22 Mart 2020 Pazar

İbretlik Savrulma! Yozlaşan İdeolojiler; Feminizm ve Sol



Selam ahali, ideolojilerin geneli milyonlarca insan tarafından benimsenmiş olduğu esnada, ilk ortaya çıktığı noktanın fersah fersah uzağında olur. Bu dezenformasyonun çeşitli sebepleri vardır elbet. Kimi ideolojiler liderinin zaman içerisinde değişen çıkarlarının kurbanı olur kimi ise ilk ortaya çıktığı anki konjonktürün değişmesiyle farklı bir noktaya evirilir ancak en nihayetinde çoğu ideoloji özünü koruyamaz.


İyi bilinen farkların altında benzerlikler gizlidir ahali. Bugün birbiriyle taban tabana zıt görünen ideolojiler bile el altından bir şekilde birbirlerine bağlanmaktadır. Bu blogda Hegel diyalektiğinin önemini birçok kez vurguladım. Diyalektik kabaca bir tez ile antitezi çarpıştırarak sentez elde etmektir. Normal şartlar altında kabul ettiremeyeceğiniz bir talebi bu yolla çok daha kolay bir şekilde kabul ettirebilirsiniz. İki tarafı da kontrol ettiğiniz bir savaşı kaybetmeniz mümkün değildir. Ortaya önce bir tez atar ardından karşısına bir anti-tez koyarsınız ve bunların çarpışmasından elde edeceğiniz sentez ile yolunuza bakarsınız. Kapitalizm v Komünizm ve sağ v sol bunun en net örnekleridir. Hatta Feminizm de antitezi olmamasına karşın vaat ettiklerini karşılamaktan uzaktır.


Sol, büyük bir eksen kayması yaşamaktadır. Solun çıkış noktası iktisadi bir düzlemdeydi. Adil ekonomiyi, gelir eşitliğini savunuyordu. Bugünlerde ise sol, tam da birilerinin istediği gibi, etnikçilik, mezhepçilik ve cinsel kimlik gibi magazinel işlere kaydı. İbretlik bir savrulma! George Soros’u tanıdığınızı varsayıyorum; hani şu meşhur tek dünyacı Macar Yahudi’si Amerikalı işadamı ve finans spekülatörü! G.Soros, faaliyetleri gereği solun azılı düşmanı olması gereken bir karakterdir. Ancak bugünlerde Soros, sağcıların hedefi olurken solcuların ise Soros’un peşine takıldığını görüyoruz.


İki yıl önce falan, Soros’un kapısının önüne irice bir sarı zarf bırakılır. FBI ajanları tarafından açılan zarfın içinden Soros'un üzerine kırmızı kalem ile çarpı işareti konmuş bir fotoğrafı çıktı. Fotoğrafın yanısıra zarfta 15 santimlik plastik bir boru, küçük bir saat, teller, pil ve kara baruttan imal edilmiş bir tür el yapımı bomba da vardı. FBI bombaların izini sürdü ve Florida'da bir süpermarketin otoparkına bırakılan, Trump yanlısı ve Demokrat karşıtı çıkartmalarla süslenmiş beyaz bir minibüse ulaştı. Sonunda zarflarla ilgili olarak Cesar Sayoc adında 56 yaşında Floridalı biri tutuklandı. Sayoc, mahkemede adam öldürmeye ya da yaralamaya teşebbüs de dahil hakkındaki 65 farklı suçlamayı kabul etti ve 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı.[1]


ABD’de sağın Soros nefreti 2003'te Irak savaşını kınaması ve Demokrat Parti'ye milyonlarca dolar bağış yapmaya başlamasıyla tırmanmaya başlamıştır. Bundan önce ise Amerikan dış politikası, Soros’un Open Society isimli think-tank kuruluşu ile benzer doğrultuda yayılmacı, neo-liberal poltikaları dayatan tarzda ve başta belirttiğim etnikçilik, mezhepçilik ve cinsel kimlik gibi magazinel işleri gündemde tutar vaziyetteydi. Ancak başını Rusya ve Çin’in çektiği blok dünyada varlığını hissettirmeye başlayıp Atlantik sistemini tıkayınca ABD’nin de dâhil olduğu Batılı devletler özellikle ekonomide daha korumacı politikalar izlemeye başladılar. Küreselciliğin terkedilip ulusal poltikaların revaçta olduğu sağ Amerikan siyaseti bu noktada Soros gibi ‘’doğası gereği’’ küreselci olan uluslarüstü aktörlerle derin ayrılıklar yaşadı. Batı dünyasında yükselen sağ, seçimini korumacı ve içe dönük politikalardan yana yapınca küreselcilik de solculara kaldı. Böylece Soros ve sol bir anda kendilerini aynı kampta buldular. Bu noktada bana etnikçilik, mezhepçilik ve cinsel kimlik gibi kavramların sağda zaten yaşam alanı bulamayacağı ve bunların solun enstrümanları olduğu şeklinde itirazlar gelebilir ancak inanın bana bunların hepsi teferruat. Şayet dikkat ettiyseniz asıl kopuş ekonomi politikalarında oluyor. Zira dünyada en başından beri birbiriyle mücadele halinde bulunan iki sınıf vardır; varsıllar ve yoksullar! Bunun dışındaki tüm ayrımlar ikinci sırada kalır. Çünkü bir sınıfın sahip olduğu imkanlara ve refaha diğer sınıf sahip değilse bu sınıfların etnik kökeni, dünya görüşleri veya cinsel tercihleri ne olursa olsun bu sınıflar arasından çatışma başlar. Bu bir hak meselesidir! İşte sol ideolojinin de çıkış noktası aslında burasıdır ancak zaman içerisinde bu ideoloji adalet kavgasından uzaklaşarak daha magazinel sahalara yönlendirilmiştir. Böylesi güç ve iktidar sahiplerinin işlerine gelmiş sendikalar ve siyasi partiler uluslararası fonlarca finanse edilmiştir. Unutulmamalıdır ki, iki tarafı da kontrol ettiğiniz bir mücadeleyi kaybetme şansınız yoktur. Benim de söylemlerim yumuşadı galiba bu cümleyi ilk kurduğumda mücadele yerine savaş demiştim. Ancak bahse girerim ki ben söylemesem fark etmeyecektin.


Türkiye’de sağ ne kadar leşse sol da bir o kadar leştir. Sol gazetesinin yaptığı şu kaypaklığa bir bakar mısınız?



Tamam, Alija İzetbegovic’in aldığı ve almadığı kararlarla pay sahibi olduğu bir soykırım var ortada, Bosna’da kendisini soykırıma göz yummakla suçlayanlar da var ancak olayın bilfiil içerisinde olan insanlar bile bu kadar net bir yargılama yapmıyor hüküm vermiyorken[2] bu yapılan hadsizliktir. İlk çıkış noktasındaki değerlerini muhafaza eden bir sol bu ahlaksızlığı yapmaz. Ancak yozlaşmış kaypak sol pek tabii ki yapar. Ha bu arada pek tabi ki bu tarz bir sol eleştirisi yaptığın zaman kuvvetle muhtemel zalimlikle, emperyalistlikle ve hatta sömürgecilikle suçlanacaksın. Sanki hakça bir paylaşım ve fırsat eşitliği her iyi eğitimli ve güzel ahlak sahibi insanın üzerinde mutabık olduğu evrensel bir şey değilmiş gibi. Savunduğu ideolojiyi akıl yoluyla edinmemiş bir insanı, ideolojisinin yanlış olduğuna akla dayanan kanıtlar sunarak ikna edebilmek mümkün değildir.

Benzer bir tablo feminizmde de karşımıza çıkmaktadır ahali. Daha önce blogda ‘’Modernizmin Dayatmaları I; Feminizm ve Liyakat’’ başlıklı bir feminizm eleştirisi yayınlamıştım[3]. Aynı çizgide devam edeceğim. Feminizm bir kadın hakları savunusundan ziyade doğuştan gelen ve elde etmek için herhangi bir çaba sarf edilmemiş olan doğum özellikleri üzerinden bir ayrıcalık elde etme uğraşıdır. Güncel bir örnek vereyim; bu kısacık görüntü birkaç gün evvelki 8 Mart organizasyonundan;



Göstericilerden biri kadın polise, ‘’sen kadınların yüz karasısın’’ diyor. Pardon da ablacım neden? Önceki feminizm yazımdan kısa bir kesit aktarıyorum; ‘’İnsanlık tarihi boyunca gerek bilimsel çalışmalarda olsun, sanatta olsun, gerekse diğer üretkenlik gerektiren alanlarında olsun erkeklerin kadınlara oranla ezici çoğunlukta oldukları görülür. Feministlerin bu konu üzerindeki bir numaralı argümanları, kadınların engellendiği, kadınlara fırsat verilmediği, kadınların geri plana atıldığıdır.’’[4]


