17 Ocak 2021 Pazar

Üç İslam

 Selam ahali, bugüne dek bu blogda iki farklı İslam anlayışı ortaya koymuştuk; bunlardan biri kitapta olan orijinal İslam, diğeri ise geniş halk kitlelerince benimsenen tasavvuf sosuyla terbiye edilmiş mezhepçi, hadisçi, rivayetçi, tarikatçı benim ‘’Ortodoks’’ diye tarif ettiğim geleneksel İslam’dı. Ancak bu ikinci tip İslam’ın da tarihsel süreçte kendi içerisinde derin bir ayrımı olduğunu gördüm. Epeydir yazmayı düşündüğüm, hatta Eylül’ün ikinci haftası yayınlamış olmayı planladığım, bu yazının konusu işte bu ayrımdır. Fakat bu işler biraz da motivasyon meselesi ahali...

 

Anadolu’nun günlük yaşamdaki inanç pratikleri; kuralı kaidesi belli, net sınırları olan safkan bir inanç sisteminden ziyade toplama bir din gibidir. Üniversitedeyken bir hocamız, ‘’Anadolu bir mozaik değil erime potasıdır’’ demişti. Bu aşırı doğru bir tespittir ahali. Zira tarih boyunca Anadolu’da birçok farklı topluluk aynı anda bir arada yaşamıştır ancak bu bir arada yaşayan farklı topluluklar, birbirleriyle kaynaşma işini biraz abartmıştır. Tarih boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde birçok çok uluslu imparatorluk hüküm sürmüştür. Ancak Osmanlı, bunların hepsinden daha farklıdır. Evet, Osmanlı da çok uluslu, çok dinli bir nüfusa hükmetmişti ancak çok uluslu çok dinli olmanın yanında Osmanlı, aynı zamanda çok hukuklu bir devletti. Bu çok hukukluluk meselesini ‘’İslam’ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf’’ başlıklı yazıda açıklamıştım. Meraklısı gidip bir göz atabilir.

 

Reklamların ardından devam ediyorum.

 

Osmanlı, bu çok hukuklu yapısı gereği diğer imparatorlukların aksine asimilasyon işini minimal düzeyde tutmuştur. Bu konuda, yerinde bir örnek olduğunu düşündüğüm Roma İmparatorluğunda Hristiyanlığın resmi din olarak kabulü öncesi ve sonrasındaki sosyolojik ortamı bir araştırıp kıyas edebilirsiniz.

 

Anadolu’da öylesine toplama bir inanç şekli hâkimdir ki, kitleler tam olarak neye, niye inandıklarını asla bilemez. Bizans tarihçisi Steven Runciman’ın aktardığına göre, Suriye’de demiryolu inşası için yürütülen bir kazı esnasında bir türbenin yıkılması gerekmektedir. Ancak Müslüman halk buna yanaşmamaktadır. En nihayetinde müteahhit, halkı türbenin demiryolunun geçeceği istikametin biraz ötesine taşınmasına ikna eder. Kazılar başlar ancak türbe olarak bilinen yerde İslam namına hiçbir şey bulunamaz, malum mekân aslında bir Hıristiyan azizinin eşyalarının bulunduğu bir yerdir. Kazılarda daha derine inildikçe boynuzlu bir pagan tanrısı heykeli çıkar.[1] Üstü minare altı şişhane dedikleri böyle bir şey olsa gerek ahali...

 

Türkler, hem Anadolu’ya gelene dek hem de Anadolu’ya geldikten sonra özellikle dini inanç pratikleri ve ritüeller bakımından karşılarına çıkan her medeniyetten bir şeyleri özümseyerek karma bir din anlayışı ortaya çıkardılar. Bu toplama operasyonunun altında aslında Şamanların, İslam’ın kabul edilmesinin ardından da toplum nezdindeki güçlerini sürdürmek istemeleri yatmaktadır. Yani tıpkı bugün olduğu gibi o dönem de din, siyasetin elinde oyuncak olmuş ve saptırılmıştır.

