7 Şubat 2022 Pazartesi

İhtiyaçlar Düellosu; Samimiyet ve Saygı

Selam ahali, insan yeni bir ortama girdiğinde ilk iş tanıdık bir çift göz veya aşina olduğu bir yüz arar. Zira insan, değişimleri yadırgama eğilimindedir ve her daim kendine bir konfor alanı oluşturma fırsatını gözler. 

Şimdilerde samimi olduğunuz bir arkadaşınız ile ilk sohbetlerinizi hatırlamaya çalışın. Ortak noktalarınızı tespit etmek üzere top çevirdiğiniz diyalogları yani... Ne uyduruk ne yüzeysel konuşmalardı onlar öyle değil mi? Şimdilerde el ense kıvamında olduğunuz o kişinin sınırlarını ve frekansını henüz bilmediğiniz için saygıyla karışık bir ihtiyatlılık hali vardı üzerinizde. Henüz rahat rahat kendiniz olabileceğiniz o konfor alanı oluşmamıştı zira.


Samimiyet, içerisinde bulunduğumuz bu yüzeysel ilişkiler çağında, gerçekten önemli bir ihtiyaçtır. Ancak samimiyet saygıyı askıya aldıran bir kavram değildir. Sonda söylemem gereken şeyi başta söylemiş gibi oldum belki ama blogun kaşarlı okuyucuları bilir, bu huydur bende arada yaparım böyle şeyler. 




Bu gördüğünüz flaşör düğmesi tüm otomobillerde vardır. Aracın dört bir yanındaki lambaların sürekli olarak yanıp sönmesini sağladığı için de günlük konuşmada adına flaşör değil dörtlü deriz. Dörtlüleri yakmanın amacı da normalde durmaman gereken bir yerde durmak ya da süratli gidilmesi gereken bir otoyolda oldukça yavaş gitme zorunluluğunda olmak gibi anormal aksiyonlar içerisinde bulunduğun hallerde, gelenlerin dikkatini çekmektir. Ancak bazı insanlar, trafikte dörtlüleri yaktığı anda istediği her şeyi yapabileceği bir ayrıcalık elde ettiğini zanneder. Ancak dörtlüleri yaktığında trafik kuralları askıya alınmış olmaz.


Bakın zamanında ne yazmışım;




Bu söylediğimin tamamen arkasındayım ve hatta uç uca ekleme yöntemiyle devam ediyorum. Bir insan ile samimiyet geliştirdiğinde artık o insana saygılı davranmak zorunda olmadığını düşünenler de aynı yolun yolcusudur. Burada saygıdan kastım çok samimi olduğunuz bir arkadaşınızla cumhuriyet resepsiyonundaymış gibi konuşmanız gerektiği değil tabi ki. Saygı da o değil zaten. 


Peki nedir saygı?


Örneğin verilen bir sözü tutmaktır o, buluşma saatine riayet etmektir bazen ya da karşındakinin sözlerini kulak arkası etmemektir. 


Pek tabi ki çeşitli sebeplerle kişi, verdiği sözü tutamayabilir de. Ancak böyle hallerde de mahcubiyet mekanizması devreye girmelidir. Özür dilemek toplumumuza bir iki beden büyük gelen bir erdem olsa da hiç değilse bir açıklama yapmak karşınızdakini ne kadar adam yerine koyduğunuz konusunda önemli bir göstergedir. 


Ancak samimiyetin arkasına sığınıp saygı gösterilmediğinde o samimiyet finansal piyasalardaki TL gibi hızla değer, önem ve itibar kaybeder. 


Hadi selametle...

17 Ocak 2021 Pazar

Üç İslam

 Selam ahali, bugüne dek bu blogda iki farklı İslam anlayışı ortaya koymuştuk; bunlardan biri kitapta olan orijinal İslam, diğeri ise geniş halk kitlelerince benimsenen tasavvuf sosuyla terbiye edilmiş mezhepçi, hadisçi, rivayetçi, tarikatçı benim ‘’Ortodoks’’ diye tarif ettiğim geleneksel İslam’dı. Ancak bu ikinci tip İslam’ın da tarihsel süreçte kendi içerisinde derin bir ayrımı olduğunu gördüm. Epeydir yazmayı düşündüğüm, hatta Eylül’ün ikinci haftası yayınlamış olmayı planladığım, bu yazının konusu işte bu ayrımdır. Fakat bu işler biraz da motivasyon meselesi ahali...

 

Anadolu’nun günlük yaşamdaki inanç pratikleri; kuralı kaidesi belli, net sınırları olan safkan bir inanç sisteminden ziyade toplama bir din gibidir. Üniversitedeyken bir hocamız, ‘’Anadolu bir mozaik değil erime potasıdır’’ demişti. Bu aşırı doğru bir tespittir ahali. Zira tarih boyunca Anadolu’da birçok farklı topluluk aynı anda bir arada yaşamıştır ancak bu bir arada yaşayan farklı topluluklar, birbirleriyle kaynaşma işini biraz abartmıştır. Tarih boyunca dünyanın çeşitli yerlerinde birçok çok uluslu imparatorluk hüküm sürmüştür. Ancak Osmanlı, bunların hepsinden daha farklıdır. Evet, Osmanlı da çok uluslu, çok dinli bir nüfusa hükmetmişti ancak çok uluslu çok dinli olmanın yanında Osmanlı, aynı zamanda çok hukuklu bir devletti. Bu çok hukukluluk meselesini ‘’İslam’ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf’’ başlıklı yazıda açıklamıştım. Meraklısı gidip bir göz atabilir.

 

Reklamların ardından devam ediyorum.

 

Osmanlı, bu çok hukuklu yapısı gereği diğer imparatorlukların aksine asimilasyon işini minimal düzeyde tutmuştur. Bu konuda, yerinde bir örnek olduğunu düşündüğüm Roma İmparatorluğunda Hristiyanlığın resmi din olarak kabulü öncesi ve sonrasındaki sosyolojik ortamı bir araştırıp kıyas edebilirsiniz.

