11 Ocak 2018 Perşembe

İnandılar Başardılar; İki Kutuplu Türkiye!

Selam ahali, bizim kelimelerimizi, toplumsal hafızamızı kirlettiler, paradigmamızı kaydırdılar. Misal benim neden ‘’ahali’’ dediğimi düşündünüz mü hiç? Çünkü ‘’millet’’ desem bir kesime, ‘’halk’’ desem bambaşka bir kesime iteleneceğim. Tüm kelimelerimiz virüslü, hepsi kirli…

Ben bu konuya daha evvel de değinmiştim lan bir dakika. Heh; Kelimeler ve Kavramlar

Vallahi eksiği var, fazlası yok.  

Bu yazıda sadece politik meseleleri değil aynı zamanda sosyal meseleleri de konu edineceğim. Türkiye’de her manada birbirinden ayrılan iki gergin kutbu inceleyeceğiz. Bol bol görüntülü analiz ve tartışılan pozisyonların, verilmeyen penaltıların ayrıntılı yorumlarını vaat ediyorum. Esasında bu yazı, Toplumsal Çürüme ve Okyanus Ötesinden Gelen Tipolojiler yazımın devamı niteliğinde olacak, okumamış olanlar mutlaka okusun.

1950’li yıllarda özellikle Daniel Lerner ve Lucille Pevsner’in çalışmaları ışığında Amerikalılar, Türkiye’yi çok güzel analiz ettiler. O yıllarda Marshall yardımları alan, IMF ve NATO’nun kapısında üyelik için bekleyen ülkemiz Amerikalıların epey rahat hareket ettikleri bir sahaydı gerçi ABD Türkiye’de her dönem çok rahattı da, bu dönem ekstra bir pervasızlık var. Zira ülkede bilinçli insan yok! Küresel güçlerin Türkiye’yi kıskacına aldığı dönem de tam olarak bu dönemdir.

Daniel Lerner ve Lucille Pevsner gibi saha elemanlarının raporlarına göre insanımızın tüm eğilimleri, tercihleri, güçlü yanları, zayıf yanları, zevkleri ve renkleri kodlandı ve bunlara uygun stratejiler belirlendi ihraç metaları sunuldu. Buna SWOT analizi mi ne öyle bir şey deniyordu anasını satayım. Neyse siktir edin şimdi siz terimleri, burada biz bizeyiz olum.

Küresel Gücün Türkiye Aktörleri; Sabetaylık, Masonluk, CFRve Bilderberg başlıklı yazımda, sağ-sol gibi tüm sakat fikir akımlarının ve 1980 darbesinin CFR ürünü olduğunu söylemiştim. Darbe sonrasındaki süreci, Turgut Özal’ı, özelleştirmeleri ve AKP dönemini güzelce özetlemiştik AMA şimdi bir şey daha ekleyeceğim.

Sene 1991! Kızına ‘’Ankara’’ ismini vermiş olan[1] ve hakkında yakın zamanda İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca yakalama kararı çıkarılan[2], CIA eski Ortadoğu şefi Graham E. Fuller, RAND adına bir rapor kaleme alır.[3] (Hassiktir lan, tam bir Ahmet Çakar cümlesi oldu bu da.) Bu arada Graham Fuller’in kızı Samantha Ankara Fuller’in 2013’de Boston’da gerçekleşen saldırılarla ilgili de oldukça ilginç bağlantıları bulunmaktadır, yazının sonunda verdiğim 1 numaralı linkte ayrıntıları mevcut, CIA, Çeçenler, Ruslar ne ararsanız var, Brezilya dizisi gibi ortam. Neyse dağıtmayalım konuyu, tekrar Fuller’in raporuna dönecek olursak; bu raporda Türkiye’nin geleceğinin siyasi İslam’dan geçtiği belirtilmektedir. Şimdi o dönemi bir tahayyül edelim; Erbakan’ın Refah partisi irticadan dolayı kapatılmadı mı? 28 Şubat diye bir şey yaşanmadı mı olum 90’larda? Bu nasıl bir öngörü ulan?
Hiç şüphesiz ki, Fuller’in bahsettiği siyasi İslam böyle bir şey değildi. Anti-Siyonist politikalar izleyen Necmettin Erbakan ile olmayacaktı, daha ılımlı, söz dinleyen bir figür lazımdı. 28 Şubat süreci ve Recep Tayyip Erdoğan ile AKP’nin yükselişi bunun bir sonucudur; Ilımlı İslam projesi! Erbakan’ın bir lafını anımsadım şimdi; ‘’AKP suyun üzerinde sürüklenen bir yapraktan ibarettir’’ demişti.[4]