 

İslamiyet’in kabulü öncesinde tanrı(Tengri) ile insan arasında hep bir, Şaman veya Kam olarak anılan, aracı vardı. İslam’ın kabulü sonrasında bu aracılar; veli, şeyh, derviş veya âşık gibi isimler alarak işlevlerini sürdürmeye devam ettiler. Oysaki İslam, bu ruhban sınıfı teranelerine toptan karşıdır. ‘’Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka velilerin ardına düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!’’[2] gibi çok açık bir şekilde kişinin Allah ile arasına aracı koymasını yasaklayan hükümler barındıran bir kitaba inanıp da üstüne velilerin şeyhlerin olduğu böylesi bir kültü yaşatmak gerçekten abesle iştigal bir durumdur. İnsanlar, kitabın birçok yerinde[3] net bir şekilde yasaklanan bu aracı edinme işini yaptıkları yetmezmiş gibi bir de adına direkt veli demişlerdir. Bari başka bir isim koysaydınız olum...

 

Kasım 2020’deki UKOME toplantısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu ile TCDD İstanbul Bölge Müdürü Veyis Alçınsu arasında bir konuşma geçiyor. Müdür Bey, ‘’çalışan aile fertlerini bile’’ Marmaray’dan ücretsiz geçiremediği için yakınıyor ve ‘’gönül istiyor’’ diyerek de kendini savunuyor.[4] Bu avantacı kafayı attığım birkaç tweet ile eleştirmiştim. Bunun konuyla nasıl bir alakası olduğunu merak edeceksiniz belki. Zira bu kültür kodlarına işlemiş bir ahlaksızlıktır ahali. Geldiğimiz nokta itibariyle torpil ve adam kayırmacılık bu toplumda o kadar alışılmış ve normal karşılanan bir şeydir ki, bu ahlaksızlıklarını inandıkları dine bile yamamaya kalktılar. Az önce açıkladığımız ‘’aracı’’ meselesi tam olarak budur. Mantık basit haşa Allah nezdinde nüfuzu olan şeyhin, velinin adını verip cennet kapılarını ardına kadar aralayacaklar. Şefaat adını verdikleri bu inanç bir noktada o kadar çirkinleşiyor ki Muhammed peygamberi de işin içine dâhil ediyorlar. Sanki peygamberin öyle bir yetkisi varmış gibi, Ramazanlarda camilerin mahyalarında sık sık görürsünüz;

 

Şefaat ya Resulullah!

 

Ancak Kur’an uyarır; ‘’Sizin lehinize Allah’a ortak olduğunu sandığınız o şefaatçilerinizi neden şimdi yanınızda göremiyorsunuz? Artık aranızdaki tüm bağlar kopmuştur ve dost sandıklarınız sizi yapayalnız bırakmıştır.’’[5] Allah hiçbir konuda hiç kimseyi yetkilerine ortak etmez. Şefaatin yalnızca Allah’ta olduğu yine kitabın birçok yerine net bir şekilde ifade edilir.[6]

 

Güncel bir örnekle bu sakat anlayışın dine ve toplum sosyolojisine nasıl zararlar verebileceğini gördük. Büyü ve güya şifalı birtakım uygulamalar ile toplum nezdinde gücü elinde bulunduran Şamanlar, kitleler halinde İslam’a geçişlerin başlamasıyla beraber toplumda ayrıcalıklı bir zümre olarak varlıklarını sürdürebilmek için mevcut uygulamalarına İslami bir görünüm vererek kendilerini de şeyh, derviş veya âşık olarak adlandırma yoluna gitmişlerdir. Hem kendi uygulamaları hem de tarih boyu karşılaşılan diğer uygarlıklardan bakiye diğer hurafeler, batıl inançlar ve özellikle de büyü gibi öğretiler topluma Ömer Çelakıl stili ayet bükmeler yoluyla ‘’bunlar İslam’ın buyruklarıdır’’ denilerek empoze edilmiştir. Zemin ve iklim de müsait olduğu için aşı tutmuş ve hem Selçuklu’da hem de Osmanlı’da devlet dini olan Sünni İslam’ın yanı sıra bu hurafeler ve batıl inançlar da ikinci bir alt din gibi kurumsallaşarak kök salmış, kitleleri uyuşturmuş, analitik düşünceyi hatta en temel mantık kaidelerinin dahi işletilebilmesine olanak vermemiştir. Aha işte o yazının başında bahsettiğim ayrım burada kopuyor ahali. Yani bir devlet dini olarak Arap orijinli kurumsal Sünni İslam’dan bir de Şamanist miras ve diğer kültürlerden aparılan çeşitli batıl inançlarla karılmış heterodoks halk dininden bahsediyoruz. Ortada kelimenin tam anlamıyla sosyolojik ve teolojik bir kaos var.