 

Anadolu’da öylesine toplama bir inanç şekli hâkimdir ki, kitleler tam olarak neye, niye inandıklarını asla bilemez. Bizans tarihçisi Steven Runciman’ın aktardığına göre, Suriye’de demiryolu inşası için yürütülen bir kazı esnasında bir türbenin yıkılması gerekmektedir. Ancak Müslüman halk buna yanaşmamaktadır. En nihayetinde müteahhit, halkı türbenin demiryolunun geçeceği istikametin biraz ötesine taşınmasına ikna eder. Kazılar başlar ancak türbe olarak bilinen yerde İslam namına hiçbir şey bulunamaz, malum mekân aslında bir Hıristiyan azizinin eşyalarının bulunduğu bir yerdir. Kazılarda daha derine inildikçe boynuzlu bir pagan tanrısı heykeli çıkar.[1] Üstü minare altı şişhane dedikleri böyle bir şey olsa gerek ahali...

 

Türkler, hem Anadolu’ya gelene dek hem de Anadolu’ya geldikten sonra özellikle dini inanç pratikleri ve ritüeller bakımından karşılarına çıkan her medeniyetten bir şeyleri özümseyerek karma bir din anlayışı ortaya çıkardılar. Bu toplama operasyonunun altında aslında Şamanların, İslam’ın kabul edilmesinin ardından da toplum nezdindeki güçlerini sürdürmek istemeleri yatmaktadır. Yani tıpkı bugün olduğu gibi o dönem de din, siyasetin elinde oyuncak olmuş ve saptırılmıştır.

 

İslamiyet’in kabulü öncesinde tanrı(Tengri) ile insan arasında hep bir, Şaman veya Kam olarak anılan, aracı vardı. İslam’ın kabulü sonrasında bu aracılar; veli, şeyh, derviş veya âşık gibi isimler alarak işlevlerini sürdürmeye devam ettiler. Oysaki İslam, bu ruhban sınıfı teranelerine toptan karşıdır. ‘’Rabbinizden size indirilene uyun. O’ndan başka velilerin ardına düşmeyin. Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!’’[2] gibi çok açık bir şekilde kişinin Allah ile arasına aracı koymasını yasaklayan hükümler barındıran bir kitaba inanıp da üstüne velilerin şeyhlerin olduğu böylesi bir kültü yaşatmak gerçekten abesle iştigal bir durumdur. İnsanlar, kitabın birçok yerinde[3] net bir şekilde yasaklanan bu aracı edinme işini yaptıkları yetmezmiş gibi bir de adına direkt veli demişlerdir. Bari başka bir isim koysaydınız olum...

 

Kasım 2020’deki UKOME toplantısında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Ekrem İmamoğlu ile TCDD İstanbul Bölge Müdürü Veyis Alçınsu arasında bir konuşma geçiyor. Müdür Bey, ‘’çalışan aile fertlerini bile’’ Marmaray’dan ücretsiz geçiremediği için yakınıyor ve ‘’gönül istiyor’’ diyerek de kendini savunuyor.[4] Bu avantacı kafayı attığım birkaç tweet ile eleştirmiştim. Bunun konuyla nasıl bir alakası olduğunu merak edeceksiniz belki. Zira bu kültür kodlarına işlemiş bir ahlaksızlıktır ahali. Geldiğimiz nokta itibariyle torpil ve adam kayırmacılık bu toplumda o kadar alışılmış ve normal karşılanan bir şeydir ki, bu ahlaksızlıklarını inandıkları dine bile yamamaya kalktılar. Az önce açıkladığımız ‘’aracı’’ meselesi tam olarak budur. Mantık basit haşa Allah nezdinde nüfuzu olan şeyhin, velinin adını verip cennet kapılarını ardına kadar aralayacaklar. Şefaat adını verdikleri bu inanç bir noktada o kadar çirkinleşiyor ki Muhammed peygamberi de işin içine dâhil ediyorlar. Sanki peygamberin öyle bir yetkisi varmış gibi, Ramazanlarda camilerin mahyalarında sık sık görürsünüz;

 

Şefaat ya Resulullah!

 

Ancak Kur’an uyarır; ‘’Sizin lehinize Allah’a ortak olduğunu sandığınız o şefaatçilerinizi neden şimdi yanınızda göremiyorsunuz? Artık aranızdaki tüm bağlar kopmuştur ve dost sandıklarınız sizi yapayalnız bırakmıştır.’’[5] Allah hiçbir konuda hiç kimseyi yetkilerine ortak etmez. Şefaatin yalnızca Allah’ta olduğu yine kitabın birçok yerine net bir şekilde ifade edilir.[6]

 

Güncel bir örnekle bu sakat anlayışın dine ve toplum sosyolojisine nasıl zararlar verebileceğini gördük. Büyü ve güya şifalı birtakım uygulamalar ile toplum nezdinde gücü elinde bulunduran Şamanlar, kitleler halinde İslam’a geçişlerin başlamasıyla beraber toplumda ayrıcalıklı bir zümre olarak varlıklarını sürdürebilmek için mevcut uygulamalarına İslami bir görünüm vererek kendilerini de şeyh, derviş veya âşık olarak adlandırma yoluna gitmişlerdir. Hem kendi uygulamaları hem de tarih boyu karşılaşılan diğer uygarlıklardan bakiye diğer hurafeler, batıl inançlar ve özellikle de büyü gibi öğretiler topluma Ömer Çelakıl stili ayet bükmeler yoluyla ‘’bunlar İslam’ın buyruklarıdır’’ denilerek empoze edilmiştir. Zemin ve iklim de müsait olduğu için aşı tutmuş ve hem Selçuklu’da hem de Osmanlı’da devlet dini olan Sünni İslam’ın yanı sıra bu hurafeler ve batıl inançlar da ikinci bir alt din gibi kurumsallaşarak kök salmış, kitleleri uyuşturmuş, analitik düşünceyi hatta en temel mantık kaidelerinin dahi işletilebilmesine olanak vermemiştir. Aha işte o yazının başında bahsettiğim ayrım burada kopuyor ahali. Yani bir devlet dini olarak Arap orijinli kurumsal Sünni İslam’dan bir de Şamanist miras ve diğer kültürlerden aparılan çeşitli batıl inançlarla karılmış heterodoks halk dininden bahsediyoruz. Ortada kelimenin tam anlamıyla sosyolojik ve teolojik bir kaos var.

 

Toparlıyorum;

 

  1.       Kitapta olan orijinal İslam, bu cepte zaten
  2.       Arap kültürü ile karılmış ve tarih boyu devlet dini olan kurumsal Sünni İslam
  3.       Şamanist mirası da Anadolu’da karşılaşılan diğer kültürlerden bakiye uygulamaları da içinde barındıran heterodoks halk dini

 

Şimdi kafalarda tablonun biraz daha netleştiğini düşünerek devam ediyorum. Peki, böyle bir farklılık neden oluştu?

 

Tarih metodolojisinde olayları ve süreçleri dönemin şartlarına göre değerlendirebilmek önemlidir ahali zira olaylara bugünün paradigmasıyla yaklaşırsanız fena çuvallarsınız. Yazı ve yazının kullanımı ancak sanayi devriminden sonra falan bugünkü şekline yaklaşabiliyor. Hatta bugünkü haline gelmesi sanayi devriminden bile baya sonralarına denk düşüyor. Evet her ne kadar yazı, milattan önce bulunmuş olsa da yazının geniş kitlelerce günlük yaşamda kullanılması binlerce yıl alıyor. Türkler İslam’ı kabul ettiğinde de Anadolu’ya girdiklerinde de yazılı olarak Kur’an var, çoğaltılmasında da bir problem yok ancak bir şeyler okuma alışkanlığı bugünkü gibi tabana yayılmış bir şey değil. Hatta bugün bile değil ki lan. Çık sokağa rastgele 15 kişiye önce Müslüman olup olmadığını sonra da Kur’an’ı kendi anlayabileceği herhangi bir dilde okuyup okumadığını sor, ikisine de evet diyen kişi sayısı maksimum 3 falan olur. Evet, biz sözlü literatürle işleri yürüten bir toplumuz ahali bu dün de böyleydi bugün de böyle belki yarın değişir.

 

Din, geniş halk kitlelerince tarih boyu ancak çevredeki bilginlerin anlatımlarından öğrenilebilen bir kavramdı. Türklerde bu bilginlerin adı Şaman veya Kam’dı. Bu kişiler de kendileri mevzuyu ne kadar anladılarsa halka da o kadarını anlatabilirlerdi. Öte yandan işin sosyolojik boyutunu da yukarıda açıkladım zaten. Adamlar ellerindeki gücü değişen paradigmada da doğal olarak muhafaza etmek istiyor. Hal böyle olunca anlatılar da manipülatifleşiyor. Yazılı, basılı Kur’an’ın ve Arap literatürünün alıcısı da şu ortamda haliyle geniş halk kitleleri değil saray oluyor. Bu yüzden yönetici sınıfın dini ile halk dini bu noktada farklılaşmaya başlıyor. Yazının bu noktasından itibaren ‘’saray’’ diye ifade edeceğim yönetici sınıf; elçilerle, yazılı basılı Kur’an ve Arap literatürü ile ve ikna yoluyla İslam’ı kabul ediyor ancak halkın yegâne kaynağı bilginler(Türkmen Babaları) idi. Hal böyle olunca Anadolu’da İslamlaşma yüzeysel kalmıştır. Özellikle deprem, sel veya kuraklık gibi doğal afet durumlarında hemen eski inanç pratikleri yeniden kendini göstermeye başlamıştır. Analitik düşüncenin zaten var olmadığı ortamda hemen batıl inançlara sarılma refleksi gözlenmiş ve bu eski inanışlar zaman içerisinde yeni dinin içerisine karılmaya başlanmıştır. Saray ve çevresinde yaşayan şehir sakinleri benim Ortodoks diye tabir ettiğim sistematik Sünni İslam’ı yaşarken, merkezden uzak, kırsalda dağda bayırda yaşayan halkınsa daha karmaşık heterodoks bir din ortaya çıkardığını söylemek mümkündür. Şerif Mardin bu mevzuyu, ‘’Ideology and Religion in The Turkish Revolution, International Journal of Middle East Studies’’de güzel açıklar.

 

Ademi merkeziyetçi bu halk dini bugün Anadolu Aleviliği diye tabir edilen inancın temellerini oluşturur. Bugünkü Alevi inancını incelediğinizde zaten genel İslam algısından çok daha farklı birtakım imgelerle karşılaşıyorsunuz. Ortodoks Sünni İslam’da müzik işi pek yoktur hatta kimi tarikat ve cemaatlerde tef harici çalgıların haram olduğu bile söylenir. Buna karşın heterodoks Alevi inancında bağlama ve saz kutsal kabul edilir hatta ibadetlere dâhil olur. Yine ana akım Sünni inancında resim, tasvir ve fotoğraf işleri de pek hoş karşılanmazken Alevi mekanlarında Hacı Bektaş’ın da Halife Ali’nin de diğer büyük imamların da büyükçe resimlerini görmek mümkündür, ana akım Sünni inanç bu tarz işlere oldukça mesafeli dururken Alevi inancında sembolizm çok önemli yer tutar.

 

Tahtakuşlar Etnografya Müzesi diye bir şey duydunuz mu? Durun turizm rehberliği mezunu olduğumu biraz belli edeyim. Buradan sonra anlatacaklarım bitirme projemden

 

Önce Tahtacılar;

Osmanlı’dan beri orman işçiliği yapan, kimliği “Alevi” olan kendilerine özgü gelenekleri olan, dağlarda ve ormanlarda göçebe hayatı yaşayan bir topluluktur. Türkiye’nin güneybatı sahil şeridinde yaşarlar. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u almak ve Midilli’de çıkan isyanları bastırmak için kullanacağı gemilerin kerestelerini biçtirmek için Toros Dağlarındaki Tahtacı Türkmen’lerini İda Dağına (Kazdağı) davet etmiş. Fatih Sultan Mehmet o tarihlerde bizzat Edremit’e gelerek 67 gemi yaptırtmıştır. İş bittikten sonra da Edremit-Çanakkale yolu üzerinde, Çamlıbel yakınlarındaki bölgede kalmaya devam ederek bir Alevi köyü olarak Tahtakuşlar yerleşimini ortaya çıkarmışlardır. Etnografya Müzesi de işte bu köyde yer alıyor zaten. Bugünkü köyün halkı, Orta Asya’daki Oğuz boylarından Ağaç Eri’lerinin torunları olup, 13. yüzyılda Moğol baskısı nedeniyle göç ederek Hazar Denizi kuzeyinden Horasan’a, oradan da Irak’a gelmişlerdir. Müslümanlığı kabul edince Türkmen olarak isimlendirilmişlerdir.

 

Ben hem o köyü hem de müzeyi gidip yerinde gördüm. Müzenin kurucusu Alibey Kudar’dır. Ben gittiğimde de oğlu vardı orada galiba, çok güzel bir anlatım yapmıştı. Akademik bir çalışma yapmamış olmasına rağmen tarihsel sürece genel olarak hâkimdi. Anlattıkları tam bir aydınlanma yaratmasa da insanın kafasında birtakım şimşeklerin çakmasına vesile oluyor. Zaten müzede de köyde de kültürü, kullandıkları eşyaları, çadırları ve ortaya çıkardıkları sanat eserlerini görmek mümkün.

 

Ortada birbiriyle ciddi derecede ayrışan iki farklı inanç sistemi ve hayat pratiklerinin olduğunu inşallah güzelce anlatabilmişimdir. Ortodoks Sünni devlet dini ile heterodoks Alevi halk dini tarihin çeşitli dönemlerinde çatışmıştır da. Selçuklu döneminde Ahi Evren ve Celaleddin Rumi özelinde bunu görmek mümkündür, ki bu blogda da bahsini geçirmiştim daha önce, Osmanlı’da ise her dönem Türkmenler çeşitli sebeplerle sağa sola sürülmüş ve birçok siyasi mücadele yaşanmıştır. Başka bir yazıda belki tarihsel sürecin detaylarına da gireriz ancak bu yazıda tarihte yaşanmış bu mücadelelerin aslında ciddi bir inanç farklılığına dayandığını ve bu farklılıkların ortaya çıkış nedenlerini görmüş olduk.

 

Yani ortada iki değil aslında üç benzemezli bir İslam anlayışı vardır. Bunlar okuması araştırması keyifli konulardır. Dünya tarihinde araştırma yapmanın bu kadar kolay olduğu başka bir devir daha yok. PDF’ydi, ctrl+f’ydi, scholar’ıydı hepsi elinin altında lütfen üşenme güzel kardeşim.

 

Hadi selametle...  


-------------------------------------

[1] Metin And. Oyun ve Bügü, Yapı Kredi Yayınları, 1974, İstanbul'dan aktaran Nimet Elif Uluğ, Osmanlı'da Batıl İtikatlar ve Büyü, Doğan Kitap, 2017, İstanbul

[2] Kur'an 7:3(A'raf Suresi)

[3] Kur'an 2:107,257(Bakara), 3:68(Ali İmran), 4:45,123(Nisa), 6:51(En'am), 7:3(A'raf) ve diğer birçok yerde...

[4] https://twitter.com/alpererdoganep/status/1331958926913499136

[5] Kur'an 6:94(En'am Suresi)

[6] Kur'an 2:48,123,254,255(Bakara), 6:51,70,94(En'am), 7:53(A'raf), 10:3,18(Yunus) ve diğer birçok yerde... 

Bulut, Ü., & Hüseyin, B. A. L. (2016). Sosyolojik Açıdan Tahtacı Grupların Araştırılması (Muğla Örneği). Süleyman Demirel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, (36), 81-102.

Yörükân, Yusuf Ziya, Anadolu’da Aleviler Ve Tahtacılar, {haz. Turhan Yörükân},Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1998

Karadere Züleyha, Yüksek Lisans Tezi, Yusuf Ziya Yörükan ve Mezhepler Tarihçiliği, Ankara, 2013

ÇIBLAK, N., 2005. Mersin Tahtacıları. Halk Bilimi Araştırmaları, Ankara, Ürün Yayınları

Merhan, A., 2014. Bayindir Tahtacıları ve Dillerinin Belirgin Özellikleri. Bilig, 69, 161.

AYDEMİR, A., 2013. SARIKIZ EFSANESİNDEKİ SARIKIZ ve ESKİ TÜRK İNANÇLARINDAKİ ALBIZ ÜZERİNE. Electronic Turkish Studies, 8(6).

Sümer, F., 1962. Agaç-eriler. Türk Tarih Kurumu Basımevi

Talas, M., & Aksoy, N. D., 2009. Küreselleşme-Yerelleşme Çerçevesinde Türk Alevîliği. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, (51).

Selçuk, A. & Kayseri, D. G. İ. T., 2010. SÖZÜN YAZIYA DİRENİŞİ: İKİ İNANÇ SİSTEMİ ÜZERİNE BİR KARŞILAŞTIRMA.

Duymaz, A., & Şahin, H. İ., 2008. Kaz dağlarında dağ, ağaç ve ocak kültü üzerine inanış ve uygulamalar. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 11(19), 116-126.

KUMARTAŞLIOĞLU, S., 2011. TAHTACILAR’DA BİR GÖÇ TÖRENİ: OCAK AYIRMA. HÜTAD, (14).

Gökalp, Z., 2015. Türk medeniyeti tarihi. Ötüken Neşriyat AŞ.

Folklor / Edebiyat Dergisi, 2001/4, Sayı 28, Sayfa: 191- 202

Aksoy, M. (2004). Mut’ta Bir Alevi-Türkmen-Tahtacı Köyünde İnanç, Gelenek ve Görenek. İsmail Engin and Havva Engin (eds.), Alevilik

Dabağlar, N. (2014). Artemis’ten Sarıkız’a: Kaz Dağının Sarıkız Efsanesi

Kurt, O. (2016). Kazdağları’nda Bir Şaman Köyü: Tahtakuşlar Köyü

Somuncuoğlu, S. (2015). Kaz Dağları / Koşuburnu Köyü Ve Tahtakuşlar Köyü / Türk Kültürü


 

21 Temmuz 2020 Salı

Umut

Selam ahali, bu dünyada iyi insanlar var. Bu iyi insanlardan biriyle karşılaşabilmek de hiç şüphesiz ki ihtimal dahilinde. Ancak benim umudum yok ahali. Kahir ekseriyetten farklı bakıyorum dünyaya. Bu bakış kimilerince bir sorun. Emek isteyen bir yapım var. Ulaşılabilmek için emek, diyalog kurabilmek için emek, anlayabilmek için emek, samimiyet geliştirebilmek için emek, hayatına dahil olabilmek için emek, değer görebilmek için emek... Çalıkuşu’nu okudunuz mu lan? Çalıkuşu’ndaki Cemile var ya onun insan psikolojisine hakim ve çok yüksek tahammül sahibi olan versiyonu lazım bana. Sorunlu bir yapıyı devralıp işleyen bir makineye çevirecek, bataklığı kurutup çiçek bahçesi haline getirecek... 

