30 Nisan 2018 Pazartesi

Ahlak 101


Selam ahali, bir şey itiraf edeceğim lan. Burada 4-5 senedir belli bir eksende bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Küresel sermaye olarak adlandırdığım Wall Street elitlerinin tek dünya devleti ideali çerçevesinde yaptıkları manipülasyonları, sömürü faaliyetlerini, propagandalarını burada çarşaf çarşaf ortaya döktük. İnsanlar artık Rockefeller adını duyduğunda ardından bir tane de küfür yapıştırıyor hehehe. Buraya kadar her şey güzel ancak ben bir şey itiraf etmek istiyorum demiştim öyle değil mi?

Bu blogda çok şey anlattım, politika, ekonomi, din, girmediğimiz saha kalmadı. Ama son zamanlarda bir şey fark ettim. Bizim bu meselelere gelene kadar çok daha büyük bir problemimiz varmış aslında. İnsanlar Rockefeller gibi isimleri duyduğunda küfürle anıyor bu isimleri, insanları sömürenlere tepki gösteriyorlar. Ancak bu verilen tepki insanların sömürülmesine değil ki sömüren tarafta olamamaya! Bizim, sandığımızdan çok daha büyük bir ahlak problemimiz var.

Herkes Rıfkı’yı tanıyordur. Peki, kaç tane İbrahim tanıyorsunuz? Kaçımız, kendi çıkarıyla çelişen doğruyu sırf doğru olduğu için kabul edip bunu dile getirebiliyor? Sırf toplum paradigmasının dışında kaldığı için göte göt diyemeyenlerle dolu değil mi oğlum ortalık?

‘’Zıvanadan çıkmak’’ diye bir laf vardır. Oradaki zıvana nedir kimse bilmez, zıvana sadece çıkmaya yarar. Faşizm de böyle bir şeydir sadece kahrolmaya yarar anasını satayım. Oysaki faşizm yer çekimi kanunu gibi mutlak bir kesinlikte işlemektedir. Neydi bizim bu blogda yaptığımız en basit faşizm tanımı? ‘’Benden olmayan ölsün.’’ Faşizm, kendinden farklı olanı linç etmek üzere çalışan bir mekanizmadır. Toplumda gayri ahlaki ya da günah olarak kabul edilen şeylerin ölçüsü tam olarak bahsettiğim bu ‘’farklılık’’tan ileri gelmektedir. Eylemin ne kadar gayri ahlaki ya da günah olduğundan ziyade çoğunluk tarafından yapılıp yapılmadığına bakılır. Örneğin faiz hem gayri ahlaki bir sistemdir hem de İslam’da epey ağır bir günah olarak tanımlanmaktadır. Ancak bugün faizle iştigal olduğu için ayıplanan kimse yoktur. Bu durum ne seküler cenahta ne de dindar cenahlarda ciddi bir muhalefet ile karşılanmaz. Hatta ‘’ev almak için kredi çekmek helaldir’’ diye fetva verenler dahi vardır.[1] Kur’an’da ise faiz için oldukça ağır ifadeler kullanılmıştır;
‘’Yeniden ribaya dönene gelince, böyleleri ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada. … Ey iman sahipleri, Allah'tan korkun. Ve eğer inanıyorsanız ribadan geri kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, biliniz ki Allah'a ve Peygamberine savaş açmış olursunuz…’’[2]

Yine Kur’an’da faiz, başka herhangi bir günah için ‘’Allah ve peygamberine savaş açmak’’ gibi bir ifade kullanılmayacak kadar büyük bir günah iken kültür Müslümanlığında o kadar da günah değildir. Zira bu insanların ölçüsü kuralların kendileri değil eylemin toplumda görülme sıklığıdır.

(Bazı) insanlar tek başlarınayken yanlarına sokulan bir dilenciyi kolayca savuşturabiliyorken, tanıdıkların olduğu bir ortamda yanlarına sokulan aynı dilenciye aynı tavrı gösterememektedir. Hatta aynı tavrı göstermek şöyle dursun para bile verirler. Birleşmiş Milletler kılıklı orospu çocukları sizi.

Bazı futbolcular maç içerisinde kendini, müdahale olmaksızın sık sık yere atar. O oyuncunun bulunduğu takımın taraftarı, ‘’piçe bak piçe hehehe’’ derken rakip takım taraftarı ise çıldırıp ana avrat küfreder.