 

Toparlıyorum;

 

  1.       Kitapta olan orijinal İslam, bu cepte zaten
  2.       Arap kültürü ile karılmış ve tarih boyu devlet dini olan kurumsal Sünni İslam
  3.       Şamanist mirası da Anadolu’da karşılaşılan diğer kültürlerden bakiye uygulamaları da içinde barındıran heterodoks halk dini

 

Şimdi kafalarda tablonun biraz daha netleştiğini düşünerek devam ediyorum. Peki, böyle bir farklılık neden oluştu?

 

Tarih metodolojisinde olayları ve süreçleri dönemin şartlarına göre değerlendirebilmek önemlidir ahali zira olaylara bugünün paradigmasıyla yaklaşırsanız fena çuvallarsınız. Yazı ve yazının kullanımı ancak sanayi devriminden sonra falan bugünkü şekline yaklaşabiliyor. Hatta bugünkü haline gelmesi sanayi devriminden bile baya sonralarına denk düşüyor. Evet her ne kadar yazı, milattan önce bulunmuş olsa da yazının geniş kitlelerce günlük yaşamda kullanılması binlerce yıl alıyor. Türkler İslam’ı kabul ettiğinde de Anadolu’ya girdiklerinde de yazılı olarak Kur’an var, çoğaltılmasında da bir problem yok ancak bir şeyler okuma alışkanlığı bugünkü gibi tabana yayılmış bir şey değil. Hatta bugün bile değil ki lan. Çık sokağa rastgele 15 kişiye önce Müslüman olup olmadığını sonra da Kur’an’ı kendi anlayabileceği herhangi bir dilde okuyup okumadığını sor, ikisine de evet diyen kişi sayısı maksimum 3 falan olur. Evet, biz sözlü literatürle işleri yürüten bir toplumuz ahali bu dün de böyleydi bugün de böyle belki yarın değişir.

 

Din, geniş halk kitlelerince tarih boyu ancak çevredeki bilginlerin anlatımlarından öğrenilebilen bir kavramdı. Türklerde bu bilginlerin adı Şaman veya Kam’dı. Bu kişiler de kendileri mevzuyu ne kadar anladılarsa halka da o kadarını anlatabilirlerdi. Öte yandan işin sosyolojik boyutunu da yukarıda açıkladım zaten. Adamlar ellerindeki gücü değişen paradigmada da doğal olarak muhafaza etmek istiyor. Hal böyle olunca anlatılar da manipülatifleşiyor. Yazılı, basılı Kur’an’ın ve Arap literatürünün alıcısı da şu ortamda haliyle geniş halk kitleleri değil saray oluyor. Bu yüzden yönetici sınıfın dini ile halk dini bu noktada farklılaşmaya başlıyor. Yazının bu noktasından itibaren ‘’saray’’ diye ifade edeceğim yönetici sınıf; elçilerle, yazılı basılı Kur’an ve Arap literatürü ile ve ikna yoluyla İslam’ı kabul ediyor ancak halkın yegâne kaynağı bilginler(Türkmen Babaları) idi. Hal böyle olunca Anadolu’da İslamlaşma yüzeysel kalmıştır. Özellikle deprem, sel veya kuraklık gibi doğal afet durumlarında hemen eski inanç pratikleri yeniden kendini göstermeye başlamıştır. Analitik düşüncenin zaten var olmadığı ortamda hemen batıl inançlara sarılma refleksi gözlenmiş ve bu eski inanışlar zaman içerisinde yeni dinin içerisine karılmaya başlanmıştır. Saray ve çevresinde yaşayan şehir sakinleri benim Ortodoks diye tabir ettiğim sistematik Sünni İslam’ı yaşarken, merkezden uzak, kırsalda dağda bayırda yaşayan halkınsa daha karmaşık heterodoks bir din ortaya çıkardığını söylemek mümkündür. Şerif Mardin bu mevzuyu, ‘’Ideology and Religion in The Turkish Revolution, International Journal of Middle East Studies’’de güzel açıklar.

 

Ademi merkeziyetçi bu halk dini bugün Anadolu Aleviliği diye tabir edilen inancın temellerini oluşturur. Bugünkü Alevi inancını incelediğinizde zaten genel İslam algısından çok daha farklı birtakım imgelerle karşılaşıyorsunuz. Ortodoks Sünni İslam’da müzik işi pek yoktur hatta kimi tarikat ve cemaatlerde tef harici çalgıların haram olduğu bile söylenir. Buna karşın heterodoks Alevi inancında bağlama ve saz kutsal kabul edilir hatta ibadetlere dâhil olur. Yine ana akım Sünni inancında resim, tasvir ve fotoğraf işleri de pek hoş karşılanmazken Alevi mekanlarında Hacı Bektaş’ın da Halife Ali’nin de diğer büyük imamların da büyükçe resimlerini görmek mümkündür, ana akım Sünni inanç bu tarz işlere oldukça mesafeli dururken Alevi inancında sembolizm çok önemli yer tutar.

 

Tahtakuşlar Etnografya Müzesi diye bir şey duydunuz mu? Durun turizm rehberliği mezunu olduğumu biraz belli edeyim. Buradan sonra anlatacaklarım bitirme projemden

 

Önce Tahtacılar;

Osmanlı’dan beri orman işçiliği yapan, kimliği “Alevi” olan kendilerine özgü gelenekleri olan, dağlarda ve ormanlarda göçebe hayatı yaşayan bir topluluktur. Türkiye’nin güneybatı sahil şeridinde yaşarlar. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u almak ve Midilli’de çıkan isyanları bastırmak için kullanacağı gemilerin kerestelerini biçtirmek için Toros Dağlarındaki Tahtacı Türkmen’lerini İda Dağına (Kazdağı) davet etmiş. Fatih Sultan Mehmet o tarihlerde bizzat Edremit’e gelerek 67 gemi yaptırtmıştır. İş bittikten sonra da Edremit-Çanakkale yolu üzerinde, Çamlıbel yakınlarındaki bölgede kalmaya devam ederek bir Alevi köyü olarak Tahtakuşlar yerleşimini ortaya çıkarmışlardır. Etnografya Müzesi de işte bu köyde yer alıyor zaten. Bugünkü köyün halkı, Orta Asya’daki Oğuz boylarından Ağaç Eri’lerinin torunları olup, 13. yüzyılda Moğol baskısı nedeniyle göç ederek Hazar Denizi kuzeyinden Horasan’a, oradan da Irak’a gelmişlerdir. Müslümanlığı kabul edince Türkmen olarak isimlendirilmişlerdir.

 

Ben hem o köyü hem de müzeyi gidip yerinde gördüm. Müzenin kurucusu Alibey Kudar’dır. Ben gittiğimde de oğlu vardı orada galiba, çok güzel bir anlatım yapmıştı. Akademik bir çalışma yapmamış olmasına rağmen tarihsel sürece genel olarak hâkimdi. Anlattıkları tam bir aydınlanma yaratmasa da insanın kafasında birtakım şimşeklerin çakmasına vesile oluyor. Zaten müzede de köyde de kültürü, kullandıkları eşyaları, çadırları ve ortaya çıkardıkları sanat eserlerini görmek mümkün.

 

Ortada birbiriyle ciddi derecede ayrışan iki farklı inanç sistemi ve hayat pratiklerinin olduğunu inşallah güzelce anlatabilmişimdir. Ortodoks Sünni devlet dini ile heterodoks Alevi halk dini tarihin çeşitli dönemlerinde çatışmıştır da. Selçuklu döneminde Ahi Evren ve Celaleddin Rumi özelinde bunu görmek mümkündür, ki bu blogda da bahsini geçirmiştim daha önce, Osmanlı’da ise her dönem Türkmenler çeşitli sebeplerle sağa sola sürülmüş ve birçok siyasi mücadele yaşanmıştır. Başka bir yazıda belki tarihsel sürecin detaylarına da gireriz ancak bu yazıda tarihte yaşanmış bu mücadelelerin aslında ciddi bir inanç farklılığına dayandığını ve bu farklılıkların ortaya çıkış nedenlerini görmüş olduk.

