29 Nisan 2020 Çarşamba

Devlet Diyanet Siyaset

Selam ahali, hemen hemen her sosyal konu üzerinde siyah ve beyaz kadar net fikirleri olan bir adamım ve bu fikirler kimi zaman bir kesimden kimi zaman da onun tam karşısında duran kesimden destek görüyor. Ortayolcu muyum? Hayır, yalnızca bir ideolojiye iman etmediğim için olaylara ve olgulara paket programcı bir zihniyetle yaklaşmıyorum. Bu yazının konusu değil ama birey olmak harika bir şey lan. Sözüm olsun bu konuya da ayrıca değinelim.

Ne diyorduk; siyah ve beyaz! Bu renk kartelası içinde diyanet benim için bir gri alandır. Bu yazıda güncel bir tartışmadan hareketle neden gri alan dediğimi ve diyanetin statüsünü konuşacağız. 


Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın yakın zamanda sarfettiği eşcinsellik ile ilgili sözleri malumunuz epey bir gündem yarattı. “İbneliğin lüzumu yok” deyip arkasında duranı da “diyanet kapatılsın” deyip linç edeni de oldu. Hatta Ankara Barosu "Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın İnsanlığın Bir Kesimini Nefretle Aşağılayıp Kitlelere Hedef Gösterdiği Konuşmasıyla İlgili Basın Açıklaması" başlıklı bir bildiri yayınladı. 



Bunun üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara Barosu yöneticileri hakkında halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama suçundan soruşturma başlattı. Ortalık baya bir karıştı. Baronun bu açıklamayı yaparkenki dayanağı 1 Mayıs 2011'de imzaya açılıp kabulü ise geçen sene gerçekleşen İstanbul sözleşmesi! 

İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, “kadına karşı şiddet, ev içi şiddet, toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ilişkin kapsamlı tanımlamalar yaparak; cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli tüm ayrımcılık biçimlerine karşı mücadele edilmesi, erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması” konusunda taraf devletlere pek çok yükümlülük getiren uluslararası bir anlaşmadır.[1] Tam metnini yazının sonuna ekleyeceğim meraklı olan girsin okusun, hizmette sınır yok. 


Ali Erbaş ne demişti bi’ hatırlayalım; “İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikahsız hayatın islamî literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu Hiv virüsüne maruz kalıyor.”[2] 

Liberal ve seküler bir kişi, pek tabi ki bir din adamının eşcinsellik ile ilgili söyleyeceklerinden rahatsızlık duyacaktır. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Zira Ali Erbaş’ın sözleri islami açıdan gayet doğrudur. Eşcinsellik Kur’an’a göre baya baya günahtır ve kınanır.[3] Ancak burada esas tartışılacak konu eşcinselliğe bakışın nasıl olacağından ziyade diyanetin statüsü olmalıdır. 


İnsan yaşamının büyük bir çoğunluğuna din yön verir. Din kelime olarak düzen demektir. Bir dine inanan kişinin hayatı boyunca uyması gereken iki ayrı düzen vardır;

1- Dinin getirdiği düzen 
2- Anayasal düzen

Ancak bu noktada bir kişi inandığı dinin eşcinselliğe onay vermediğini ve bunun kınandığını ifade ettiğinde bu durum anayasal düzence suç teşkil ediyorsa buradan büyük bir siyasi kriz çıkar. Eğer bu kişi Diyanet İşleri Başanı ise daha da başka şeylerden bahsetmek gerekecektir. Bazı sorularım olacak. 

1- İmam gibi giyinip camilerde okunacak hutbeyi belirleyen Diyanet İşleri Başkanı, eşcinselliği haram kılan İslam dininin temsilcisi midir yoksa eşcinsel haklarını koruma altına alan İstanbul sözleşmesine imza koyan devletin mi?
2- Bu paradoksu nasıl çözersiniz? 

Gelin şu işi bir çözüme kavuşturmaya çalışalım. Diyaneti kapattık diyelim. Milyonlarca liralık bütçesi ile bir halta derman olamayan, daha imsak saatini bile doğru düzgün hesaplayamayan ve adı bir yığın skandala karışmış şaibeli bir kurumdan kurtulduk. Buraya kadar gayet güzel. Ancak camilerin kontrolü bu durumda kime geçecek? Diyanet bile zaten halihazırda bir yığın ipe sapa gelmez hurafeyi savunurken diyanetin olmadığı bir ortamda ortaya çıkabilecek dezenformasyonu düşünebiliyor musunuz? Türkiye’de kamyonla cumhuriyet düşmanı cemaat, tarikat var. Diyanetin yokluğunda bu toplulukların camileri karargah edinmeyeceklerini kim garanti edebilir? Milli güvenliğe tehlike arz eden tek oluşumun Fethullahçılar olduğunu mu düşünüyorsunuz? Diyanetin merkezi hutbesi tüm camilerde okunuyor ve insanlar buna diyanetin internet sitesinden rahatlıkla erişebiliyor ancak bu otorite ortadan kalktığında o kürsülerden kim bilir neler söylenecek var mı tahmini olan? Öte yandan diyanetin devamının da savunulacak yanı yoktur. Mercedesler, nereye harcandığı belli olmayan milyon liralık devasa bütçeler, insanları zorla ateist yapacak mealler yayınlamalar, Ensar gibi vakıflarla iş tutmalar iktidar sahiplerinin elinde oyuncak olup dini bu amaçla eğip bükmeler ve daha nice rezillikler...

Neden gri alan dediğimi şimdi anladınız mı? Diyanet meselesi iki ucu boklu değnektir ahali. Ben bu işin içerisinden çıkamıyorum. 

İslam, yapısı gereği aslında bu tür kurumlara ihtiyaç duymaz ancak halktan her daim böyle bir talep olmuştur. Talebin olduğu yerde de arz kaçınılmazdır. Bu arzı devlet yapmazsa özel sektör yapar. Ortalığı ne idüğü belirsiz sapık tarikatlara cemaatlere bırakmaktansa devletin olaya müdahil olması bence hiç değilse ehveni şerdir. Mustafa Kemal Atatürk de diyaneti büyük ihtimal bu noktada benzer düşüncelerle kurmuş olsa gerek zira laik cumhuriyet ile bir tezat oluşturmamak adına bir bakanlık değil müsteşarlık ayarında bir kurum ortaya koyuyor. Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an-ı Kerim’in Türkçe çevirisini yaptırmış olması ise belki de insanlara İslam’ın ruhuna uygun olarak dini otoriteye mahkum olmama güdüsünü kazandırarak birgün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın misyonunu tamamlaması umuduyla gerçekleşmiştir. 

Özellikle Atatürk ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşu ile ilgili olan son kısım yorumdu, herhangi bir iddiam yok burada.

Sonuç olarak, insanlarını düzgünce eğitemediğin sürece dünyanın en başarılı sistemlerini ve kurumlarını da kursan, o sistemler ve kurumlar en nihayetinde bir şekilde birer manipülasyon aracı haline gelecektir. 

Türkiye her ne kadar yüzünü batıya dönmüş olsa da bir doğu ülkesidir ve her ne kadar doğulu olsa da diğer doğululara benzememektedir. Coğrafya kaderdir. 

Hadi selametle...

——————————-
Notlar 


[3]Kur’an; 7/80, 11/78,81, 15/62,68,71, 21/74, 26/168, 27/54, 29/28,30,32 vd.

24 Nisan 2020 Cuma

Hilafet Hürriyet Haysiyet


Selam ahali, bir 23 Nisan’ı daha geride bıraktık. Milli bayramların genelinde olduğu gibi yine Atatürk alerjisi olan kimi cumhuriyet düşmanları birtakım saçma sapan çıkışlarıyla gündemi meşgul ettiler. Bu sebeple milli mücadele dönemi ve halifelik konularında birkaç kelam etmek istiyorum. Aslında bu gibi zevatları ciddiye alıp da kalem oynatmamak lazım da işte bakma. Hem malum saçmalıklara cevabımızı vermek hem de biraz halifelik üzerine konuşmak istiyorum.

‘’Bilgisi olmadığı halde fikri olanlar cemiyeti’’nin kıdemli üyelerinden Fatih Tezcan şöyle bir şey yumurtladı.

   

Yalanın vergisi olsa bunlar vergi rekortmeni olur.