Bazı taksiciler, taksilerine turist bindiğinde bayram eder. Çünkü hem Sultanahmet’ten Beşiktaş’a Haramidere üzerinden gitse dahi gıkı çıkmayacak hem de taksimetrede yapacağı manipülasyonu fark edemeyecek bir insan vardır karşısında.  

Uluslararası savaş hukukuna göre savaş esnasında, hastaneler, cephelerdeki revirler ve sağlık çadırlarının bombalanması, vurulması yasaktır. Bu revir ve sağlık çadırlarının konumları bildirilir, her yerden görünecek şekilde işaretlenir ve vurulmamalarına dikkat edilir. Ancak Birinci Dünya Savaşında, Çanakkale’de itilaf devletleri Sargıyeri isimli reviri bombalamaktan imtina etmemiştir. Bugün orada Sargıyeri Şehitliği isimli bir anıt vardır.[3]

Geçtiğimiz günlerde Ekmeleddin İhsanoğlu, 24 Haziran’da yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ı destekleyeceğini açıkladı.[4] Hâlbuki Erdoğan 2014’teki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu’na oldukça ağır hakaretler etmişti. Bakınız;









Örnekler çoğaltılabilir. İnternet büyük nimet girin bakın işte. Ekmeleddin İhsanoğlu sağlam akademisyendir hani bilgisinin zekâtıyla hepimizi tokatlar derler ya öyle de bir heriftir. Ancak Ekmeleddin İhsanoğlu, Erdoğan’ın politik gücü karşısında görevinden alınan, hapsedilen akademisyenlerin olduğu şu ortamda ‘’aman tadımız kaçmasın Ali Rıza Bey’’ demiştir.

Edison yıllarca, sırf kendi keşfedememiş olduğu için, direkt akımdan kat be kat daha iyi olan Tesla’nın alternatif akımına muhalefet etmiş, alternatif akıma karşı kara propaganda yapmış, kendi bulmuş olduğu direkt akımı piyasada tutundurmaya uğraşmıştır. Bunları yaparken de Tesla’yı finansal manada zor duruma sokacak lobi faaliyetlerinden de geri durmamıştır.

Viktor Frankl, 2. Dünya Savaşı döneminde Nazi kamplarında işkence görmüş psikiyatr-yazar olan bir Yahudidir. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı isimli kitabında bu Nazi kamplarında görevlendirilmiş olan Yahudilerden bahseder. Bu Yahudi görevliler sırf Nazilerin gözüne girebilmek için, kendi kanlarından olan insanlara Alman görevlilerden bile daha ağır işkenceler yapmışlardır. Bakın bunun adı ne hırs ne de başka bir şeydir, bu düpedüz orospu çocukluğudur, çok büyük ahlaksızlıktır.

Farklı çaplarda, farklı kulvarlarda çeşit çeşit ahlaksızlık örneği verdim, alın tepe tepe kullanın. Bu noktadan itibaren ise ahlaksızlardan ziyade biraz da ahlakın kendisinden ve ‘’İslam'ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf’’ başlıklı yazıda sözünü vermiş olduğum üzere ahlakın temellendirilmesi meselesinden bahsedeceğim.

Şimdi baştan anlaşalım. Ben evrensel ahlak kurallarının var olduğuna inanan biriyim. Burada biraz felsefe yapacağız, septik ve aykırı konuşacağım belki ama o kadar da değil. Aklı başında her insanın kendisine sorması gereken ilk soru; ‘’Bu hayatın bir anlamı var mı yok mu?’’ sorusudur. Bu sorunun iki cevabı vardır, ‘’evet vardır’’ ya da ‘’hayır yoktur’’. Bu soruya ‘’hayır’’ yanıtını verecek olursanız karşınıza intihar kavramı çıkacaktır. ‘’İntihar etmeli miyim?’’ Ben bu noktada ‘’hayatın anlamı yoktur’’ diyen felsefi yaklaşımlardan en delikanlısı olarak nihilizmi görüyorum ahali. Nihilistler bu konuda çok nettir. Nihilizm özetle, ‘’bu hayatın bir anlamı yoktur, ben eğer istersem, intihar edebilirim’’ der. Kendi içerisinde gayet tutarlıdır. Ancak bir de başını J. Paul Sartre’ın başını çektiği Varoluşçular vardır ki aman Allah’ım! ‘’Bu hayatın bir anlamı yoktur’’ dedikten sonra oraya bir ama koyar ve o noktadan itibaren bin bir dereden su getirip de intihara bir türlü yanaşmaz. Ha ben insanlar intihar etsin isteyen bir sadist değilim ama tutarlı olun oğlum. ‘’Bu hayatın bir anlamı yoktur’’ dedikten sonra intihar gayet mantıklı bir seçenektir. Çünkü hayatın bir anlamı yok ise anlamı olmayan bu şeyi sürdürmenin de bir manası yoktur. Önce bunu kabul edin, sonra intihar edip etmemek yine bir seçenektir. Tamamen keyfi nedenlerle intihar etmemeyi de seçebilirsiniz ancak her şeyden evvel tutarlı olmak gerekir, yapacağınız seçimler yine sizlere kalmıştır. Sartre’ı varoluşçuluk çerçevesinde biraz gömdüm ama şimdi politik doğruculuk yapacağım. Sartre’ın güzel bir tespiti de vardır. Malumunuz dünya siyah ve beyazdan ibaret değildir. Kimse ne %100 yanlış ne de %100 doğru olabilir. Sartre: “…Dostoyevski ‘Eğer Tanrı olmasaydı her şey serbest olurdu.’ demiştir ve varoluşçuluk için bu başlangıç noktasıdır. Gerçekten de eğer Tanrı yoksa her şey serbesttir ve sonuç olarak insan kimsesizdir; zira ne içinde, ne de dışında hiçbir dayanak bulamaz” der.[5] Sartre’ın bu sözlerini unutmayın güzel bir yere bağlanacak ileride.

‘’Bu hayatın bir anlamı var mı?’’ sorusuna ‘’evet’’ cevabını verdiğinizde ise karşınıza cevaplamanız gereken ikinci bir soru çıkar, ‘’o halde hayatı anlamına göre nasıl yaşarım?’’ burada da dinler çıkacaktır karşımıza. Dinler bir takım kurallar getirir ve insanlar bu kurallara uymak ile mükelleftir. Dinlere göre ‘’iyi’’ ile ‘’kötü’’ vardır ve kişiler tercihlerini iyiden yana kullanıp ahlaklı olmak zorundadır. Ahlak tamamen dini bir kavramdır. Din olmadan ahlakı temellendirmek mümkün değildir. Bakın tanrı inancı olmadan demiyorum özellikle din olmadan diyorum. Çünkü tanrının varlığı da tek başına yetmez. Deizm diye bir şey var lan, bir tanrı düşünün ki insanları yaratmış ve kenara çekilmiş, hiçbir kural ve vaat de bulunmamış olsun. Böyle bir durumda ahlaklı olmak bana ne katar ki? ''Who cares''

Hatırlarsanız İslam'ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf başlıklı yazıda Mehmet Akif’in bir şiirine de yer vermiştim. O şiire şimdi tekrar bi’ bakalım. Şero ver oğlum görüntüyü;

"Aldanma insanların samimiyetine!
Menfaatleri gelir her şeyden önce.
Vaad etmeseydi Allah cenneti;
O’na bile etmezlerdi secde.”

Benim Mehmet Akif’e olan saygımı kat be kat arttıran yegâne şiiri budur. Görüyorsunuz anlatmaya gerek yok ama ben yine de anlatacağım.

‘’Vaad etmeseydi Allah cenneti;
O’na bile etmezlerdi secde.’’

Mehmet Akif burada müthiş doğru bir tespit yapmıştır. Doğru olduğu kadar da mantıklıdır, çünkü insan faydası, çıkarı olmayan bir şeyi yapmaz ve yapmamalıdır da zaten.  Anlamı olmayan hayat sürdürülmez, vaadi olmayan tanrıya itaat edilmez, çıkar olmadan iyilik yapılmaz, ahlaklı olunmaz bunlar gayet normal ve rasyonel şeylerdir. Şimdi bu söylediklerime Rasim Ozan Kütahyalı gibi ‘’haydaaa’’ çekmeyin çünkü ben en baştan aykırı konuşacağım demiştim. Siz bu rasyonellikleri inkar ededurun Kur’an şöyle der;
 ‘’Ey iman sahipleri! Dikkatlerinizi, sizi korkunç bir azaptan kurtaracak bir ticarete çekeyim mi? Allah'a ve onun resulüne inanır, Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla didinirsiniz. İşte bu, sizin için en hayırlısıdır; eğer bilirseniz. Günahlarınızı affeder ve sizi, altından nehirler akan bahçelere, sürekli cennetlerdeki temiz, bereketli barınaklara yerleştirir. İşte bu en büyük başarıdır.’’[6]

Tıpkı Mehmet Akif’in şiirindeki gibi değil mi? Mehmet Akif Kur’an’ı pek tabi ki okumuş ve iyi analiz etmiş bir kişidir ve şiirinde anlatmak istediği de genel kanının aksine insanların kaypak, menfaatçi ve kötü oldukları değildir. Allah insanların pragmatist olduğunu gayet iyi bilir çünkü öyle yaratmıştır hehehe. Allah’ın insanlardan ‘’iyilik’’ yapmalarını ve ahlaklı olmalarını isterken kurduğu analojinin ticaret ile olması anlayana çok şey ifade etmektedir ancak anlamayan için ise yapacak pek de bir şey yoktur.

Peki, tanrı inancına sahip fakat dinlere inanmayan biri, hatta bir ateist ahlaklı olamaz mı? Pek tabi ki olabilir ben öyle bir şey demedim ki zaten. Deistler ve ateistler de gayet ahlaklı davranabilirler kendi tercihleridir ancak bu tercihlerini temellendiremezler. Yukarıda bahsetmiş olduğum ‘’varoluşçu’’ tayfanın durumuna düşerler biraz, ancak gayet de ahlaklı olabilirler, bu saçını sağa veya sola taramak gibi tamamen bir tercih meselesidir. Tercih meselesi olduğu kadar da keyfi bir tutumdur, rasyonel değildir. Çünkü rasyonel olabilmesi için ahlakın somut bir karşılığının bulunması gerekir ve din kavramı olamadan bu somut karşılığa ulaşabilmek mümkün değildir. Dinler, bunlar bunlar iyidir, bunlar bunlar ise kötüdür, böyle yaparsan ahlaklı, böyle yaparsan ise ahlaksız olursun diyerek sınırları net bir biçimde çizer. Bu muhabbete girmeden evvel ‘’evrensel ahlak kurallarının var olduğuna inanıyorum’’ demiştim hatırlayın, evet bu evrensel ahlak kurallarının varlığını hissedersiniz ancak elinizde bir doktrin olmadan bunu temellendiremezsiniz. Din bize bunu sağlar. Bunun dışındaki tüm ahlak tanımlamaları keyfidir. Mesela adamın biri bana ‘’bacak bacak üstüne atmak gayri ahlaki bir davranıştır’’ diyor. Kime göre neye göre?

Theodore Robert Bundy diye bir herif var. ABD’li ilk seri katil ve tecavüzcüdür kendisi.  1974 ve 1978 yılları arasında, ABD'nin çeşitli yerlerinde çok sayıda genç kadını öldürmüştür. ‘’E iyi de ABD’de yığınla seri katil var ne alaka şimdi?’’ diyecek olabilirsiniz. Theodore Robert Bundy’i diğerlerinden ayıran ve bu yazının konusu olmayı hak edecek bazı özellikleri var. Ha bu arada sürekli Theodore Robert Bundy diye yazmayacağım. Biz Ted Bundy diye kısaltacağız. Ted Bundy her şeyden evvel iyi eğitimli(Utah üniversitesi hukuk bölümü), yakışıklı, şekli şemalı düzgün ve tutarlı da bir felsefesi olan bir heriftir. Babası, Ted Bundy çok küçükken aileyi terk etmiş, ancak Ted Bundy’de filmin kopmasının esas sebebi daha sonrasında annesinin de Ted Bundy’i terk etmesidir. Hal böyle olunca ablası olaya el atmış ve Ted psikolojik olarak zarar görmesin diye bir tiyatroya girişmiştir. Ted Bundy uzunca bir süre ablasını annesi, eniştesini de babası olarak bilir. Saçma sapan bir çocukluk geçirir, içine kapanık ve insanlarla iletişim kuramayan bir tiptir. Buraları hızlı geçiyorum zira bizim işimiz magazin kısmıyla değil. Liseyi dereceyle bitirdikten sonra Utah Üniversitesinde hukuk bölümüne davetle girer. Psikopatlığı da burada ortaya çıkmaya başlar. Ted Bundy’e göre kadınlar yalancıdır, bu yüzden de çevresinde kimi gördüyse kesip biçmiştir. Şimdi buraya kadar net psikopat, gelelim şimdi Ted Bundy’nin esasında kendi içerisinde gayet tutarlı olan felsefesine.

