’6

Allah’ın dini/yasası dediğimiz şey tam olarak budur ahali. Enfal’39’u bu ayet ile birleştirdiğimizde savaşılması gereken şeyin esasında faşizmin ta kendisi olduğu oldukça açıktır. Yani yeryüzünde öyle bir özgürlük ortamı olmalı ki herkes istediği şekilde inancına, kültürüne ve kendi yasasına göre yaşayabilmelidir.

Çok yasalcılık mıdır?
Çok yasalcılıktır.
Kolay mıdır?
Hiç değildir.

İşte tam da bu yüzden Müslüman ‘’pasif iyi’’ değil ‘’aktif iyi’’ olmalı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek yerine o köprüyü komple yıkıp atmalıdır. Aslında pasif iyi diye bir şey de yok ki lan. Haksızlık karşısında sessiz kalan en nihayetinde nedir ki?

Hadi selametle….


-----------------------------------------------------------------------

[1] Ömer Lütfi Barkan -  “Osmanlı Devrinde Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Beye Ait
Kanunlar” Tarih Vesikaları, c. I-II, ; Bkz. Barkan, Osmanlı İmparatorluğunda Zirai
Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları (Kanunlar), İstanbul 1943, s.130; Ahmet Akgündüz,
Osmanlı Kanunnameleri, c.III, İstanbul 1991; Walter Hinz, “Das Steuerwesen
Ostanatoliens im 15.und 16.Jahrhundert”, ZDMG, Wiesbaden 1950.
[2] EL BİRUNİ, E. R. (2013). Maziden kalanlar (el-asar el-bakiye). MİLEL VE NİHAL inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi, 10(3), 259-262.
[3] age
[4] El-Bîrûnî, Tahdîd Nihâyâti’ l-Emâkin, Tahkik: Muhammed bin Tâviti’t-Tancî, Do-ğuş Matbaası, Ankara 1962
[5] age
[6] El-Bîrûnî, Âsâru’l-Bâqıye’den aktaran Özcan, E. S. (2013). Ebû’r-Reyhân Muhammed bin Ahmed el-Bîrûnî’nin Hayatı (973-1061). MİLEL VE NİHAL inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi, 10(3), 9-24.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder