13 Haziran 2018 Çarşamba

Nevrotik Bir Vaka Olarak Türk Toplumu; Tasavvuf ve Çilecilik

Selam ahali, nevroz nedir bilir misiniz? Öyle lastik yakmalı bayram olanından bahsetmiyorum, psikiyatrideki nevrozu konuşacağız. Nevroz en özet tanımla kişinin düşüncelerine uygun yaşayamamasının oluşturduğu rahatsızlık hissidir. Yani, teori ile pratik birbirini tutmadığında ortaya çıkan huzursuzluk ve sonrasında gelişen davranış bozuklukları. Bunun temel kaynağı insanın kendi içinde ister istemez tutarlı olmaya meyil etmesidir. Hatta insanın bu tutarlılık arzusundan faydalanmak adına bazı manipülasyon teknikleri de geliştirilmiştir. Mesela bunlardan biri Benjamin Franklin tekniğidir. Benjamin Franklin etkisine göre kişi, birine iyilik yaptığı zaman bilinçaltında iyilik yaptığı kişi için ‘’ben bu kişiyi sevmeseydim bunu yapmazdım’’, ‘’ben bu iyilikleri yapıyorsam bu kişiyi seviyorumdur’’ düşünceleri oluşmaya başlıyor. Bunun sebebi de zihnin, yapılan eylemi tutarlı kılma, mantıklı bir zemine oturtma çabasıdır. Bu teknik halk arasında ‘’kız tavlama taktiği’’ olarak da anlatılır hehehe. Şimdi işin makarasını bir kenara bırakalım sonda söyleyeceğimi başta söylemek gibi bir aptallık yapayım müsaadenizle; tasavvuf öğretileri de pratikte uygulanamayacak saçmalıklardan oluştuğu için Türk toplumunda nevrotik bazı bozukluklara yol açmıştır.

Daha önce blogda tasavvufun hep Müslümanlar açısından, Müslümanları ilgilendiren sonuçlarından bahsetmiştim. Şimdi biraz, inanmayanları da ilgilendiren, tüm insanlığı etkileyen sonuçlarından bahsedeceğim. Öncelikle tasavvuf nedir ne değildir tekrar bi’ hatırlayalım. Tasavvuf tarihin bazı dönemlerinde panteizm(Vahdet-i Vücud) bazı dönemlerinde de panenteizm(Vahdet-i Şühud) olarak karşımıza çıkmaktadır. Panteizm ile panenteizm arasında da esasında öyle ahım şahım bir fark yoktur. Panteizm(Vahdet-i Vücud) tüm varlıkların bir olduğunu ayrı ayrı bir varlıklarının bulunmadığını, her şeyin tanrı olduğunu söyler, panenteizm(Vahdet-i Şühud) ise panteizmde olduğu gibi Evren'in kendisinin tanrı olduğunu kabul etmenin yanında tanrıya ayrı bir varlık daha verip evrenleri bu tanrının bir parçası olarak yorumlar. Matematikte kümeler diye bir konu vardı ya hani, panenteizmde(Vahdet-i Şühud) evrenler bir kümeyken tanrı da bu kümeyi kapsayan evrensel kümedir. Yani bu iki anlayışın birbirinden farkı yalnızca aynı rengin tonları kadardır. İslam’da ise Allah zamandan ve mekandan münezzeh olduğu için evrenlerle mukayese edilemez. Bu iki anlayış(panteizm ve panenteizm) da Allah’ı maddeye indirgediği için İslam tüm bu bakış açılarını toptan reddetmektedir.

Peki, her şeyin tanrı olması neden kötüdür? Eğer her şey tanrı olursa iyi ve kötü kavramları var olamaz. Çünkü herkes tanrı ise her şey ‘’olması gereken’ ’dir, hiçbir şey iyi veya kötü değildir. Çünkü tanrıları sorgulamak kimin ne haddine ki? Peki ya kötülük yapan tanrı olabilir mi? İyi ve kötü kavramlarının olmadığı bir dünyanın nasıl bir kaosa sürüklenebileceğini tahayyül edelim biraz. Hırsızlıklar, adam öldürmeler, tecavüzler… Bunların hepsi meşrulaşacaktır. Zira kötülük diye bir şey yok ki. Ceza mı? Tanrıları kim nasıl cezalandırabilir ki? New Age denen zımbırtı tam olarak budur. Küresel elitin Mevlana seviciliği de New Age ruhçu ve Sufi akımları finanse etmesi de tam olarak bu yüzdendir. Yeni dünya düzeninin dini bu olacaktır. Çünkü tanrılar(!) böyle istemektedir.

Tasavvuf ve İslam’ın taban tabana zıt öğretiler olduklarını gördük. Tasavvufun İslami bir şeymiş gibi servis edilmesinin sonuçlarını ise günümüz toplumunda net bir şekilde görmekteyiz. Celaleddin Rumi ‘’Tanrı dedi ki; bu veliler benim çocuklarımdır’’ [1] derken Allah Kur’an’da ‘’Rahman, çocuk edindi dediler. And olsun ki pek çirkin bir söz söylediniz’’ der. [2] Teoriyle pratiğin çelişmesini geçtim daha teoriler kendi aralarında çelişiyor. Doktrini bu olan bir toplumun sağlıklı olmasını beklemek saçma olur zaten.