Ted Bundy sorgusunda, ‘’Fark ettim ki tüm ahlaki yargılar aslında değer yargılarıdır. Tüm değer yargıları da sübjektiftir. Hiçbirinin doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanamaz. Hatta bir yerde Amerikan başyargıcının Amerikan anayasasının kolektif değer yargılarından başka bir şey olmadığını yazdığını okumuştum.  Başyargıcın fak edemediği bir şeyi fark ettim eğer bir değer yargısının rasyonelliği sıfırsa onu milyonlar ile çarpmak daha rasyonel hale getirmez. Bu yüzden kimsenin yasalara uyması gerekmez. Özellikle benim gibi zincirlerinden kurtulmuş güçlü ve cesur bir kişinin hiç! Sonra fark ettim ki, tam manasıyla özgür olabilmek için tamamen sınır tanımayan biri olmak gerekir. Özgürlüğümün karşısındaki en büyük engel bu başkaları tarafından üretilen ve dayatılan saçma sapan değer yargılarına uyma zorunluluğudur. Kendime ‘bu başkaları kim?’ diye sordum. İnsan haklarına sahip diğer insanlar mı? Peki, neden bir insan hayvanını öldürmek başka bir hayvanı öldürmekten daha yanlış olsun? İnsan, domuz, koyun… Bunların bir farkı yok ki. Senin hayatın senin için bir domuzun kendisi için olan hayatından daha mı değerli? Neden kendi alabileceğim daha fazla zevkten bir başkası için fedakârlık edeyim?  Bazı zevkleri ahlaklı bazılarını ahlaksız olarak yaftaladınız. Sonuç olarak güzel bayan, jambon yemekten alacağım zevk ile şu an sana tecavüz ederek öldürürken alacağım zevk arasında bir fark yoktur. Vicdanlı ve dürüst sorgulamam ve aldığım eğitim sonucunda buraya vardım’’ der.  
Herif manifesto gibi konuşmuş değil mi? Ciddi manada saygı duymamak, hak vermemek imkansız. Tabi tanrının ve dinin olmadığı bir evrende… Yukarıda bir yerde Sartre’ın biz sözünü vermiştim hatırladınız mı? Dur tekrar vereyim;
“…Dostoyevski ‘Eğer Tanrı olmasaydı her şey serbest olurdu.’ demiştir ve varoluşçuluk için bu başlangıç noktasıdır. Gerçekten de eğer Tanrı yoksa her şey serbesttir ve sonuç olarak insan kimsesizdir; zira ne içinde, ne de dışında hiçbir dayanak bulamaz”

Sartre’ın şu sözleriyle Ted Bundy’nin sözlerini yan yana koyun, işte din olmadığında ulaşılacak yegâne sonuç budur. Başka türlü ahlakı temellendirmek mümkün değildir. Başka türlü ahlakın ‘’dayatma değer yargıları’’ olmamasının imkânı yoktur.  Ha varoluşçu ahlak dersin, kıvırırsın, kendi içinde mastürbasyon yaparsın ama bir Ted Bundy gelir tüm ‘’kurgulamanı’’ yıkar...

Hadi ben Müslüman, yobaz ve cahil olduğum için böyle söylüyorum e Stanford’un Religion and Morality[7] makalesini oku güzel kardeşim. Sonlarına doğru ahlakın din olmadan temellendirilemeyeceği itiraf ediliyor orada da. Seküler dünya düzeninin felsefe konusundaki otorite kuruluşu bile bunu inkâr edemiyorsa ben daha ne diyebilirim ki?

Ha bu arada zıvana budur;



Beni zıvanadan çıkarmayın!

Hadi Selametle…
---------------------------------------------------

[2] Bakara, 278-279
[3] Ekrem Şama, Şu Boğaz Harbi, Gonca Yayınevi, 2006
[5] Jean Paul Sartre, The Humanism Of Existentialism
[6] Saff, 10-11-12


  

6 Nisan 2018 Cuma

Rıfkı


Selam ahali Rıfkı’yı hepiniz tanıyorsunuz lan aslında. Birçoğunuz her gün rastlaşıyor hatta.