Ancak bu yüzyıl öyle bir yüzyıl değil. Bu yüzyıl, kimsenin sorunlarla uğraşmak istemediği hatta bırak uğraşmayı yüzleşmek dahi istemediği bir yüzyıl. 

Tabi olum o kadar instagram filtresi ne boka var? Yüzündeki çopuru, sivilceyi veya başka başka kusurları yok sayıp porselen gibi bir yüz görebiliyorsun. Sıfır sıkıntı. 

Eskiden ayakkabı tamircileri vardı. Ayakkabılar, tamir edilirdi. Zira arz bugünkü seviyelerde değildi. Kolay bulunmuyordu ayakkabı, pahalıydı. Ancak bugün öyle değil ucu açılan ayakkabı çöp tenekesini boyluyor. Kim giyer ucu patlamış ayakkabıyı? Kim neden uğraşsın böyle bir sorunla? 

Cellatlar ahali, düşünmezler. Sadece önlerine gelen kelleyi kesip infazı gerçekleştirirler. Görevleri budur. Cerrahların ise düşünmeye vakitleri yoktur. Karar vermeleri için tek bir an vardır. Gaddar ve acımasız görünürler. Gerektiğinde vücudun yani bütünün salahiyeti için parçayı acımadan, tereddüt etmeden keser atarlar. 21. Yüzyıl insanı da tıpkı cerrahlar gibi sorunlu gördüğü parçayı anında hayatından çıkarmaktadır. Ancak insanlar, çöpe giden ayakkabı veya kangren olmuş bir organ değildir. Cerrah olmaya niyetlenirken arkanızı döndüğünüz insanın celladı olabilirsiniz. 

Hadi selametle

19 Mayıs 2020 Salı

Birtakım Komplo Teorileri

Selam ahali, komplo teorileri önemli bir düşünce yöntemidir. Komplo teorileri, şaşmaz birer gerçeklik olarak bellenip iman edilmediği sürece oldukça faydalı da olabilirler. 

Komplo teorisi yazabilmeniz için öncelikle onu somut bir gerçeklikle temellendirmeniz gerekir. Ortada bir gerçek vardır ve ardındaki boşluklara siz teorilerinizi kurarsınız. Asparagas ile komplo teorisi arasındaki fark da burada ortaya çıkar. Asparagas, tamamen yalandır ancak tamamen yalan söyleyerek komplo teorisi yazamazsınız çünkü komplo teorileri, bir gerçeklik ile temellendirilmediği sürece ayakta kalamaz. Komplo teorileri ihtimal hesabıdır. 

Uluslararası strateji merkezlerinin, istihbarat teşkilatlarının ve think-tank kuruluşlarının da geleceğe yönelik raporlar yayınlarken yaptıkları tam olarak budur aslında. Ellerinde bir veri vardır ve o verinin üzerine birtakım komplo teorileri geliştirirler. Türkiye’de bu think-tank kuruluşlarının raporlarını en çok ciddiye alan kesimin komplo teorisyenleri olması da bu açıdan oldukça ironiktir. 

Örneğin Graham Fuller’in 1991 yılında RAND Corporation için kaleme aldığı “Turkey Faces East; New Orientations Toward to Middle East and The Old Soviet Union” başlıklı raporda, Türkiye’nin geleceğinin siyasal İslamdan geçtiği, Türkiye’de İslamist bir partinin iktidar olması gerektiği ve Neo-Osmanlıcılık akımlarının popüler olacağı gibi o dönem kimsenin aklına dahi gelmeyecek saptamalar yer almaktadır. [1] Kimsenin aklına gelmeyecek diyorum zira 1991 yılında Türkiye’de bir seçim yapılmış[2] ve şu sonuçlar alınmıştı;

  

Her ne kadar sağ partiler başı çekiyor görünse de o dönemin sağında dini motifler pek yoktu. Türkiye siyasetinde dini söylemleri politikasının merkezine koyan ilk lider Necmettin Erbakan’dı. Erbakan’ın Refah’ını da sıralamada 4. parti olarak görüyoruz. Özetle şu konjonktürde “Türkiye’nin geleceği siyasi İslamdır” diye bir yorum yapmak isabetli bir tahminden ve öngörüden fazlasıdır ahali. 

Bakınız önce elimdeki verileri alt alta sıraladım şimdi sıra geldi komplo teorisi yazma kısmına. Fuller’in raporu ve 91 seçimleri sonucunun artarda vererek zemini hazırladım artık okuyucunun zihni “siyasal İslam dış destekli bir projedir” yargısını yadırgamayacaktır. Hatta öyle ki bu cümleyi kurarken başka bir delil göstermeme dahi gerek kalmamıştır. İşte gayet başarılı bir şekilde oluşturulmuş bir komplo teorisi! Ha bu arada Türkiye’de siyasal İslam, özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi, gayet de dış desteklidir. Zaten bu blogda AKP’nin nasıl kurulduğunu defalarca anlattım burada komplonun teorilik bir durumu kalmamış direkt olarak uygulamaya geçilmiştir. Bu örneği sadece teknik olarak bir komplo teorisi nasıl oluşturulur bunu ortaya koyabilmek adına verdim. 

