19 Mayıs 2020 Salı

Birtakım Komplo Teorileri

Selam ahali, komplo teorileri önemli bir düşünce yöntemidir. Komplo teorileri, şaşmaz birer gerçeklik olarak bellenip iman edilmediği sürece oldukça faydalı da olabilirler. 

Komplo teorisi yazabilmeniz için öncelikle onu somut bir gerçeklikle temellendirmeniz gerekir. Ortada bir gerçek vardır ve ardındaki boşluklara siz teorilerinizi kurarsınız. Asparagas ile komplo teorisi arasındaki fark da burada ortaya çıkar. Asparagas, tamamen yalandır ancak tamamen yalan söyleyerek komplo teorisi yazamazsınız çünkü komplo teorileri, bir gerçeklik ile temellendirilmediği sürece ayakta kalamaz. Komplo teorileri ihtimal hesabıdır. 

Uluslararası strateji merkezlerinin, istihbarat teşkilatlarının ve think-tank kuruluşlarının da geleceğe yönelik raporlar yayınlarken yaptıkları tam olarak budur aslında. Ellerinde bir veri vardır ve o verinin üzerine birtakım komplo teorileri geliştirirler. Türkiye’de bu think-tank kuruluşlarının raporlarını en çok ciddiye alan kesimin komplo teorisyenleri olması da bu açıdan oldukça ironiktir. 

Örneğin Graham Fuller’in 1991 yılında RAND Corporation için kaleme aldığı “Turkey Faces East; New Orientations Toward to Middle East and The Old Soviet Union” başlıklı raporda, Türkiye’nin geleceğinin siyasal İslamdan geçtiği, Türkiye’de İslamist bir partinin iktidar olması gerektiği ve Neo-Osmanlıcılık akımlarının popüler olacağı gibi o dönem kimsenin aklına dahi gelmeyecek saptamalar yer almaktadır. [1] Kimsenin aklına gelmeyecek diyorum zira 1991 yılında Türkiye’de bir seçim yapılmış[2] ve şu sonuçlar alınmıştı;

  

Her ne kadar sağ partiler başı çekiyor görünse de o dönemin sağında dini motifler pek yoktu. Türkiye siyasetinde dini söylemleri politikasının merkezine koyan ilk lider Necmettin Erbakan’dı. Erbakan’ın Refah’ını da sıralamada 4. parti olarak görüyoruz. Özetle şu konjonktürde “Türkiye’nin geleceği siyasi İslamdır” diye bir yorum yapmak isabetli bir tahminden ve öngörüden fazlasıdır ahali. 

Bakınız önce elimdeki verileri alt alta sıraladım şimdi sıra geldi komplo teorisi yazma kısmına. Fuller’in raporu ve 91 seçimleri sonucunun artarda vererek zemini hazırladım artık okuyucunun zihni “siyasal İslam dış destekli bir projedir” yargısını yadırgamayacaktır. Hatta öyle ki bu cümleyi kurarken başka bir delil göstermeme dahi gerek kalmamıştır. İşte gayet başarılı bir şekilde oluşturulmuş bir komplo teorisi! Ha bu arada Türkiye’de siyasal İslam, özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi, gayet de dış desteklidir. Zaten bu blogda AKP’nin nasıl kurulduğunu defalarca anlattım burada komplonun teorilik bir durumu kalmamış direkt olarak uygulamaya geçilmiştir. Bu örneği sadece teknik olarak bir komplo teorisi nasıl oluşturulur bunu ortaya koyabilmek adına verdim. 

Malum salgın sürecinde evde geçirdiğimiz sürelerin artışıyla birlikte birçok şeye daha çok vakit ayırma imkanına sahip olduk. Benim okuma ile ilgili bir problemim yok, uzun yıllardır bunu bir düzen içerisinde sürdürüyorum ancak bir şeyler izleme konusu bende hep eksik kalmıştır. Birçok kült filmi, meşhur dizilerin çoğunu falan izlememişimdir. Bir şeyler izleme durumu kişiyi edilgen bir pozisyona soktuğu için özellikle dizi izleme işini bir türlü oturtamadım. Düşünsene oturuyorsun, sürece bir dahlin yok ve sadece izliyorsun... Hal böyle olunca birçok “efsane” olarak kabul gören uzun soluklu diziye de bir türlü tahammül gösteremiyordum. Bunlardan biri de Prison Break’ti. Evet, 2020 yılı itibariyle baya oturdum evde Prison seyrediyorum. 

Michael Scofield, Fox River hapishanesinden kaçtıktan sonra planını adım adım uygularken bir noktada radara takılıyor. Dizinin en az Scofield kadar psikopat Federal’i Alexander Mahone, Michael’ın hapse girmeden önceki kredi kartı hareketlerinden planın aşamalarını ve nereye gideceğini çözüyor. Bunu görünce benim kafamda birtakım şimşekler çaktı ahali. 