Peki madem öyle önemli bir varlık savaşı vermiş, senin giremediğin topa girerek polis olmuş(polis olması da önemli değil herhangi bir alanda varlık göstermiş) bir kadına neden çemkiriyorsun. Aynı yazıdan aktarmaya devam ediyorum; ‘’Bu kısmen doğrudur ancak kesinlikle tüm sebep bu değildir. Zira bu fırsat eşitliğinden ziyade daha çok bir yönelim meselesidir. Bugün bilgisayarın başına geçtiğinizde kimse size ‘’şu siteye girmeyeceksin, akademik makale indirmeyeceksin, instagram’a gireceksin’’ diye baskı yapmaz ya da ‘’Oktay Sinanoğlu’nu okumayacaksın Elif Şafak okuyacaksın’’ diye de baskı yapmaz, en fazla Vikipedi’yi falan kapatıyorlar ona da VPN ile falan giriyorsun bir şekilde. Yani demem odur ki mevcut şartlar altında bilim ile politika ile felsefe ile ilgilenmenize mani olacak bir şey yok. Ancak gel gelelim, Sorgulayan Müslüman, Evrim Ağacı veya Bilimoloji gibi ciddi meselelerle uğraşan sayfaların takipçilerini, yorumlarını falan inceleyin yine erkek ağırlıklı olduğunu göreceksiniz. … Sen politika ile felsefe ile bilim ile ilgilenmek yerine burçlarla, fallarla ilgileniyorsan bundan erkekleri sorumlu tutamazsın ve bu durum fırsat eşitsizliği ile değil yönelim ile alakalıdır.’’[5]

Şayet ki 2 yıl önce yazdığım satırlar daha birkaç günlük hadisenin üzerine cuk diye oturuyorsa feminizm gerçekten de kadınların ayaklarında birer prangadan başka bir şey değildir. Başarılı kadına tahammülü olmayan, kadının sırf kadın olduğu için bazı ayrıcalıklar elde etmesi gerektiğini savunan faşizan bir ideolojiden bahsediyoruz.

Yine güncel bir örnek veriyorum. Geçtiğimiz günlerde Ankara BŞB Başkanı Mansur Yavaş, çalışan annelere yönelik yapılan bir düzenlemeyi duyurdu.



Gazeteci ve ‘’aktivist’’ Melis Alphan ise duruma saçma sapan bir tepki gösteriyor.



Yine önceki feminizm yazımdan aktarıyorum; ‘’Önce şunu bi’ oturtalım, kadın erkek eşitliği modernizmin dayattığı en büyük palavralardan biridir. Herhangi bir insan herhangi bir başka insanla eşit olamayacağı gibi erkek ve kadın da eşit değildir. Kendini, herhangi başka biriyle tamamen aynı, yani eşit gören var mı? Erkek ve kadın, tıpkı tüm insanlar gibi, haklar itibariyle eşittir. Aslında buna eşit değil de eş değer demek daha doğru olacaktır. Bu da zaten aklı başında, eğitimli, iyi ahlak sahibi tüm insanların üzerinde anlaşacağı ve sahip çıkacağı temel bir haktır.’’[6] Burada söylediklerime bugün bir ekleme daha yapmak istiyorum. Her ne kadar kimi çevrelerce çeşitli maksatlarla inkar edilmeye çalışılsa da toplumsal cinsiyet rolleri vardır. Anne çocuk bakımında her zaman daha çok rol üstlenir. Sağlıklı bir çocuk psikolojisi için de bu böyledir sosyolojik bir konu olarak da bu böyledir ve bunun aksini iddia etmek de saçmadır.

Tarihçi Emrah Safa Gürkan, olayı bağlamından kopararak bambaşka bir tartışma konusu olan ‘’kadın=annelik’’ konusunu ortaya atarak, ki burada konu da o değil, Melis hanımı destekler nitelikte bir tavır alıyor.





Peki sonra ne mi oluyor? Buyurunuz efendim;



Normalde hiç adetim değildir ama ben burada random gülmek istiyorum ya;

Ahahahkklhjgkfşlsldkf


Ah be hocam militarize bir ideoloji ile muhatap olduğunun farkında değil misin?  

Tekrar ediyorum. Savunduğu ideolojiyi akıl yoluyla edinmemiş bir insanı, ideolojisinin yanlış olduğuna akla dayanan kanıtlar sunarak ikna edebilmek mümkün değildir.

Hadi selametle…

----------------------------------------------

[1]Soros sol; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-49606460?ocid=socialflow_twitter
[2] Srebrenica massacre: A survivor’s fight for justice BBC Documantary
[3] Modernizmin Dayatmaları I; Feminizm ve Liyakat - https://selamahali.blogspot.com/2018/07/modernizmin-dayatmalar-i-feminizm-ve.html
[4] agy
[5] agy
[6] agy


8 Mart 2020 Pazar

Politika Yapabilmek İçin Bilinmesi Gerekenler IV; Jeopolitik


Selam ahali, bu serinin en son yayınladığım yazısı olan ‘’PolitikaYapabilmek İçin Bilinmesi Gerekenler III; Ekonomi’’ başlıklı yazı blogun en çok okunan yazılarından biri olmuş. Teveccühlerinize teşekkür ederim.
Bu yazıda ise dünyadaki politik gelişmeleri okurken temel teşkil edecek bir disiplinden bahsedeceğim. Jeopolitik, mevzubahis; politika, ekonomi veya uluslararası ilişkilerse ortaya önemli bir düşünce yöntemi koyar.

Politika yapıcılar, politika yaparken bir taraflarına tarihi bir taraflarına ise coğrafyayı koymak zorundadırlar. Zira tarih referans, coğrafya ise kaderdir. Bizi bu noktada daha çok ilgilendirecek kısım ise coğrafya olacak. Zira dış politika veya uluslararası ilişkiler konusunda hiçbir şey bilmiyorsanız bile önce elinize bir harita alıp bakarsınız. Mesela şayet 1950’lerde birileri eline bir harita alıp ‘’benim Kore’de ne işim var?’ deseydi o kadar insanımız oralarda telef olmayacak bugün ‘’Kore gazileri’’ diye bir şeyden hiç bahsetmiyor olacaktık.

‘’Ne telefi onlar şehit oldu. Saygısızlık ediyorsun’’ diye bana çıkışacak arkadaşıma da bir şeyler söylemek istiyorum. Evet, ‘’Allah yolunda öldürülenler için ‘ölüler’ demeyin. Tam aksine, onlar dirilerdir ama siz farkında olamazsınız’’[1] ayetinden haberdarım ancak Allah aynı kitabın bir başka yerinde ‘’Allah aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır’’[2] da demektedir. Bunun da farkında olunması gerekir. Zira Kore’de sırf NATO’ya kabul edilmek için 892 kişiyi telef etmek[3] pek de ‘’Allah yolunda öldürülmek’’ olmasa gerek. Bilahare aynı NATO’nun, Kore Savaşından yıllar sonra ortaya çıkan belgelerde, olası bir komünist tehdidi durumunda savunma hattını Sofya-Belgrad’a çekmiş olduğunu da öğrenmiştik. Yani ne Stalin’in hak iddia ettiği Kars ve Ardahan savunulacaktı ne de Anadolu, bırakın İstanbul’u Atina bile terkedilecekti. Türkiye ve NATO ilişkilerini tartışmak yazının kapsamı dışında kalacağı için bu kısmı uzatmayacağım ama hazır NATO ve Sovyetlerin lafı açılmışken bir soru sorayım.

SSCB Soğuk Savaşı neden kaybetti?

SSCB’nin daha adından bile ideolojiyi net bir şekilde görüyoruz. Sovyet ‘’Sosyalist’’ Cumhuriyetler Birliği derken bu topluluğun ortak paydasının ‘’sosyalizm’’ olduğunu alenen haykırıyor bu isim. Öte yandan SSCB’nin karşısında konumlanan NATO’da, North Atlantic Treaty Organization (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) derken ortak paydanın Kuzey Atlantik ‘’coğrafyası’’ olarak belirlendiğini görüyoruz. Batı, jeopolitik yasaları ön plana çıkardığı için bu savaşı kazanırken Sovyetler, ideolojiyi merkeze koyduğu için bu sürecin sonunda çöküşü yaşadı.

Ruslar geçmişten önemli dersler çıkararak bugünlerde Atlantik düzeninin yeminli düşmanı İran ve yine Atlantik düzeninin dışladığı Çin ile birlikte en doğal jeopolitik yasaları işleterek Avrasya çağının fitilini ateşledi. Bu bahsettiğim jeopolitik yasalar Türkiye’yi de er ya da geç bu kampa doğru sürükleyecektir. Gelinen noktada esas mesele, Türkiye’nin hangi kampta yer alacağı değil yer aldığı kampın içerisinde hangi statüde olacağıdır. Türkiye’nin doğrudan Rusya veya Çin’e yaklaşmak yerine izlemesi gereken strateji, zamanında Atatürk’ün kurmuş olduğu Sadabat Paktı gibi bölgesel anlaşma zeminleri bulmak şeklinde olmalıdır. Komşu ülkeler; İran, Irak ve Suriye ile güçlü ilişkiler geliştirdikten sonra Rusya ve Çin ile muhatap olmak daha doğru olacaktır. Aksi takdirde tıpkı ABD gibi emperyalist ülkeler olan Rusya ve Çin karşısında ülke kendi çıkarlarını savunacak duruşu ortaya koyamaz. Yine tıpkı ABD ile olan ilişkilerde olduğu gibi müttefik değil ancak müstemleke olunabilir!

Darwin’in doğal seçilim kuramı devletler için de geçerlidir. Güçlü olan değil coğrafi koşullara ve bu koşulların tertip ettiği konjonktüre en iyi uyum sağlayan hayatta kalacaktır. Atlantik kapısı Türkiye için kapanmıştır. Gerçi geçmişte de ne kadar açık olduğu tartışılır. Zira 1838’de İngilizler ile imzalanan Balta Limanı Anlaşması ile başlayıp, Tanzimat Fermanı ile devam edip oradan da bugünlere uzanan içimizdeki İrlandalılar(NATO’cu Amerikancı Batı Kulübü) ‘’Batı ile bütünleşmek Türkiye için jeopolitik bir zorunluluktur’’ diye bik bik öterken biz bu ‘’müttefikliğin’’ hiçbir faydasını göremedik. Aksine hep komploların hedefi olduk. Zeytinyağı tüketen Türkiye’ye önce ‘’yardım’’ diyerek soya yağı gönderdiler, zeytinyağı üretimi baltalanıp vatandaş soya yağına alıştığı zaman ise aynı soya yağı ücrete tabii oldu. [4] Kore’ye Libya’ya yapılan NATO müdahaleleri için Türkiye’den asker talep edildi ancak aynı Türkiye güney ve doğu sınırlarında terör ile mücadele ederken müttefiklik unutuldu. Hatta YPG müttefik ilan edildi. [5] Örnekleri çoğaltabilirim tarih bu tarz şeyler ile dolu! [6] Tüm bu saydıklarımı göremeyen Batıcı pembe götlü liberaller ‘’tarihin sonu geldi’’ diyen Fukuyama’cı söylemlerin duvara tosladığını da göremiyorlar. Türkiye er ya da geç Avrasya bloğu ile önemli ilişkiler geliştirecektir.

Ancak Türkiye’de jeopolitik zerre önemsenmediği için bu noktada ülkemiz iç hat(sıkışan) konumda bir ülke haline geldi. Şöyle etrafımıza bir baktığımızda Türkiye’nin Şam’da, Kahire’de ve Tel Aviv’de büyükelçisi bulunmamaktadır. Hadi bunlardan İsrail’i bir nebze olsun anlarım. Siyonizm’in içerdiği Arz-ı Mevud(vaat edilmiş topraklar) doktrini Türkiye’den de toprak talebi bulunan bir ideal. Bu noktada Türkiye jeopolitiği ile İsrail jeopolitiğinin çatışması çok da sürpriz değil. Ancak senin Suriye ve Mısır ile alıp veremediğin nedir?

Sahi ya bu kadar şey söyledim de jeopolitik denince aklınıza ne geliyor? Okullarda ezberletilen bir şey vardı nasıldı o? Hah hatırladım; ‘’Türkiye’nin jeopolitik konumu çok önem taşımaktadır.’’

‘’Nedir bu önem?’’ diye sorduğunda da ‘’eee üç tarafı denizlerle çevirilidir’’, ‘’İstanbul ve Çanakkale Boğazları’’ ‘’medeniyetler beşiği Anadolumuz Avrupa ve Asya arasında köprüdür’’ gibi cevaplar verilirdi.