Ruhçu felsefenin en önemli öğretilerinden biri de asketizm yani çileciliktir. Hıristiyan çileciliği de aynı şekilde spiritüalizm kaynaklıdır. Bildiğiniz üzere günümüz Hıristiyanlığını sistematize eden kişi Pavlus’tur. Roma vatandaşı olan Pavlus, Roma’nın pagan dinine mensup bir kişi değildi, Yahudi’ydi. Ancak bu pagan öğretilerden oldukça etkilendiğini görüyoruz. Zira Pavlus’un tezi tam anlamıyla Yahudilikten kopuştu. İsa peygamberin mirasını paganizmle yoğurup ortaya bir melez çıkarmıştı, tıpkı Mevlanaların, Yunus Emrelerin İslam’a yaptığı gibi. Pavlus’un dini günah temeli üzerine inşa edilmiştir. Şayet insanları doğuştan günahkâr olduklarına inandırabilirse kendisinin bulmuş olduğu kilise kurumunu ilelebet payidar kılabilecekti. Bu sebeple meşhur ilk günah teorisini geliştirmiştir.  Rahmetli Aytunç Altındal bu mevzuyu çok güzel ifade eder; [3]





Özellikle altı çizili yerleri dikkatle okuyun. Acı çekmek Pavlus’un sistematize ettiği Hıristiyanlık için önemli bir gerekliliktir. Çünkü Pavlus Yahudi olmayan herkesten vaftizle arınmasını ve çarmıha gerilen İsa gibi acı çekerek doğuştan sahip olduğu günahlarını affettirmesini istiyordu. Pavlus’a göre vicdanın temizliği yani Kur’an’da tevbe olarak tanımlanan derin pişmanlık hissiyle birlikte verilen sözler insanı masum kılmaya yetmezdi ve bir ‘’arınma’’ mutlaka gerekliydi. Hatırlarsanız Amerikan Emperyalizminde Terörün Retoriği; Manifest Destiny başlıklı yazıda Protestan kolonilerin Yeni Kıta’da terör estirmelerinden, katliamlar yapmalarından ve bu eylemlerinin dini temellerinden bahsetmiştim. Okumayanlar mutlaka okusunlar, bu kolonilerin oradaki yerlileri çoluk-çocuk, kadın, yaşlı demeden katletmeleri de Pavlus Hıristiyanlığının oluşturduğu nevrotik travmanın ürünüdür. Çünkü şayet acı çekmek insanı masum kılmanın tek ve kaçınılmaz yoluysa insanlara işkence etmek aslında onlara kötülük yapmak değil aksine iyilik yapmaktır. Böylelikle iyi ve kötü kavramları ıskartaya çıkar. Böylelikle her türlü kötülüğü, iğrençlikleri, sapıklıkları, katliamları ve tecavüzleri din adına meşrulaştırabilirsiniz. Heyoo kötülük diye bir şey yok ki ben sana aslında iyilik yapıyorum bu yolla tekâmül edecek, benliğinden kurtulacak ve tanrı olacaksın(!) Gelin farazi değil tarihten konuşalım. Meşhur engizisyon mahkemelerinin verdiği insan yakmalı, kazığa oturtmalı, kesmeli biçmeli cezalar Kilise tarafından esasında bir ‘’arınma’’ olarak nitelendirilmiştir. Batının tarihi bu tür şeylerle doludur. Pavlus’un Hıristiyanlık içerisine soktuğu pagan öğretiler en nihayetinde sırf çeyrek yüzyılda iki kanlı dünya savaşıyla 60 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Bertrand Russel İspanyolların Meksika ve Peru’da bebekleri önce vaftiz edip ardından da beyinlerini dağıttıklarını ve böylece bu bebeklerin cennete gidişlerini garantilediklerini aktarır. [4] Bakın yine ‘’ben aslında sana kötülük değil iyilik yapıyorum’’ martavalı, olum bunlar cidden psikolojisi sağlam birinin yapacağı işler değil ya. Tarihten nesiller boyu aktarılarak gelen nevrotik bir travma!  Haybeye acı çekmeye çok ulvi anlamlar yüklemek oldukça sakat bir bakış açısıdır. Hayır, güzel kardeşim, acı çekince hayatta level atlamıyorsun. Üzerinden ders çıkarılmamış her acı boşuna çekilmiştir. Acı çekmek insana ille de bir şey katmak zorunda değildir.