Şubat ayının ikinci haftasında İzmir’de şehrin biraz dışında kalan bir yere yerleşme durumum olmuştu. Bölgede ATM olmadığı için alışverişlerimi hep banka kartı ile gerçekleştirmek durumunda kalmıştım. Ki beni yakından tanıyanlar iyi bilir bu kart işleri hiç adetim değildir, nakitçiyiz. Tüm bu teranelerin üstüne bir de salgın patlayınca bu sefer de artık tercihen nakit kullanmamaya başladım. İstanbul’a geri döndüm, her yerde ATM var ancak aylardır nakit para kullanmıyorum. Şaak diye temassız geçiyorsun, tertemiz. 

Türkiye’de pek konuşulmuyor ancak dünyada “nakitsiz toplum” olgusu önemli bir tartışma konusudur. Salgınla birlikte ortaya atılan komplo teorilerinde yok insanlara çip takacaklar bilmem ne diye ortaya bir takım teraneler attılar ancak böyle bir şeye gerek yok ki. Kredi kartları ve akıllı cep telefonları ile o mahremiyet alanı kırılalı çok oluyor. Takibat yapabilmek için daha çipe ne hacet? 

Twitter’da 2019’un sonlarına doğru, gram altın o sıra 270’lerde seyrediyor, altının gram fiyatının 300₺’nin üzerine çıkacağını yazmıştım.[3] Ki yakın çevremi 248’lerdeyken falan uyandırmıştım mevzuya. Altın fiyatlarındaki hareketlenmeyi görenler bu sefer bana, “bak şuradan şu kadar altın aldım” gibisinden banka hesaplarını göstermeye başladılar bana. Ancak bu noktada da altını bankalardan sanal olarak değil fiziksel olarak kuyumculardan almanın daha doğru olacağını salık verdim. Zira bankalardan satın alınan altınların durumu biraz şaibeli ahali. 

Bankalara kalsa dünyadaki toplam 170.000 tonluk altın rezervi sanal olarak 5'e katlanırdı. Bizde de özellikle muhafazakar kesimin elinden fiziksel altını toplamak için “Katılım Bankaları” küreselcilerin tavsiyesiyle araç olarak kullanıldı. Sanal banka hesaplarına güvenmek hiç ama hiç akılcı bir yol değildir. Çünkü bir kriz anında bankalar size mevduatınızın korunacağının garantisini vermez. Kredi borcunuz banka batsa dahi sizden tahsil edilir ancak batan bankadaki birikiminize aynı durumda elveda demek durumda kalırsınız. 

ABD’de 5 Nisan 1933’de çıkan başkanlık kararnamesi tüm Amerikan vatandaşlarının ellerindeki altınları Amerikan hazinesine teslim etmeleri gerektiğini buyurmuş aksi halde davrananların da hapis cezasına çarptırılacaklarını bildirmişti. Roosevelt altın ihracatını da yasaklamıştı. [4] Merkezden bu tarz dayatmaların ne zaman geleceği belli olmaz. Bu yüzden altını fiziksel olarak edinmek en garantici yöntemdir. Bankaların altın hesapları, karşılığı olmayan sanal vaatlerden ibarettir.

Salgın ile birlikte artık yeni normal olarak görülen toplumun nakitsizleşmesi ve ekonominin sanallaşması kesinlikle temkinli yaklaşınılması gereken trendlerdir. 

Velhasıl kelam komplo teorilerini yegane gerçek kabul edip iman etmek oldukça dangalakça bir tavırdır. Öte yandan komplo teorilerini gözardı etmek de sizi orijine ilk dangalak ile aynı uzaklıkta konumlandıracaktır. 

Hadi selametle...

————————
[1] Turkey Faces East; New Orientations Toward to Middle East and The Old Soviet Union - https://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/reports/2007/R4232.pdf



[4] James Rickards, Çöküşe Giden Yol, 2017

15 Mayıs 2020 Cuma

Ben Varım!

Selam ahali, son yazıda “birey olmak harika bir şey lan” demiştik oradan pası alarak başlıyorum. Malum süreçle birlikte evde geçirdiğim sürelerin artmasıyla beraber blogdaki örümcek ağlarını temizliyoruz. Bir sürü şey anlatmak istiyorum. Bu yazıda birey olmanın faziletleri ve ideolojiler üzerine birkaç kelam edeceğiz. 

Kişinin kendi iradesiyle hareket edebilmesi “birey” olabilmesi çok değerlidir. Ancak bu “birey olmak” lafı genelde insanların götünden anladığı da bir kavramdır. 