  • ·         Birinci Dünya Savaşı bitmiş Osmanlı paylaşım masasında, Sevr imzalanmış beyefendi Sevr’i imzalayanlara karşı çıkıp işgal kuvvetlerine karşı yeni bir savaş veren kadroyu ‘’düşmana bir mermi atmamak’’ ile itham ediyor. Allah akıl fikir versin.
  • ·         İkinci iddiası ise devlet ve meclis varken başka bir şehirde paralel meclis kurulmuşmuş bak sen. Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihi 23 Nisan 1920, 16 Mart 1920’de ise İstanbul işgal ediliyor! İngiliz Yüksek Komiserliği Salih Paşa’ya 16 Mart 1920 saat 09.40’da bir nota vererek saat 10.00’dan itibaren İstanbul’un işgal edileceğini, M. Kemal ve milli hareketin öbür liderlerinin Osmanlı hükümetince derhal red ve inkâr edilmeleri gerektiğini bildirir.[1] Aynı gün işgal başlar; tren ve vapur seferleri durdurulur, yollar kapatılır, Harbiye Nazırlığı ve PTT işgal edilir, polis teşkilatının yönetimine el konur. Şehzadebaşı karakolu İngilizlerce basılır 6 er şehit edilir, 15 er yaralanır sivil ve asker 150 kişi tutuklanır.[2] Yani Fatih Tezcan beyefendinin var dediği devlet bu haldedir. Osmanlı Devleti, Ankara’daki meclisin açılmasından 37 gün önce zaten fiilen yıkılmıştır. Şu olay hakkında paralel falan diye konuşmak büyük terbiyesizliktir, ayıptır. Paralel işlerini ise Fatih Tezcan’ın kendisi daha iyi bilir.





  • ·         Millete bir kere dahi sormadan işgalcilerin emellerinin gerçekleştirildiği iddiası ise utanmazlığın aymazlığın zirve noktasıdır ahali. Saltanatı savunup da her kararı millet meclisinde oylayarak veren bir yönetime şunları söylemek için Fatih Tezcan olmak gerekir. Hem de dönemin padişahı Vahdettin 8.11.1918 ve 16.3.1920’de tarihlerinde olmak üzere iki defa ‘’millet bir koyun sürüsü! Bu sürüye bir çoban lazım! İşte o da benim.’’ [3] demişken! Peki ya o işgalciler niçin İstanbul hükümetine kendi emellerini gerçekleştirecek kişileri tevkif etmeleri yönünde nota veriyor? Adamlar Matrix’deki kaşığı büken çocuk gibi tarihi eğip bükmeye çalışıyorlar. Ancak katranı kaynattık olmadı şeker sayın Fatih Tezcan!

İşbirliği nedir görmek ister misiniz ahali?


  • ·       Konya eşkıyalarından Delibaş Mehmet’in tellalını ‘’Halifenin müttefiki olan İngilizler, Pınarbaşı’na doğru geliyorlar. Onlarla birlik olup Kuva-yı Milliyecileri yenecğiz!’’ diye avaz avaz bağırtmaktır. [4]
  • ·         Gerede isyanı öncülerinden Divitli Eşref Hocanın ‘’… Tek başımıza İngilizler’e meydan okuyoruz. Bu en büyük küfürdür.’’ şeklinde nutuk atmasıdır.[5]
  • ·         Konya’da ‘’Kim milliyetçilerle birlikte Yunan’a karşı giderse, şer’an kâfirdir.’’ fetvası vermektir.[6]
  • ·         Cami kapılarına ‘’M.Kemal’in ardına düşmek ve emrine itaat etmek, şer’an küfürdür. Karısı boş düşer!’’ yaftaları asmaktır.[7]
  • ·         Sabah gazetesinin 7 Ağustos 1919 baskısını ‘’İngiltere en büyük İslam devletidir!’’ manşetiyle çıkarmaktır.[8]
  • ·         Vahdettin’in milli mücadele hareketine karşı çıksınlar diye Kambur İzzet’i İzmir’e vali, Gümülcineli İsmail ile Nemrut Mustafa’yı Bursa’ya vali, Artin Cemal’i Konya’ya vali, Ali Galip’i Mustafa Kemal’i yakalasın diye önce Elazığ’a sonra Sivas’a vali, Abdurrahman Bey’i Adana’ya vali, Anzavur Ahmet’i(ki eşkıyadır) Balıkesir’e mutasarrıf, Osman Kadri’yi Bolu’ya mutasarrıf ve İbrahim Bey’i İzmit’e mutasarrıf olarak göndermektir.[9]

Tüm bunlar olurken hem Damat Ferit hem de Vahdettin defalarca İngilizlerden güvence talebinde bulunacak ve olumlu dönüşler de alacaklardır.[10] Biri işbirliği mi demişti?