Malum salgın sürecinde evde geçirdiğimiz sürelerin artışıyla birlikte birçok şeye daha çok vakit ayırma imkanına sahip olduk. Benim okuma ile ilgili bir problemim yok, uzun yıllardır bunu bir düzen içerisinde sürdürüyorum ancak bir şeyler izleme konusu bende hep eksik kalmıştır. Birçok kült filmi, meşhur dizilerin çoğunu falan izlememişimdir. Bir şeyler izleme durumu kişiyi edilgen bir pozisyona soktuğu için özellikle dizi izleme işini bir türlü oturtamadım. Düşünsene oturuyorsun, sürece bir dahlin yok ve sadece izliyorsun... Hal böyle olunca birçok “efsane” olarak kabul gören uzun soluklu diziye de bir türlü tahammül gösteremiyordum. Bunlardan biri de Prison Break’ti. Evet, 2020 yılı itibariyle baya oturdum evde Prison seyrediyorum. 

Michael Scofield, Fox River hapishanesinden kaçtıktan sonra planını adım adım uygularken bir noktada radara takılıyor. Dizinin en az Scofield kadar psikopat Federal’i Alexander Mahone, Michael’ın hapse girmeden önceki kredi kartı hareketlerinden planın aşamalarını ve nereye gideceğini çözüyor. Bunu görünce benim kafamda birtakım şimşekler çaktı ahali. 

Şubat ayının ikinci haftasında İzmir’de şehrin biraz dışında kalan bir yere yerleşme durumum olmuştu. Bölgede ATM olmadığı için alışverişlerimi hep banka kartı ile gerçekleştirmek durumunda kalmıştım. Ki beni yakından tanıyanlar iyi bilir bu kart işleri hiç adetim değildir, nakitçiyiz. Tüm bu teranelerin üstüne bir de salgın patlayınca bu sefer de artık tercihen nakit kullanmamaya başladım. İstanbul’a geri döndüm, her yerde ATM var ancak aylardır nakit para kullanmıyorum. Şaak diye temassız geçiyorsun, tertemiz. 

Türkiye’de pek konuşulmuyor ancak dünyada “nakitsiz toplum” olgusu önemli bir tartışma konusudur. Salgınla birlikte ortaya atılan komplo teorilerinde yok insanlara çip takacaklar bilmem ne diye ortaya bir takım teraneler attılar ancak böyle bir şeye gerek yok ki. Kredi kartları ve akıllı cep telefonları ile o mahremiyet alanı kırılalı çok oluyor. Takibat yapabilmek için daha çipe ne hacet? 

Twitter’da 2019’un sonlarına doğru, gram altın o sıra 270’lerde seyrediyor, altının gram fiyatının 300₺’nin üzerine çıkacağını yazmıştım.[3] Ki yakın çevremi 248’lerdeyken falan uyandırmıştım mevzuya. Altın fiyatlarındaki hareketlenmeyi görenler bu sefer bana, “bak şuradan şu kadar altın aldım” gibisinden banka hesaplarını göstermeye başladılar bana. Ancak bu noktada da altını bankalardan sanal olarak değil fiziksel olarak kuyumculardan almanın daha doğru olacağını salık verdim. Zira bankalardan satın alınan altınların durumu biraz şaibeli ahali. 

Bankalara kalsa dünyadaki toplam 170.000 tonluk altın rezervi sanal olarak 5'e katlanırdı. Bizde de özellikle muhafazakar kesimin elinden fiziksel altını toplamak için “Katılım Bankaları” küreselcilerin tavsiyesiyle araç olarak kullanıldı. Sanal banka hesaplarına güvenmek hiç ama hiç akılcı bir yol değildir. Çünkü bir kriz anında bankalar size mevduatınızın korunacağının garantisini vermez. Kredi borcunuz banka batsa dahi sizden tahsil edilir ancak batan bankadaki birikiminize aynı durumda elveda demek durumda kalırsınız. 

ABD’de 5 Nisan 1933’de çıkan başkanlık kararnamesi tüm Amerikan vatandaşlarının ellerindeki altınları Amerikan hazinesine teslim etmeleri gerektiğini buyurmuş aksi halde davrananların da hapis cezasına çarptırılacaklarını bildirmişti. Roosevelt altın ihracatını da yasaklamıştı. [4] Merkezden bu tarz dayatmaların ne zaman geleceği belli olmaz. Bu yüzden altını fiziksel olarak edinmek en garantici yöntemdir. Bankaların altın hesapları, karşılığı olmayan sanal vaatlerden ibarettir.

Salgın ile birlikte artık yeni normal olarak görülen toplumun nakitsizleşmesi ve ekonominin sanallaşması kesinlikle temkinli yaklaşınılması gereken trendlerdir. 

Velhasıl kelam komplo teorilerini yegane gerçek kabul edip iman etmek oldukça dangalakça bir tavırdır. Öte yandan komplo teorilerini gözardı etmek de sizi orijine ilk dangalak ile aynı uzaklıkta konumlandıracaktır. 

Hadi selametle...

————————
[1] Turkey Faces East; New Orientations Toward to Middle East and The Old Soviet Union - https://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/reports/2007/R4232.pdf



[4] James Rickards, Çöküşe Giden Yol, 2017

15 Mayıs 2020 Cuma

Ben Varım!

Selam ahali, son yazıda “birey olmak harika bir şey lan” demiştik oradan pası alarak başlıyorum. Malum süreçle birlikte evde geçirdiğim sürelerin artmasıyla beraber blogdaki örümcek ağlarını temizliyoruz. Bir sürü şey anlatmak istiyorum. Bu yazıda birey olmanın faziletleri ve ideolojiler üzerine birkaç kelam edeceğiz. 

Kişinin kendi iradesiyle hareket edebilmesi “birey” olabilmesi çok değerlidir. Ancak bu “birey olmak” lafı genelde insanların götünden anladığı da bir kavramdır. 

İnsanlar(ın çoğu) kendilerine önce bir kişi veya ideoloji belirleyip ardından bu belirlediği kişiyi veya ideoloji tüm konularda tek otorite olarak tanır ve bu noktadan itibaren kendine bir konfor alanı oluşturur. Bu konfor alanı kişiyi, bir şeyleri açıklama zahmetinden kurtarır. Zira artık “ben” değil “biz” oluşmuştur. Bu bir ideolojik topluluk olabilir, dini bir tarikat veya cemaat olabilir hatta hayatın tüm alanlarında etkili ve kişi iradesini ortadan kaldıran kollektif bir karar alma mekanizması var ise bu aşiret ve aile bile olabilir. Ben bunlardan ideoloji üzerine daha çok duracağım. Zira tarikat-cemaat işlerine girersek teolojik bir takım şeyler olayın içerisine dahil olacak aynı şekilde aşiret-aile bağlamı yine biraz psikolojinin konusu olacağı için bu noktada yazıya böyle bir sınır çizmeyi uygun buluyorum. 