Rıfkı kırklı yaşlarda, benim ahlaki dezenformasyon olarak tanımladığım ‘’40 yaş kaşarlanmasını’’ da yaşamış, küçük bir burjuva olarak sayılabilecek tüccarlardandı. 30 sene başkalarının emrinde it gibi çalışmış ve son çalıştığı yerden aldığı tazminat ile açabilmişti dükkânını. Bir evi, bir de arabası vardı Rıfkı’nın. Ay sonunu getirmekte de öyle çok zorlanmıyordu. Hem çok daha ağır işlerde de çalışmıştı vakt-i zamanında, haline şükrediyordu.  Her Cuma öğle vakti dükkânını kapatıp Cuma namazlarına giderdi, kendini de dindar biri olarak tanımlardı Rıfkı. Ancak bir gün dahi, inandığı dinin kitabı olan Kur’an’ı okumayı aklından geçirmemişti. Rıfkı gelenek-göreneklere, örf ve adetlere bağlı bir insan, çevresinden de saygı gören muteber bir kişilikti.

Rıfkı’nın şu sıralar en büyük sıkıntısı oğlunu bankadan kredi çekmeye ikna edemiyor oluşuydu. Rıfkı’ya göre faiz tıpkı alışveriş gibi bu dünyanın bir gerçeğiydi hem çevresindeki herkes de kredi çekiyordu. Bunca insana ne olacaktı? Bunca insan… Rıfkı ağzına asla alkol sürmezdi çünkü alkollü içecekler haramdı. Zaten ne çevrede ne de ailede böyle bir alışkanlık vardı. Bir gün Rıfkı, oğlu İbrahim’i karşısına alıp konuşma ihtiyacı hisseder. İbrahim, babasının ‘’Kredi Çekmenin Faziletleri 101’’ konulu konferansını sonuna kadar sabırla dinler, öyle kendi söyleyeceğine sıra gelsin diye de değil ha sahiden dinler. Çünkü öbür türlüsü dinlemek değildir, olsa olsa beklemektir o. Zaten böyle bir heriften İbrahim gibi bir adam nasıl çıkmıştır orası merak konusudur.

İbrahim sözlerine Kur’an ayetleriyle başlar; ‘’O ribayı yiyenler, şeytanın bir dokunuşla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu böyledir, çünkü onlar, "Alış-veriş de riba gibidir." demişlerdir. Oysaki Allah, alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır. … Yeniden ribaya dönene gelince, böyleleri ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada. … Ey iman sahipleri, Allah'tan korkun. Ve eğer inanıyorsanız ribadan geri kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, biliniz ki Allah'a ve Peygamberine savaş açmış olursunuz…’’[1] İbrahim bu noktadan hareketle bankadan kredi çekmektense o bankayı soymayı yeğleyeceğimi söylüyordu. Zira hırsızlık için bile ‘’Allah ve Peygamber’e savaş açmak’’ gibi ağır bir itham yapılmamıştı. Hem hırsızlıkta kredi çekmekte olduğu gibi bir geri ödeme de yoktu, neresinden baksan daha kârlı bir işti. İbrahim hiçbir boşluğa mahal vermek istemiyordu. Faiz kelimesinin orijinalinin riba olduğunu. İnsanların Osmanlı döneminde, bu kavramı yumuşatmak ve kalıbına uydurmak amacıyla, faydayı çağrıştıran feyz kelimesinden türetilen faiz kelimesi ile anmaya başladıklarını da anlatır. İbrahim, kimsenin evlenemediği, ev, araba alamadığı ya da iş yeri için sermayesini arttıramadığı için bir şey kaybetmeyeceğini ancak faizin insanlara çok şey kaybettirdiği ve kaybettireceğini de anlatmıştır. Türkiye’nin dış borç istatistiklerinin bu halde[2] olmasının sebebinin de yine faiz olduğunu da anlatmıştır.





 Anlatmıştır anlatmasına da Rıfkı bunun ne kadarını anlamıştır?


Rıfkı oğluna karşı çıkmamış ancak ortamlarda oğlundan yakınmaya da devam etmiştir. Çünkü Rıfkı hakikati görse dahi asla toplum paradigmasından sıyrılmaya cesaret edemezdi. Gözünün gördüğünü kalbi ile yalanlıyordu. Rıfkı gelenek-göreneklere, örf ve adetlere bağlı bir insan, çevresinden de saygı gören muteber bir kişilikti.

Siz siz olun Rıfkı gibi olmayın.

Hadi selametle...

----------------------------------------------------------

[1] Bakara 275,278 ve 279