O dönem için şunu çok net bir şekilde ifade edebiliriz ki hem devlet iradesi hem de halifelik makamı özellikle İngilizler olmak üzere çeşitli hegemonların elinde oyuncak olmuş Vahdettin ve İstanbul yönetiminin ileri gelenleri de kendi kişisel ikballerinin dertlerine düşmüşlerdi.

Halifelik zaten dini bir kavram olmaktan ziyade siyasi bir makamdır. Hani ‘’Hıristiyanların başında Papa var da bizim başımızda neden bir Halife yok veya neden olmasın’’ şeklindeki meşhur itiraz bu noktada İslam’ın yapısı gereği açığa düşüyor. Çünkü baktığınız zaman Hıristiyanlıkta papazlar, ruhbanlar, azizler vs. yığınla din görevlisi unvanı vardır ve bunlar yüzyıllar boyunca önemli bir toplumsal sınıf oluşturmuştur. İslam ise çıkış noktası gereği tüm bu ruhban sınıfı teranelerine karşıdır.  Kur’an’da dinin yegâne sahibinin Allah olduğu ve inananların da başka bir dini otorite tanımaması gerektiği net bir şekilde ifade ediliyor. Bunu da blogda defalarca açıkladık zaten. Öte yandan Halife olarak adlandırılan kişi Muhammed peygamberin vefatından sonra İslam devletinin yöneticiliğini sürdüren kişiyi karşılayan bir kavramdır. Kelime olarak da ‘’ardından gelen’’ anlamını taşıyan halef sözcüğünden türemiştir. Buna bir kutsallık atfetmek İslami açıdan da doğru bir tavır değildir. Ki zaten Osmanlı padişahları da halife unvanını aktif bir şekilde pek kullanmamışlardır. II. Abdülhamid’i burada ayırıyorum. Sadece II. Abdülhamid ‘’ben halifeyim’’ diyerek bu unvanı aktif ve etkili bir biçimde kullanmayı tercih etmiştir. Halifelik unvanının Osmanlı’da kullanılışı da devlet gücünün zayıfladığı dönemlerde ‘’Müslümanlar, birlik olalım bakın burada halife var’’ gibi bir tutumla gerçekleşmiştir. Meşhur Osmanlı – Rus savaşları sonrasında Ruslar, Osmanlı bünyesinde bulunan Ortodoks tebaanın hamiliğini talep edince Osmanlı da halifeliği öne sürerek Rus nüfuzu altındaki Müslümanlar üzerinde hâkimiyet talep etmiştir. Tamamen siyasi amaçlarla gerçekleşen bir hilafet vurgusu var ortada.

Halifelik kurumunun bunun dışında aktif bir şekilde kullanıldığı durumlar ise artık Osmanlı’nın dış politikada herhangi bir yaptırım gücünün kalmadığı ve Düvel-i Muazzama’nın kontrolünde kukla olmak şeklinde gerçekleşmiştir.


  • ·         1788’de I. Abdülhamid, İngilizlerle çatışan Maysor hükümdarı Tippu Sultan’a İngilizlerle savaşmaktan vazgeçmesini öğütleyen bir mektup yazmıştır. [11]
  • ·         1857’de İngiltere yine en önemli sömürgelerinden biri olan Hindistan’da çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Müslümanların da olaylara dahil olmaları üzerine İngilizler konuyu dönemin Osmanlı padişahı Abdülmecid’e taşır. Abdülmecid de Hamdi Efendi başkanlığında bir ulema kurulunu Hindistan’a yollamıştır. [12]
  • ·         II. Abdülhamid’in de yine Hindistan’da İngilizlere karşı çıkacak bir isyanı önlediğini Kadir Mısıroğlu Lozan isimli çalışmasında aktarmaktadır ancak kaynak Kadir Mısıroğlu olunca haliyle pek de güvenemiyor insan. Ancak Doğan Avcıoğlu II. Abdülhamid’in Afganistan’a Ruslardan ziyade İngilizlerin dostluğunu tercih etmeleri gerektiğini öğütlediğini aktarıyor.