İdeolojilerin yarattığı konfor alanları; kitleleri öylesine kısıtlamış, öylesine sarıp sarmalamış ki sanki ideolojileri olmasa herhangi bir bilgi birikimi de kalmayacak elinde. İnsanlar bilmiyorlar ahali kavramlar üzerine hiç kendi kendilerine düşünmemişler. İdeolojileri onlara ne vermişse o; hep ezber, hep slogan alabildiğine duygu sömürüsü ve demagoji!


Araçları amaç yaptılar, hatta tanrı yaptılar tapıyorlar! Bir şeyi bu kadar yüceltirsen ne olur? Bireyler önemsizleşir ahali. Ölünce de üstüne basıp devam ederler. Dava uğruna ölmek değil uğruna yaşamak kutsanacak ki dava, dava olabilsin. İnsanları öldürmek değil yaşatmaktır marifet. 

2015 yılında yazdığım “Rockefeller ve Ford Vakıfları, Tavistock ve Lokal Uyutma Paketleri” başlıklı yazıda Tavistock Vakfı’nın toplumsal uyutma paketlerinden bahsetmiştim[1]. Dr. Fred E. Emery, toplumsal uyutmanın üç aşamada gerçekleştiğini ifade ediyor; 

1- Moral(Ahlak) değerlerini yitirme(Demoralisation); Bu aşamada “amaca giden yolda her şey mübahtır” anlayışı kendini gösterir.

2- Zihni Bölünme(Segmentatiton); Bu aşamada kişi, zihninde yerleşik olan birey olma görüşünden kopup kollektif mantığına geçer.

3- Zihni Ayrışma(Disassocation) Bu aşamada kişi fantezilerle, gerçekleri birbirine karıştırıp robotlaşmış birey hükmüne geçer. İdeallerin pençesinde gerçeklerden kesin kopuş.[2]

Buradaki aşamaları doğrular nitelikte son günlerde siyasi bazlı nefret söylemleri müthiş bir ivmeyle artıyor. “50 kişiyi götürmekten” bahsedeni mi dersin “Nevşin’i ben alayım, Canan’ı sen al, Berna’yı o alsın” diye kendince paylaşım yapanı mı dersin kalkıp bir de bu dehşet verici söylemleri savunanlar var. Akıl alır gibi değil ya. Hani gerçekten cahilliğin ve nefretin sonu yok gibi. Biz, bir şey yazarken on defa düşünüp öyle yazıyoruz. Bir insanla öyle veya böyle tartıştığımız zaman “acaba” diye düşüncelere dalıyoruz. Siz nasıl insanlarsınız? Hiç mi kendi kendinize muhakeme yapmazsınız? Bu nasıl bir zihniyettir? 1970’lerde bu coğrafyada insanlar birbirini kesiyordu. Ne katliamlar ne acılar yaşandı. Hiç ders alınmamış demek ki. Hatta dersten de öte “keşke soylarını kurutsaydık” gibi bir pişmanlık hali var sanki. Gerçi bir tanesi çıkıp “içinde kalan” şeyleri televizyonda açıklamıştı; “15 Temmuz içimizde kaldı yapmak istediklerimizi yapamadık” diye. Hangi gerekçe, hangi doktrin bir cinayeti hele de bir katliamı gerekçelendirebilir? Hangi dine hangi davaya inanıyorsunuz ya?

Şu konjonktüre bir göz atın bakalım Dr. Emery’nin saydığı aşamaların hepsi de var. Ahlaki değerlerin yitirilmesi desen var, kitle psikolojisi desen var, fantezilerle yaşayıp gerçekliklerden tamamen kopuş hali desen gırla... 

İbrahim Üzülmez gibi kafayı eğip son çizgiye kadar topu sürmek yerine arada bir o topa basıp etrafınızda nelerin olduğuna bir bakmayı deneyin. 

Tefekkür ve bireysel muhakeme önemli kavramlar. Paket programlar halinde ideolojileri tabir yerindeyse “satın alıp” peşinen kapitalist, komünist veya herhangi bir şeyist olmadan önce konulara nasıl yaklaşılması gerektiğini bağımsız bir şekilde kendi inşa ettiğiniz hayat görüşü ve değerler silsilesi çerçevesinde değerlendirin. 

Enerji politikaları uzmanı Doç. Dr. Volkan Özdemir, Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de taksiye biner ve şoföre sorar; “AB üyesi Hırvatistan’ın vatandaşısın. Halinden memnun musun?” Taksici ise şöyle yanıt verir; “Yugoslavya döneminde yılda iki kere tatil yapıyordum. İyi bir eğitim aldım; doktora derecesine yükseldim. Çocuklarımı rahat büyüttüm. Şimdi geçinemiyorum. Düşük emekli maaşı nedeniyle taksicilik yapıyorum. Liberalizm bir Alman için çok iyi olabilir. Ben de Alman olsam, isterdim. Ama dünyaya Hırvat olarak geldim. Beni kimse hayatın eskiye oranla daha iyi olduğuna ikna edemez!”[3]


Uluslar da tıpkı bireyler gibi, bazı küresel çevrelerin taklitçisi veya takipçisi olarak kalkınamaz, refaha eremez. Bağımsızlık arzusunda olan toplumlar ekonomik sistemleri de dahil olmak üzere kendine özgü modeller ortaya çıkarmak durumundadır. Ben ki blogda komünizm karşıtı kaç tane yazı yazmış adamım ancak bu kapitalizme koşulsuz şartsız teslim olmayı gerektirmemektedir. Kendi içerisinde bulunduğumuz şartları gözeterek özgün sistemler kurmak bu noktada ulusal çıkardır. Neden bir şeyleri “ya o ya da bu” sığlığına indirgeyelim ki? 