İnsanlar(ın çoğu) kendilerine önce bir kişi veya ideoloji belirleyip ardından bu belirlediği kişiyi veya ideoloji tüm konularda tek otorite olarak tanır ve bu noktadan itibaren kendine bir konfor alanı oluşturur. Bu konfor alanı kişiyi, bir şeyleri açıklama zahmetinden kurtarır. Zira artık “ben” değil “biz” oluşmuştur. Bu bir ideolojik topluluk olabilir, dini bir tarikat veya cemaat olabilir hatta hayatın tüm alanlarında etkili ve kişi iradesini ortadan kaldıran kollektif bir karar alma mekanizması var ise bu aşiret ve aile bile olabilir. Ben bunlardan ideoloji üzerine daha çok duracağım. Zira tarikat-cemaat işlerine girersek teolojik bir takım şeyler olayın içerisine dahil olacak aynı şekilde aşiret-aile bağlamı yine biraz psikolojinin konusu olacağı için bu noktada yazıya böyle bir sınır çizmeyi uygun buluyorum. 

İdeolojilerin yarattığı konfor alanları; kitleleri öylesine kısıtlamış, öylesine sarıp sarmalamış ki sanki ideolojileri olmasa herhangi bir bilgi birikimi de kalmayacak elinde. İnsanlar bilmiyorlar ahali kavramlar üzerine hiç kendi kendilerine düşünmemişler. İdeolojileri onlara ne vermişse o; hep ezber, hep slogan alabildiğine duygu sömürüsü ve demagoji!


Araçları amaç yaptılar, hatta tanrı yaptılar tapıyorlar! Bir şeyi bu kadar yüceltirsen ne olur? Bireyler önemsizleşir ahali. Ölünce de üstüne basıp devam ederler. Dava uğruna ölmek değil uğruna yaşamak kutsanacak ki dava, dava olabilsin. İnsanları öldürmek değil yaşatmaktır marifet. 

2015 yılında yazdığım “Rockefeller ve Ford Vakıfları, Tavistock ve Lokal Uyutma Paketleri” başlıklı yazıda Tavistock Vakfı’nın toplumsal uyutma paketlerinden bahsetmiştim[1]. Dr. Fred E. Emery, toplumsal uyutmanın üç aşamada gerçekleştiğini ifade ediyor; 

1- Moral(Ahlak) değerlerini yitirme(Demoralisation); Bu aşamada “amaca giden yolda her şey mübahtır” anlayışı kendini gösterir.

2- Zihni Bölünme(Segmentatiton); Bu aşamada kişi, zihninde yerleşik olan birey olma görüşünden kopup kollektif mantığına geçer.

3- Zihni Ayrışma(Disassocation) Bu aşamada kişi fantezilerle, gerçekleri birbirine karıştırıp robotlaşmış birey hükmüne geçer. İdeallerin pençesinde gerçeklerden kesin kopuş.[2]

Buradaki aşamaları doğrular nitelikte son günlerde siyasi bazlı nefret söylemleri müthiş bir ivmeyle artıyor. “50 kişiyi götürmekten” bahsedeni mi dersin “Nevşin’i ben alayım, Canan’ı sen al, Berna’yı o alsın” diye kendince paylaşım yapanı mı dersin kalkıp bir de bu dehşet verici söylemleri savunanlar var. Akıl alır gibi değil ya. Hani gerçekten cahilliğin ve nefretin sonu yok gibi. Biz, bir şey yazarken on defa düşünüp öyle yazıyoruz. Bir insanla öyle veya böyle tartıştığımız zaman “acaba” diye düşüncelere dalıyoruz. Siz nasıl insanlarsınız? Hiç mi kendi kendinize muhakeme yapmazsınız? Bu nasıl bir zihniyettir? 1970’lerde bu coğrafyada insanlar birbirini kesiyordu. Ne katliamlar ne acılar yaşandı. Hiç ders alınmamış demek ki. Hatta dersten de öte “keşke soylarını kurutsaydık” gibi bir pişmanlık hali var sanki. Gerçi bir tanesi çıkıp “içinde kalan” şeyleri televizyonda açıklamıştı; “15 Temmuz içimizde kaldı yapmak istediklerimizi yapamadık” diye. Hangi gerekçe, hangi doktrin bir cinayeti hele de bir katliamı gerekçelendirebilir? Hangi dine hangi davaya inanıyorsunuz ya?

Şu konjonktüre bir göz atın bakalım Dr. Emery’nin saydığı aşamaların hepsi de var. Ahlaki değerlerin yitirilmesi desen var, kitle psikolojisi desen var, fantezilerle yaşayıp gerçekliklerden tamamen kopuş hali desen gırla... 

İbrahim Üzülmez gibi kafayı eğip son çizgiye kadar topu sürmek yerine arada bir o topa basıp etrafınızda nelerin olduğuna bir bakmayı deneyin. 