Görüldüğü üzere halifelik, Müslümanlara zerre faydası olmadığı gibi bir de üstüne sömürgecilerin menfaatlerini koruyan bir kurum olarak karşımıza çıkıyor. Bu halde olan bir kurumun dünya Müslümanlarının birliğini sağlayabilmesi mümkün olabilir mi? Olmuyor da zaten. Zira 1889’da Kuveyt, 1904’te Necit Suudileri, 1915’de Mekke şerifi Hüseyin Osmanlı’ya isyan etmiştir. Ayrıca Irak, Suriye ve Lübnan’da da birçok isyancı örgütlenmeler baş göstermiştir. [13]

Halifeliğin artık Osmanlı’ya da bir faydası kalmamıştır. Zira alem-i İslam halifeyi sallamamaktadır.

Birinci Dünya Savaşı öncesindeyse Padişah V. Mehmet Reşat, özellikle itilâf devletlerinin sömürgesi olan Müslüman ülkelerin ittifâk devletleri safında yer almaları için Almanya’nın baskısıyla 22 Zilhicce 1332-29 Teşrin-i evvel 1330 {11 Kasım 1914} günü Cihâd-ı Ekber ilân etmiştir. [14] İngilizler sırasını savmış sıra Almanlara gelmiştir. Bu çağrının ne ölçüde karşılık bulduğu savaşın sonucundan ve savaş esnasında Arapların tutumundan bellidir.

Ancak bu cihad çağrısı dünyanın öbür ucunda hiç alakası olmayan garip bir biçimde karşılık buluyor. Avustralya’ya uzanıyoruz.

Avustralya, İngiliz Deniz Subayı James Cook tarafından 1770 yılında keşfedilince, bu kıta İngiltere’ye bağlandı. Sanayi devriminden sonra, hammadde arayışı bu kıtada da yoğunlaştırıldı. Motor gücü elde edilmiş ancak bu tarihlerde henüz geniş alanlarda kullanılmamaktaydı. Taşımacılık, ulaşım genelde hayvan ve insan gücüyle yapılmaktaydı. Kıta bâkir olduğu için kıyılardan iç bölgelere ulaşmak zordu. Bu ulaşım develer ile yapılmaya çalışıldı. Ama deve sürmek de öyle her babayiğidin harcı değildir. Bu sebeple deve yetiştiriciliği ve sürücülüğünden anlayan insanlar bu topraklara götürüldü. Bunlar da pek tabii ki Müslümanlardı.

Kuzey-Batı Hindistan’dan (şimdiki Pakistan) deve sürücüsü olarak Avustralya’ya gelen Molla Abdullah ve Kul Badsha Muhammed adındaki iki Müslüman Avustralya’ya savaş açıp “Broken Hill Savaşı”nı gerçekleştirmiştir. Molla Abdullah, 1879 yılında Hindistan’dan (Şimdiki Afganistan) Avustralya’ya gelen Abdul Wade’ın organize ettiği deve taşımacılığı işinde çalışmak üzere 1890 yılında Avustralya’ya gelmiş, 1910 yılına kadar deve taşımacılığı yapmıştır. Molla Abdullah Hindistan’da medrese eğitimi görmüş ve Avustralya’ya gelen Müslümanların dinî liderliğini ve İslâm esaslarına uygun hayvan kesimi işini yapmaya başlamıştır. Bu hayvan kesimi işi izinsiz yapıldığından, birkaç defa cezalandırılmış hatta mahkûm olmuştur. Avustralya’da ilk mescit, bu iki Müslüman tarafından yapılmış Molla Abdullah bu mescidin faaliyetlerini yürütmüştür. Bu mescit, az sayıdaki Müslümanın kendi inançlarına göre yaşama ve beslenme merkezi olduğu sanılmaktadır.
Kul Muhammed ise okur-yazar olmayıp bir müddet deve sürücülüğü yaptıktan sonra, Avustralya’da yollar yapılıp ulaşımın motorlu vasıtalar ile yapılmaya başlaması ve buna paralel olarak deve taşımacılığının ikinci plânda kalması üzerine, seyyar dondurmacılık yapmıştır. Buraları neden bu kadar detaylı anlattığım az sonra anlaşılacak biraz sabır ahali. Özellikle de dondurma ayrıntısına dikkat edin.