Eğer sen kendi jeopolitiğini ‘’köprüye’’ indirgersen o köprünün üzerine basıp da geçen çok olur. Jeopolitik de böyle bir şey değildir zaten. Evet, Türkiye’nin konumu gerçekten çok büyük nimet, üç tarafının denizlerle çevrili oluşu, enerji kaynakları, doğal zenginlikler vs. Dünya yeniden dağıtılsa bu coğrafyayı almak yine akıllılıktır ancak bugünlerde Doğu Akdeniz’de birtakım enerji sahalarının paylaşımı yapılıyor ve sen bundan dışlanıyorsun. Neden? Zira dış politikamıza jeopolitik yasalar yön vermiyor. Mezhepçi ve gerçeklikten uzak birtakım fantastik saplantıların yön verdiği dış politika seni her şartta tehlikeli bir biçimde yalnızlaştırır. Suriye’de kalkıp da sırf sünni diye ÖSO ile iş tutmaya kalkarsan bu iş olmaz. Zira Özgür Suriye Ordusu(ÖSO);
1- Özgür değildir
2- Suriyeli değildir
3- Ordu değildir

İhvancılık yaparak garip gayrimeşru örgütlerle müttefik olmak Türkiye’ye Mısır’da kaybettirmişken aynı şeyleri Suriye’de de yapıp farklı sonuçlar ummak her şeyden evvel akla aykırıdır. Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, "1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız" [7] şeklinde bir açıklama yapmıştı bilmem hatırlar mısınız. Bakın bu gerçeklikten uzak yayılmacı ve saplantılı tavırlar dışarıdan hiç öyle hoş algılanmıyor. Dış politikasını bu temel motivasyonlar üzerine kuran bir Türkiye hakkında tüm bölge ülkeleri, ‘’bunlar acaba bizde de bir darbe örgütlemeye, suni bir muhalefet yaratmaya kalkar mı?’’ gibi endişeler taşır. Bunun sonucunda ise yalnızlaşırsınız. 2x2=4! Libya’da ülke topraklarının büyük bir bölümünün kontrolünü ele alan Halife Hafter, Türkiye’den nefret ediyor. Olur da yönetimi devralmayı başarırsa Türkiye’nin Sarraç yönetimiyle imzaladığı Akdeniz’deki deniz yetki anlaşmasını yırtıp çöpe atacaktır. Ee Hafter’i mi destekleyelim? Yine meşru hükümete karşı muhalefet pozisyonunda olmayacak mıyız? Hayır, Türkiye’nin Libya’daki pozisyonu Sarraç vs Hafter gibi sığ bir ayrımın üzerinde halkçı ve bölgenin refahını önceler tarzda kapsayıcı olmalıdır. Libya’daki varlığımız temellendirilmeye çalışılırken sık sık Atatürk referans verilmeye çalışılıyor ancak şunu hatırlatmamda fayda var Mustafa Kemal orada şu veya bu grubu desteklemeye gitmemişti. Yaptığı şey ayrık vaziyette bulunan Arap aşiretlerini İtalyanlar’a karşı birleştirip anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaktı. [8] Bugün Türkiye de gönül bağı da bulunan bu coğrafyada hakeza aynı arabulucu tavrı takınabilirdi ancak bugünün devlet aklı böylesi bir tavrı göstermekten hayli uzak.

Son verdiğim örnek tarih referanslı bir dış politika hamlesiydi. Ancak sırf jeopolitik yasalar öncelense dahi bölgede barış ve istikrarın, meşru devlet yöneticileri ile diplomatik ilişkileri en iyi şekilde yürütmenin en akılcı ve çıkar yol olduğu ortadadır. Hiçbir şey bilmiyorsanız elinize bir harita alın ve bakın; tüm bölge ülkeleri ile problemler yaşayarak bir yere varılabilir mi? ‘’Komşularla sıfır sorun’’ diyerek çıkılan yolda sıfır sorun, sırf soruna dönüştü. Yazının başlarında verdiğim NATO ve SSCB örneğinde olduğu gibi ırk, din, mezhep veya ideoloji değil tek gerçek coğrafyadır ahali.

Coğrafya kaderdir, politika ise kaderi değiştirme uğraşı. Bu ikisi arasındaki dengeyi kuran da jeopolitiktir.

Hadi selametle…


-----------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur'an - Bakara, 154
[2] Kur'an - Yunus, 100
[3] https://www.koresavasiveizleri.com/sehitlerimiz/
[4] Sessiz Savaş, Osman Nuri Koçtürk, 1969, Ararat Yayınevi
[5] https://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiye-ile-nato-aras%C4%B1nda-ypg-gerginli%C4%9Fi/a-51484972
[6] https://selamahali.blogspot.com/2018/05/bagmszlg-ipotek-ettirmek-ikili.html
[7] https://www.haberturk.com/gundem/haber/708252-kaybettigimiz-topraklarda-bulusacagiz
[8] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 2004