 

Yani ortada iki değil aslında üç benzemezli bir İslam anlayışı vardır. Bunlar okuması araştırması keyifli konulardır. Dünya tarihinde araştırma yapmanın bu kadar kolay olduğu başka bir devir daha yok. PDF’ydi, ctrl+f’ydi, scholar’ıydı hepsi elinin altında lütfen üşenme güzel kardeşim.

 

Hadi selametle...  


-------------------------------------

[1] Metin And. Oyun ve Bügü, Yapı Kredi Yayınları, 1974, İstanbul'dan aktaran Nimet Elif Uluğ, Osmanlı'da Batıl İtikatlar ve Büyü, Doğan Kitap, 2017, İstanbul

[2] Kur'an 7:3(A'raf Suresi)

[3] Kur'an 2:107,257(Bakara), 3:68(Ali İmran), 4:45,123(Nisa), 6:51(En'am), 7:3(A'raf) ve diğer birçok yerde...

[4] https://twitter.com/alpererdoganep/status/1331958926913499136

[5] Kur'an 6:94(En'am Suresi)

[6] Kur'an 2:48,123,254,255(Bakara), 6:51,70,94(En'am), 7:53(A'raf), 10:3,18(Yunus) ve diğer birçok yerde... 

Bulut, Ü., & Hüseyin, B. A. L. (2016). Sosyolojik Açıdan Tahtacı Grupların Araştırılması (Muğla Örneği). Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (36), 81-102.

Yörükân, Yusuf Ziya, Anadolu’da Aleviler Ve Tahtacılar, {haz. Turhan Yörükân},Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1998

Karadere Züleyha, Yüksek Lisans Tezi, Yusuf Ziya Yörükan ve Mezhepler Tarihçiliği, Ankara, 2013

ÇIBLAK, N., 2005. Mersin Tahtacıları. Halk Bilimi Araştırmaları, Ankara, Ürün Yayınları

Merhan, A., 2014. Bayindir Tahtacıları ve Dillerinin Belirgin Özellikleri. Bilig, 69, 161.

AYDEMİR, A., 2013. SARIKIZ EFSANESİNDEKİ SARIKIZ ve ESKİ TÜRK İNANÇLARINDAKİ ALBIZ ÜZERİNE. Electronic Turkish Studies, 8(6).

Sümer, F., 1962. Agaç-eriler. Türk Tarih Kurumu Basımevi

Talas, M., & Aksoy, N. D., 2009. Küreselleşme-Yerelleşme Çerçevesinde Türk Alevîliği. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, (51).

Selçuk, A. & Kayseri, D. G. İ. T., 2010. SÖZÜN YAZIYA DİRENİŞİ: İKİ İNANÇ SİSTEMİ ÜZERİNE BİR KARŞILAŞTIRMA.

Duymaz, A., & Şahin, H. İ., 2008. Kaz dağlarında dağ, ağaç ve ocak kültü üzerine inanış ve uygulamalar. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11(19), 116-126.

KUMARTAŞLIOĞLU, S., 2011. TAHTACILAR’DA BİR GÖÇ TÖRENİ: OCAK AYIRMA. HÜTAD, (14).

Gökalp, Z., 2015. Türk medeniyeti tarihi. Ötüken Neşriyat AŞ.

Folklor / Edebiyat Dergisi, 2001/4, Sayı 28, Sayfa: 191- 202

Aksoy, M. (2004). Mut’ta Bir Alevi-Türkmen-Tahtacı Köyünde İnanç, Gelenek ve Görenek. İsmail Engin and Havva Engin (eds.), Alevilik

Dabağlar, N. (2014). Artemis’ten Sarıkız’a: Kaz Dağının Sarıkız Efsanesi

Kurt, O. (2016). Kazdağları’nda Bir Şaman Köyü: Tahtakuşlar Köyü

Somuncuoğlu, S. (2015). Kaz Dağları / Koşuburnu Köyü Ve Tahtakuşlar Köyü / Türk Kültürü