Kul Muhammed’in muhtemelen Hilâl-i Ahmer Cemiyeti veya Osmanlı Devleti ile Hindistan arasındaki ticarî ilişkiler münasebetiyle 1900 yılında İstanbul’a gelip Osmanlı Ordusu’nda Balkan Savaşlarına gönüllü olarak katıldığı, bu sebep ile dört defa İstanbul’a gelip devecilik yaptığı ve 1912 yılında Pakistan’a döndüğü bilgisi mevcuttur. Bu bilgiye göre Osmanlı Devleti’ni tanıyan biridir. Kul Muhammed ve Molla Abdullah’ın bu cihad ilânından nasıl haberdar oldukları bilgisine ulaşılamamış ancak kendilerine bu emrin verildiğini geride bıraktıkları notta belirtmişlerdir. Bu iki Müslüman, cihâd emrine uyarak Avustralya’ya savaş açtıklarını bir dilekçe ile yetkililere bildirdiler. Ancak bu dilekçeyi hiçbir yetkili doğal olarak sallamamıştır. Savaş plânı yapan bu iki Müslüman, 1 Ocak 1915 günü yılbaşı gezisi için Silverton’a giden, üzeri açık 40 vagonlu ve 1200 kişinin bulunduğu trene Broken Hill’e 3 km uzaklıktaki, bugün Türk Kayalığı ismi verilen yerde ateş açarak savaşı başlattılar. Bu ateş sonucunda 3 kişi ölüp yedi kişi yaralandı. Olay üzerine Broken Hill Polisleri olay yerine gelince, yakındaki beyaz kayalıklara (Bu günkü ismi Türk Kalesi “Turks’ stronghold”) kaçarken bir oduncuyu da öldürüp kayalıklara siperlendiler. Üzerlerine gelen polis güçleriyle 90 dakika çatışmışlardır. Molla Abdullah bu çatışmada ölmüş, Kul Muhammed ağır yaralanmıştır. Kul Muhammed Broken Hill Hastahânesi’ne kaldırılırken yolda ölmüştür.
Bu çatışmada o günkü Osmanlı Devleti’nin kullandığı el yapımı Ay Yıldızlı bayrak iki Afganlı tarafından olay yerine asılmıştır. Bayrak Türk bayrağı olduğu için 2 Ocak 1915 tarihli gazeteler “Broken Hill Savaşı”nın Türkler tarafından yapıldığını yazmışlardır. Olay sonrası yapılan incelemede olayın Türkler tarafından değil, iki Hintli (Pakistan) Müslüman tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkmıştır.



Avustralyalılar, Broken Hill Savaşı ile tarihlerinde ilk defa kendi topraklarında bir savaşa şahit olmuşlar ve resmî tarihlerine bunu böyle kaydetmişlerdir. Avustralya’nın milli bilincinin oluşması aslında biraz da bu savaş sayesindedir. Bu konuda epey akademik çalışma vardır.

Broken Hill olayından üç gün sonra, olay mahallinde inceleme yapılmış bir taşın altında Molla Abdullah’ın bozuk Darî ve Urduca diliyle yazdığı bir not ve Kul Muhammed için yine Molla Abdullah tarafından yazıldığı belirtilen ikinci bir not bulunmuştur. Bu notlar, 12 Ocak 1915 gününe kadar çoğaltılıp halka dağıtılmıştır. Kul Muhammed’in kemerinde Padişah’ın mührünü taşıyan bir mektup ele geçirilmiştir. Kaynaklarda mektup olarak geçen belgenin, büyük bir ihtimal ile Enver Paşa tarafından her tarafa gönderilen Padişah’ın Cihâd-ı Ekber ilânının bir sûretidir. Padişah’ın daha önce Osmanlı ordusunda görev yapmış bir kişinin şahsına mektup yazıp orduya katılmasını istemesi gibi bir usul söz konusu değildir.

Erzincan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. N. Fahri Taş, ‘’ Avustralya’nın Çanakkale Savaşı için yazdırdığı 12 ciltlik kitaptaki bilgilere ve bazı kaynaklarda Broken Hill Savaşı’nın gönüllü Avustralya gençlerinin savaşa yazılmalarını sağlamak için yapıldığını belirtmektedirler. Bu konuda bir belge temin edilememiştir. Ancak iki Afganlı Müslüman’ın dinî duyguları sebebiyle, kendilerini sorumlu hissedip bu olayı gerçekleştirdikleri, üzerlerinden çıkan notlardan anlaşılmaktadır. Bu hâdise, İngiltere’nin gönüllü gençleri savaşa sokmak için yapılmış ise iki Müslüman maktulün üzerinden çıkan notların yazılması ve Türk bayrağının çatışma noktasına dikilmesi de bu plânın bir parçası olabilir’’ demektedir. Kesinlikle mantıksız bir teori değil.