Türkiye birbirlerinden keskin bir biçimde ayrılan birçok kutba sahip bir ülkedir. Türk-Kürt, Alevi-Sünni, sağ-sol, liberal-komünist derken son yıllarda ılımlı İslam’ın ve dolayısı ile Tayyip Erdoğanlı AKP’nin yükselişiyle yepyeni bir ayrışma daha ortaya çıktı; kendini laik ve cumhuriyetçi olarak adlandıran seküler kesim ile kendini ‘’muhafazakâr demokrat’’ olarak adlandıran İslamcı kesim.
Geçenlerde arşivimi kurcalarken twitter’dan aldığım ekran görüntülerine rastladım. Yazı bu görseller ekseninde şekillenecek, Türkiye’nin iki kanser kitlesiyle yüzleşeceğiz. Oynat Uğurcum;




İsmini vermek istemeyen seyircimiz, iktidarın totaliter politikalar uygulamasından ve seçmen kitlesinin de bunu destekliyor oluşundan rahatsız olduğunu güzelce ifade etmiş AMA ‘’Allah yok, din yalan’’ karikatürü çizmeyi normalleştirme çabasından ötürü ofsayta düşüyor. Toplumda farklılıkların olması zenginliktir, kitlelerin farklı değerleri, kutsalları ve hassas noktaları mutlak suretle olacaktır ve bununla beraber olması gereken bir başka şey de tahammül ve karşılıklı saygıdır. ‘’Allah yok, din yalan’’ karikatürü çizmek, durun popüler tabirle söyleyeyim ‘’offensive’’ bir tutumdur. Açıkçası ben bu tarz şeyleri yanlış buluyorum.

Şero, diğer görüntülerimiz gelsin;







Hiç kesmeden, araya girmeden olduğu gibi aktardım, zira kendi içerisinde tutarlı bir biçimde derdini anlatmaya devam etmiş. Her ne kadar distopik bir ortam betimlemesi gibi olsa da anlatım şeklini ve örneklemelerini ben beğendim. ‘’Öteki’’ kitlenin falsolarını da iyi tespit etmiş.  Tek eleştireceğim nokta sizlerin de tahmin edebileceği üzere ‘’F*shane’’ kelimesi olacak. Yahu bunu yapma işte, sen bunu yazarak ancak kendi kitlen içinde mastürbasyon yaparsın başka da bir sike derman olamazsın. İşte tam olarak bunlar kutuplaşmanın, gerginliğin yakıtıdır. Neyse kalaylama kısmını burada keseyim çünkü esas çarşı pazar bu noktadan sonra karışacak.




Retweet ve favorilenme sayılarını burada kasten açık bıraktım ki görün, rüzgârı arkasına alınca nasıl da değişiyor ifadeler, bir cesaret geliyor saldırganlaşıyor. Kitleler gazla çalışır ahali. Hele ki şu son tweet’i favorileyenleri ben şeye benzetiyorum, Fransız İhtilali esnasında ideolojik bir temel bulunmaksızın ortalığı yağmalayan donsuzlara, hehehehe.

Şu aşağılayıcı kaknem tavırlar var ya, işte tam olarak bu tavır bugün AKP’yi iktidarda tutmaktadır. Yoksa ben hiç kimsenin bu faktör olmasa, her tarafından falsolar fışkıran bu partiye oy vereceğini sanmıyorum. Etki tepki meselesi, bunun bir benzeri de geçtiğimiz seçimlerde ABD’de yaşandı. Trump’çı kitle ile Erdoğan’cı kitle birbiriyle ciddi benzerlik göstermektedir. Erdoğan’ı da Trump’ı da iktidara, öfkeli kitleler taşıdı, içi boş elitizme duyulan haklı öfke. 

Haklı öfke ancak çok yanlış seçim...