Bu işkenceci çileci anlayışın tasavvuf ve İslam soslarıyla bezenmiş hali ise çilehanelerdir. Az yiyerek, az uyuyarak ve çeşitli bazı rahatsız koşullarda yaşamını idame ettirerek kurtuluşa ereceğine inanır bizim Sufiler de. Yoldan rastgele bir Müslüman çevirin, size bu çilehanelerde ömürlerini çürüten insanlığa zerre faydası olmamış, ‘’iyi amelden’’ fersah fersah uzak olan bu pasifist, uyuşuk, faydasız denyoları örnek gösterecektir ve şöyle de ekleyecektir; ‘’biz imanımızda onlar kadar samimi olamıyoruz, onların yaptığını yapamıyoruz.’’ E yapamazsın tabi, çünkü bunları yapmak saçma, mantıksız, akıl dışı. Tasavvufta fenafillaha ulaşmak için yapılması gereken üç şey vardır; terk-i yar, terk-i diyar, terk-i terk. Yalnız sonuncusu çok iyi ya, onu da terk ediyorum, bunu da terk ediyorum, seni de terk ediyorum, terk etmeyi de terk ediyorum ulan. T*rk you!

Durun lan dağıtmayın hemen konuyu, ne diyorduk hah, bu öğretilerin uygulanamazlığı kişide içten içe bir huzursuzluk ortaya çıkarır. Zira hem buna inandığını iddia edeceksin hem de yaşamınla bu iddianın fersah fersah uzağında olacaksın, nevroz için en müsait zemin. Böylelikle namaz kılan ancak yalan söyleyen, oruç tutan ancak türlü türlü ahlaksızlıktan geri kalmayan, domuz eti yemeyen ancak çatır çatır faiz ve kul hakkı yiyen insanlar ve bu insanlardan oluşan bir toplum elde edersiniz.

Peki, ne yapmalı? Hani son zamanlarda konuşuluyor ya ‘’İslam’da reform’’ diye, reform değil format atmak lazım format! İslam medeniyetinin 13. yy’da tasavvuf tarafından kaydırılan paradigması tekrar özgül eksenine oturtulmalıdır.  Hatırlarsanız İslam’ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf başlıklı yazıda başta Biruni olmak üzere İslam medeniyetinin altın çağını yaşatan akılcı hareketin temsilcilerinden örnekler vermiş, 8-13. yüzyıllar arasını domine eden bu geleneğin tasavvufun benimsenmesiyle yerle bir oluşundan bahsetmiştim. Akılcılığın terk edilmesinden sonra insanlara oksijensiz ortamlarda hababam zikir çekmeyi, çilehanelerde vakit geçirmeyi ve miskinliği öğütleyen tasavvuf bu coğrafyanın hakimi olmuştur buradan sonrasını ise ben değil İbn-i Haldun söylesin; ‘’akletmek Müslümanlar tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler.’’ [5]

Lütfen ‘’tasavvufu kim okuyor ki ya’’ diye düşünmeyin. 13. yüzyıldan günümüze çok uzun bir zaman var, bu kadar sürede bu öğreti insanların DNA’sına bile işler. Ki işlemiştir de zaten, Müslümanların son yüzyıllarda dünyaya ne katkısı oldu? Buluşların, bilimsel gelişmelerin hangi bölümünde varlar? Miskinliği öğütleyen tasavvuf öncesinde bilimde müthiş işler başaran medeniyet şimdilerde olduğu yere çöküp kalmıştır. Hatta şarkısı bile var, bakınız;




Adımız miskindir bizim diye şarkı söyleyen insanlar pek tabi ki üretimin, bilimsel gelişmenin hiçbir safhasında var olamazlar. Bu sadece dini bir mesele değil başlı başlına bir zihniyet problemidir. Format lazım derken kastım budur ahali, toplum olarak bir silkelenme şarttır. Üretmenin karşısında duran, pasifliği, miskinliği öğütleyen ne kadar öğreti, ideoloji, fikir akımı, kurum, kuruluş varsa topunun Allah belasını versin. Bize uyutan bir meltem değil, taş üstünde taş bırakmayacak bir kasırga lazımdır ahali. 

Bugüne kadar bildiklerimizi, bize anlatılagelenleri, kültürü, gelenekleri her bir şeyi bir kenara bırakarak ve yalnızca önümüzdeki metne odaklanarak Kur’an’ı okumak ile başlanabilir. Gerçi bu yalnızca var olanı geriye kalan şeylerden bağımsız bir şekilde ele alabilmek de ayrı bir zihniyet meselesidir.

Yalnızca karşındakini okumak, dinlemek tahayyül etmek ve başka herhangi bir parametre gözetmeksizin yalnızca ‘’onu’’ değerlendirmek, bize lazım olan şey budur ahali.



Selametle…


-----------------------------------

[1] Mesnevi Cilt 3, 7-8. Beyitler
[2] Kur’an 19:88,89
[3] Aytunç Altındal – İsa’nın Üç Yüzü
[4] age
[5] İbn-i Haldun – Mukaddime





2 yorum:

  1. Miskinlikte buldular kimde erlik var ise merdivenden ittiler yüceden bakar ise... Hakdan başka iş bilmeyiz işimiz dost aşımız dosttur var ey gönül taş olsun gül olsun birdir bize

    YanıtlaSil
  2. insan olan çeker çile çünkü çile ademi peygamberler yoldaşı yapar

    YanıtlaSil