Geçen sene Türk İşi Dondurma diye bir film çıkmıştı hatırlarsınız. Film işte bu anlattığım Broken Hill olayını konu ediniyordu. Ancak bizim Molla Abdullah ve Kul Badsha Muhammed filmde Afgan veya Paki değil Türk yaptıkları iş ise fevri bir cihat değil vatan savunusu olarak gösterilmişti.



Tarihi de maşallah büken bükene. Son tarih bükücüler!

Hani böyle bir olay hiç yaşanmamış olsa ve çıkıp böyle bir senaryo yazsanız buna eyvallah derim, kurgudur, sanattır. Ancak şu şartlarda bunun adı tarihe ihanettir. Ayrıca hafızanızı biraz zorlayın filmin yayınladığı 15 Mart günü Yeni Zelanda’da Müslümanlara yönelik bir terör saldırısı gerçekleştirilmişti. Üzerine çeşitli teoriler de yazıldı hatta. Bunlar enteresan şeyler olum. Sinema yalnızca sadece sinema değildir propaganda yapmanın kitlelere ulaşmanın en kolay yolu olan bu mecrada ülkece böyle enayilikler yapmayalım artık. Misal yine aşağı yukarı aynı dönemde vizyona giren Çiçero bu bağlamda oldukça başarılı bir iştir. Ancak Türk İşi Dondurma için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim ahali. Bu olsa olsa Türk İşi Manipülasyon ya da kendi ayağımıza sıktığımız için Türk İşi Fiyasko olabilir.

Evet, Presidente Kültür & Sanat bölümünün de sonuna geldiğimize göre yazıyı bitirmenin vakti gelmiştir. Hayırlı ramazanlar diliyorum.

Hadi selametle…


 -------------------------------------------------------------

[1] Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, 1. Cilt CXXII/460

[2] Turgut Özakman, ‘’Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele’’, 1998, Bilgi Yayınevi
[3] C. Kutay, ‘’İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu ; Yakın Tarihimiz 2C’den aktaran T.Özakman, age
[4] Şevki Yazman, ‘’İstiklal Savaşı Nasıl Oldu?’’dan aktaran T.Özakman, age
[5) Rüknü Özkök, ‘’Düzce-Bolu İsyanları’’ndan aktaran T.Özakman, age
[6] S. Tansel, ‘’Mondros’tan Mudanya’ya’’ 3.C’den aktaran T.Özakman, age
[7] D.Arıkoğlu, ‘’Hatıralarım’’dan aktaran T.Özakman, age
[8] T.Özakman, age
[9] Jeschke, ‘’TKS Kronolojisi I’’, ‘’KS Günlüğü 1.C ve 3.C’’, ‘’Yüzbaşı Selahattin’in Romanı 2.C,’’ Durmuş Yalçın, ‘’Milli Mücadele’de İdareciler’’, AAMD 21 Temmuz 1991 sayısı, R. Özkök, ‘’Düzce Bolu İsyanları’’ ve T.M Göztepe, ‘’V.M Gayyasında’’dan aktaran T.Özakman, age
[10] Jeschke, ‘’TKS Kronolojisi’’ , Taner Baytok, ‘’İngiliz Kaynaklarından Türk Kurtuluş Savaşı’’ ve Bilal N. Şimşir, ‘’İngiliz Belgelerinde Atatürk’’’den aktaran T.Özakman, age
[11] T.Özakman, ege
[12] Doğan Avcıoğlu, ‘’Milli Kurtuluş Tarihi’’den aktaran T.Özakman age
[13] Mufassal Osmanlı Tarihi
Abdülbaki Gölpınarlı, ‘’Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar’’ ve F.Belen, ‘’20. Yüzyılda Osmanlı Devleti’’nden aktaran T.Özakman, age
[14]  TAŞ, N. F. (2016). BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI, ÇANAKKALE MUHAREBELERİNİN AVUSTRALYA’DA DOĞURDUĞU SONUÇLAR. Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9(1), 47-54