Twitter ilginç bir mecra, her çeşit adamı, her çeşit fikri bir anda ekranında görebiliyorsun. Şu ortamda biri böyle bir şey yazar da buna cevap gelmez mi peki? Oynat Uğurcum;



Evet, az evvel yaptığım tespitlerin kanlı canlı örneği ile karşı karşıyayız. Al sana etki, al sana tepki! Gelelim eleştirilecek noktaya; -de’nin –da’nın yazımı gibi dil bilgisi kurallarına hiç girmeyeceğim zaten de ‘’Polise şikâyet ediyormuş, ne yapsın kendi mi halletsin?’’ diye bir ifade var ki korkunç! Kendisinden olmayana yapılacak her türlü baskıyı mubah görmektir bu. Hani, popüler bir kelimemiz var ya ‘’faşizm’’ diye. Kimse faşizmin anlamını tam olarak bilmez. Faşizm işte budur, ‘’benden olmayan, ölsün’’ demektir. İktidarlar, böyle yanılgılara düşebilirler bunun adı eğer iyi niyetli düşüneceksek sarhoşluktur. Ancak kitleler de buna kapılırsa kaos hakim olur. Ülkemizde olan da tam olarak budur. Yani ahir kelam, bu kafalar ya değişecek ya da değişecek!

Yazıyı artık bitirirken, tıpkı Cem Yılmaz’ın filmlerinde 4. duvarı yıkarak attığı nutuklar gibi klasikleşmiş nutuk çekme merasimimizi yapmaya ise vallahi mecalim yok.

Hadi selametle…


-------------------------------------------------------------------------










  

5 Ocak 2018 Cuma

Sıfırcı Hoca; Global Ncap, 4 Tekerlekli Tabutlar ve Dieselgate

Selam ahali, bu sefer biraz daha hafif biraz daha renkli bir konudan bahsedeceğim. Gerçi böyle bir kahpeliği de ‘’renkli’’ olarak tanımlamak ne kadar doğru bilemiyorum ama, biz en iyisi daha geniş kitlelerin alakadar olacağı bir konu diyelim buna.

Otomobil sektörü markaya, modele, segmente ve en nihayetinde de paraya göre değişen farklı farklı araçlar üretiyor. Hatta aynı markanın aynı modelinde dahi sırf paket farklılıklarından dolayı değişen özellikler görebiliyoruz. Ancak bu noktada, ‘’işte orada duracan liseli’’ diyeceğimiz bir şey var ahali.

Konu güvenlikse esas olan insan hayatıdır, candır. Güvenliğin fiyata markaya, modele veya segmente göre değişmesi kabul edilemez. Ben etmiyorum ulan! Kimse de kıvırmaya kalkmasın bunun hiçbir insani ya da mantıki dayanağı olamaz.

Benim hobimdir otomobiller, öyle Youtube’da da otomobil incelemeleri falan izlemeyi severim. Çok abartmamak kaydıyla bu tarz ilgi alanları edinmenizi de tavsiye edebilirim. Geçenlerde yine böyle videolarda dolanırken, özellikle sosyoekonomik düzeyleri düşük olan bölgelere satılan araçlara gözüm takıldı ve küresel şirketlerin bir ahlaksızlığıyla daha yüzleştim. Bu yazıda da işte bu noktaya değinmek istiyorum. Özellikle Asya-Pasifik ve Afrika bölgesinde dönen dolaplarla alakadar olacağız.

Önce Ncap diye bir oluşumdan bahsedeceğiz. Ncap otomobillerin güvenlik performanslarını ölçen bir otoritedir. NCAP araçlar için yaptığı çarpışma testlerinde yıldızlı bir puanlama sistemi kullanır. Yapılan bu testlerde araç ön, yan ve direk çarpışmalarına tabi tutulur. Alınan sonuçlarla da belirli ölçülere göre sürücü, yolcu, çocuk ve yaya güvenliği alanında ayrı ayrı puanlamalar yapılır. Ncap’in birçok alt kuruluşu var, IIHS, EuroNcap, Ancap, C-Ncap, Global Ncap gibi.[1] Kaynakçada verdiğim 1 numaralı linkten listesini takip edebilirsiniz.

Bunlardan Global Ncap’in hedefi daha çok dünya markalarının düşük gelirli ülkelerde sattıkları araçları çarpıştırmak, yani Avrupa’da, Amerika’da güvenliğiyle ün yapan ve hatta ‘’en güvenli arabayı biz yapıyoruz’’ diyen küresel şirketlerin raconunu çiziyorlar. Gelin, Avrupa’da, Amerika’da sevgi pıtırcığını oynayan şirketlerin az gelişmiş ülkelerde nasıl arabalar sattıklarını görelim.