Tefekkür ve bireysel muhakeme önemli kavramlar. Paket programlar halinde ideolojileri tabir yerindeyse “satın alıp” peşinen kapitalist, komünist veya herhangi bir şeyist olmadan önce konulara nasıl yaklaşılması gerektiğini bağımsız bir şekilde kendi inşa ettiğiniz hayat görüşü ve değerler silsilesi çerçevesinde değerlendirin. 

Enerji politikaları uzmanı Doç. Dr. Volkan Özdemir, Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de taksiye biner ve şoföre sorar; “AB üyesi Hırvatistan’ın vatandaşısın. Halinden memnun musun?” Taksici ise şöyle yanıt verir; “Yugoslavya döneminde yılda iki kere tatil yapıyordum. İyi bir eğitim aldım; doktora derecesine yükseldim. Çocuklarımı rahat büyüttüm. Şimdi geçinemiyorum. Düşük emekli maaşı nedeniyle taksicilik yapıyorum. Liberalizm bir Alman için çok iyi olabilir. Ben de Alman olsam, isterdim. Ama dünyaya Hırvat olarak geldim. Beni kimse hayatın eskiye oranla daha iyi olduğuna ikna edemez!”[3]


Uluslar da tıpkı bireyler gibi, bazı küresel çevrelerin taklitçisi veya takipçisi olarak kalkınamaz, refaha eremez. Bağımsızlık arzusunda olan toplumlar ekonomik sistemleri de dahil olmak üzere kendine özgü modeller ortaya çıkarmak durumundadır. Ben ki blogda komünizm karşıtı kaç tane yazı yazmış adamım ancak bu kapitalizme koşulsuz şartsız teslim olmayı gerektirmemektedir. Kendi içerisinde bulunduğumuz şartları gözeterek özgün sistemler kurmak bu noktada ulusal çıkardır. Neden bir şeyleri “ya o ya da bu” sığlığına indirgeyelim ki? 


Atatürk’ün “devletçilik” olarak ilkeleştirilen devlet destekli kapitalizm karma ekonomik modeli buna iyi bir örnektir. Dünyada kişilerin ve ulusların liberalizm veya sosyalizm gibi net davaları olamaz. Bireyler için de devletler için de arzulanan yegane şey refahtır ve bu refah kimi zaman piyasa serbestisiyle kimi zaman ise korumacı politikalar ile sağlanabilir. Bu yalnızca Hırvatistan veya Türkiye için değil liberalizmin kalesi ABD için bile geçerlidir.
ABD’de 5 Nisan 1933 tarihinde çıkan başkanlık kararnamesi tüm Amerikan vatandaşlarının ellerindeki altınları Amerikan hazinesine teslim etmeleri gerektiğini buyurmuş aksi halde davrananların da hapis cezasına çarptırılacaklarını bildirmişti. Roosevelt aynı zamanda altın ihracatını da yasaklamıştı. Görüldüğü üzere lüzumu hasıl olduğunda ABD’de bile serbest piyasa kavramı askıya alınabilmektedir.[4] Hatta bugün Donald Trump da aynı şeyi yapıyor. Sen şimdi kalkıp da Trump’a komünist diyebilir misin? 

Demek ki neymiş, hayatta her şeyi basmakalıp ideolojiler ile açıklayamıyormuşsun öyle değil mi? Önce birey olacaksın, şunun bunun dediği üzere değil öz muhakemen ile karar alacaksın ondan sonra biraz da cesaretli olup vardığın sonuçları paylaşacaksın. 

Milli mücadele döneminde, İngiliz mandası mı? Amerikan mandası mı? diye tartışılan bir ortamda Atatürk çıkıp bambaşka bir şey koydu ortaya; bağımsız cumhuriyet! Daha sonra yine dünya, kapitalizm mi? komünizm mi? diye ayrışmışken Atatürk bambaşka bir şey ortaya attı; Devlet destekli kapitalizm(Devletçilik)! 

Kimseye Mustafa Kemal Atatürk olun demiyorum ama hiç değilse kendiniz olun be. Birey olun olum. Kapitalizm eleştirerek bireycilik övgüsü yapıyor olmam biraz ironik görünüyor belki ama vallahi meseleler basmakalıp ideolojilere sığacak gibi değil! Velhasıl kelam, inanmayın bilin.

Hadi selametle...

—————————-


[2] Dr. Fred E. Emery, “The Next Thirty Years: Concepts, Methods and Anticipations” Human Relations Magazine, Tavistock Institute, 1 Ağustos 1967. https://journals.sagepub.com/doi/pdf/10.1177/001872676702000301

EMERY, F. E. & TwIST, E. L. (1965). The causal texture of organizational environments . Hum. Relat. 18, 21-32 .

[3] Doç. Dr. Volkan Özdemir, “Yenilenen Dünya Eskimeyen Türkiye”