Global Ncap’in gücünü iyi tahlil edebilmek adına önce Nissan Tsuru’dan başlamak istiyorum. Meksika’da satılan Nissan Tsuru aha da bu;




Bakmayın öyle 93 model Corolla gibi durduğuna, bu araba 2017 model!

Global Ncap yanına iki yaverini, IIHS ve Latin Ncap’i alıp Meksika’da satılan 2015 Nissan Tsuru ile ABD’de satılan 2016 Nissan Versa’yı kafa kafaya çarpıştırmış. İzleyelim;





Evet, gördüğünüz üzere, Tsuru’nun A sütunu dahi bütünlüğünü koruyamamış ve araç kâğıt gibi ikiye katlanmış. Aynı markanın iki farklı aracı ve birbirinden bir sınırla ayrılan iki ülke; ABD ve Meksika, sonuçlar ortada!

Bu örneği verirken Global Ncap’in gücünü göreceğiz demiştim, Nissan Tsuru’nun üretimi bu çarpışma testinin yayınlanmasının ardından Mayıs 2017’de durduruldu. Nissan her ne kadar üretimin durma sebebinin bu çarpışma testi videosu olmadığını söylemiş olsa da biz neyin ne olduğunu gayet iyi biliyoruz, oyna devam. Nissan bu aracı Sentra adıyla 1991 yılında piyasaya sürmüş, 1999’da da global üretimini durdurmuşu. Ancak Sentra, Tsuru adıyla Meksika’da çatır çutur satılmaya devam etti.[2]
Nissan Tsuru daha önce de 2013’de Latin Ncap’in çarpışma testine girmişti. Onun sonuçları da yine ortada;






Sıfır yıldız! Videosunu da şöyle ekleyip Tsuru bahsini kapatıyorum;






Şimdi de Hindistan’da üretilip yine Hindistan ve diğer Asya-Pasifik ülkelerinde satılan araçlara göz atacağız. Tanıdık bir modelle başlayalım; Duster! Renault, Dacia’nın pek bilinmediği ancak Renault’nun güçlü olduğu ülkelerde, Dacia modellerini de Renault logosuyla satıyor. O yüzden Renault Duster diye görünce şaşırmayın.

Araçta ne hava yastığı ne ABS var, Isofix ise hak getire! Sonuç; sıfır yıldız! Gelin bir de videosuna bakalım;






Evet, ızgarasında Dacia yerine Renault logosu taşıyan Duster’ımız haşat oldu! Renault’nun bir de o bölgelere özel ürettiği bir Kwid modeli var ki, durum onda daha da vahim. Araçta hava yastığı bulunmasına rağmen yine sıfır yıldız!




Peki ya Kwid’in hava yastıksız versiyonu?





Aracın sağ tarafı ikiye katlandı. Böyle bir kazadan sağ çıkma ihtimaliniz epey zayıf ahali, hadi sağ kaldınız diyelim ömür boyu yatağa mahkum olacaksınız demektir. Peki, yüzde kaçlık bir kar marjı bu bedeli karşılayabilir?

Bu da yine hava yastığı olmayan, Hyundai i10’un çarpışma videosu;





Ha bir de ‘’Alman yapar’’ diye bir laf vardı değil mi? Volswagen Polo gelsin, oynat Uğurcum;






Avrupa’da, Amerika’da can güvenliği ve insan hakları timsali olan Volkswagen, Asya-Pasifik’e, Hindistan’a gelince 4 tekerlekli tabut satmaktan hiç çekinmiyor.

Volkswagen demişken, birçoğunuzun da aklına gelmiş olduğunu düşündüğüm Dieselgate skandalına da değinmeden etmeyelim.

Şimdi dizel motor kafadan, pis bir şey, bu çok net. Zaten dizel motoru da başımıza saran, Japon üreticilerin geliştirdikleri benzinli motorlarla baş edemeyen Avrupalı otomotiv şirketleriydi. Mahalle maçlarında yediği çalımı sindiremeyip, kasaba bağlayan kırılmadık ayak bırakmayan çirkef çocuk gibi, baş edemedikleri Japon üreticilerin önünü kesmeye, onları engellemeye kalktılar.

Dizel motor, geliştirmeye müsait bir teknoloji değil, dizel motorun tarihi boyunca yalnızca iki önemli hamle var; birincisi ticari araçlardan binek araçlara uyarlanması, ikincisi ise turbo-dizel muhabbeti. Oysaki üreticiler yıllarca dizel motorda debeleneceğine, benzinli motorlara ya da hybrid teknolojisine kaynak ayırmış olsa şu an çok farklı yerlerde olabilirdik ve bu emisyon olayı da bu derecelere gelmezdi. Neyse siktir edin şimdi motor teknolojilerini falan, konu o değil, biz dieselgate skandalına geri dönelim.

Dieselgate skandalı, ABD’de Volkswagen modellerinin emisyon değerlerinde kirliliğin çok yüksek çıkmasıyla patlamış bir olaydı. [3] Ancak meselenin arka planına geçtiğimizde bu olayın ne çevrecilikle ne de duyarlılıkla uzaktan yakından alakası olmadığını net bir şekilde görüyoruz.

Trump bildiğiniz üzere ekonomik manada ulusalcı politikalar izliyor. ABD pazarında yer alan küresel şirketlere ‘’ya ülkemde üretim yapacaksın, ya da haraç vereceksin’’ şeklinde ciddi baskı yapıyor. Esasında çok doğru bir tavır bu, ancak CIA’in, soğuk savaş döneminde İran’da petrolü millileştiren Musaddık rejimine darbe yapmasını nereye koyacağız?

Volkswagen, yakın zamanda dünyadaki satış rakamlarında Toyota’yı geçerek 1 numara oldu.[4] Eski 1 numara Toyota’nın ABD ve Kanada’da 10 fabrikası bulunuyor, ancak yeni 1 numara Volkswagen ise ABD’de yalnızca tek fabrikada üretim yapıyor.[5] VW’in o tek fabrikası da, dostlar alışverişte görsün hesabı, sırf yok denmesin diye var olan bir fabrika; kapasitesi yalnızca 150.000 adet! Rakamı iyi tahayyül edebilmeniz için şunu söyleyeyim Bursa’daki Tofaş fabrikasının kapasitesi 400.000 adet!

Tüm bu verileri üst üste koyduğumuzda tablo gayet açık; ABD’de üretim yapmayarak piyasalarda birinci sıraya yükselen Volskwagen bedel ödüyor.  Bunun bizdeki yansımaları da ÖTV zammı şeklinde olmuştu. Eee malum Amerika bizim biricik müttefikimiz(!)

Aslında küresel şirketler ile, politika arasındaki bağlantıyı anlamak adına bu dieselgate skandalı epey iyi bir örnek oldu. Benim artık küresel çete olarak niteleyeceğim bu güruh için ne insan hayatının ne de çevrenin hiçbir önemi yoktur. Bu insanların vatanı, milleti, dini hiçbir aidiyeti yoktur, yalnızca çıkarları vardır. İnsanlığın Rehber(!) Taşları veDünya Nüfusunu Azaltma Politikası başlıklı yazımı okumuş muydunuz?

Neydi Georgia Guide Stones’daki 1 numaralı emir? Dünya nüfusunu 500 milyon dolaylarında tutun!
Özellikle Asya-Pasifik gibi gelir düzeyi düşük ve az gelişmiş bölgelere böylesi araçların satılmasını buna bağlayabilir miyiz? Gayet de bağlarız, kimi coğrafyalarda savaş, kimilerinde açlık, kimilerinde doğum kontrol programları ve kısırlaştırmalar, kimilerinde de işte böyle can güvenliğinin hiç önemsenmediği çalışma koşulları ve mal-hizmet satışı!

Yazıyı artık yavaştan bitireceğim ama unutmadan paylaşmak istediğim son bir şey daha var. Bizim Tofaş’lar Etiyopya’da hala üretiliyormuş ya la hehehe;





Tofaş’lar, Fiat Regata çakması, bunlar Tofaş çakması baya bildiğin böyle çakmaları karmışlar ortaya böyle bir vaziyet çıkmış. Tofaş meselesiyle ilgili de vakti zamanında TOFAŞ Zulmü başlıklı bir yazı yayınlamıştım, dileyen ona da göz atabilir. Ben bu mesele ile ilgili daha fazla yorum yapmayacağım.

Son olarak her zamanki gibi bol, bol okuyun diyeceğim. Bunlar esasında çok zevkli konular lan, bir kenarından köşesinden yapışın olum şu meselelere sığır olmayın.



Hadi selametle…


---------------------------------------------------------------------------------------