Atatürk’ün “devletçilik” olarak ilkeleştirilen devlet destekli kapitalizm karma ekonomik modeli buna iyi bir örnektir. Dünyada kişilerin ve ulusların liberalizm veya sosyalizm gibi net davaları olamaz. Bireyler için de devletler için de arzulanan yegane şey refahtır ve bu refah kimi zaman piyasa serbestisiyle kimi zaman ise korumacı politikalar ile sağlanabilir. Bu yalnızca Hırvatistan veya Türkiye için değil liberalizmin kalesi ABD için bile geçerlidir.
ABD’de 5 Nisan 1933 tarihinde çıkan başkanlık kararnamesi tüm Amerikan vatandaşlarının ellerindeki altınları Amerikan hazinesine teslim etmeleri gerektiğini buyurmuş aksi halde davrananların da hapis cezasına çarptırılacaklarını bildirmişti. Roosevelt aynı zamanda altın ihracatını da yasaklamıştı. Görüldüğü üzere lüzumu hasıl olduğunda ABD’de bile serbest piyasa kavramı askıya alınabilmektedir.[4] Hatta bugün Donald Trump da aynı şeyi yapıyor. Sen şimdi kalkıp da Trump’a komünist diyebilir misin? 

Demek ki neymiş, hayatta her şeyi basmakalıp ideolojiler ile açıklayamıyormuşsun öyle değil mi? Önce birey olacaksın, şunun bunun dediği üzere değil öz muhakemen ile karar alacaksın ondan sonra biraz da cesaretli olup vardığın sonuçları paylaşacaksın. 

Milli mücadele döneminde, İngiliz mandası mı? Amerikan mandası mı? diye tartışılan bir ortamda Atatürk çıkıp bambaşka bir şey koydu ortaya; bağımsız cumhuriyet! Daha sonra yine dünya, kapitalizm mi? komünizm mi? diye ayrışmışken Atatürk bambaşka bir şey ortaya attı; Devlet destekli kapitalizm(Devletçilik)! 

Kimseye Mustafa Kemal Atatürk olun demiyorum ama hiç değilse kendiniz olun be. Birey olun olum. Kapitalizm eleştirerek bireycilik övgüsü yapıyor olmam biraz ironik görünüyor belki ama vallahi meseleler basmakalıp ideolojilere sığacak gibi değil! Velhasıl kelam, inanmayın bilin.

Hadi selametle...

—————————-


[2] Dr. Fred E. Emery, “The Next Thirty Years: Concepts, Methods and Anticipations” Human Relations Magazine, Tavistock Institute, 1 Ağustos 1967. https://journals.sagepub.com/doi/pdf/10.1177/001872676702000301

EMERY, F. E. & TwIST, E. L. (1965). The causal texture of organizational environments . Hum. Relat. 18, 21-32 .

[3] Doç. Dr. Volkan Özdemir, “Yenilenen Dünya Eskimeyen Türkiye”


29 Nisan 2020 Çarşamba

Devlet Diyanet Siyaset

Selam ahali, hemen hemen her sosyal konu üzerinde siyah ve beyaz kadar net fikirleri olan bir adamım ve bu fikirler kimi zaman bir kesimden kimi zaman da onun tam karşısında duran kesimden destek görüyor. Ortayolcu muyum? Hayır, yalnızca bir ideolojiye iman etmediğim için olaylara ve olgulara paket programcı bir zihniyetle yaklaşmıyorum. Bu yazının konusu değil ama birey olmak harika bir şey lan. Sözüm olsun bu konuya da ayrıca değinelim.

Ne diyorduk; siyah ve beyaz! Bu renk kartelası içinde diyanet benim için bir gri alandır. Bu yazıda güncel bir tartışmadan hareketle neden gri alan dediğimi ve diyanetin statüsünü konuşacağız. 


Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın yakın zamanda sarfettiği eşcinsellik ile ilgili sözleri malumunuz epey bir gündem yarattı. “İbneliğin lüzumu yok” deyip arkasında duranı da “diyanet kapatılsın” deyip linç edeni de oldu. Hatta Ankara Barosu "Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın İnsanlığın Bir Kesimini Nefretle Aşağılayıp Kitlelere Hedef Gösterdiği Konuşmasıyla İlgili Basın Açıklaması" başlıklı bir bildiri yayınladı. 



Bunun üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara Barosu yöneticileri hakkında halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama suçundan soruşturma başlattı. Ortalık baya bir karıştı. Baronun bu açıklamayı yaparkenki dayanağı 1 Mayıs 2011'de imzaya açılıp kabulü ise geçen sene gerçekleşen İstanbul sözleşmesi! 

İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, “kadına karşı şiddet, ev içi şiddet, toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ilişkin kapsamlı tanımlamalar yaparak; cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli tüm ayrımcılık biçimlerine karşı mücadele edilmesi, erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması” konusunda taraf devletlere pek çok yükümlülük getiren uluslararası bir anlaşmadır.[1] Tam metnini yazının sonuna ekleyeceğim meraklı olan girsin okusun, hizmette sınır yok. 


Ali Erbaş ne demişti bi’ hatırlayalım; “İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikahsız hayatın islamî literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu Hiv virüsüne maruz kalıyor.”[2] 

Liberal ve seküler bir kişi, pek tabi ki bir din adamının eşcinsellik ile ilgili söyleyeceklerinden rahatsızlık duyacaktır. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Zira Ali Erbaş’ın sözleri islami açıdan gayet doğrudur. Eşcinsellik Kur’an’a göre baya baya günahtır ve kınanır.[3] Ancak burada esas tartışılacak konu eşcinselliğe bakışın nasıl olacağından ziyade diyanetin statüsü olmalıdır. 


İnsan yaşamının büyük bir çoğunluğuna din yön verir. Din kelime olarak düzen demektir. Bir dine inanan kişinin hayatı boyunca uyması gereken iki ayrı düzen vardır;

1- Dinin getirdiği düzen 
2- Anayasal düzen

Ancak bu noktada bir kişi inandığı dinin eşcinselliğe onay vermediğini ve bunun kınandığını ifade ettiğinde bu durum anayasal düzence suç teşkil ediyorsa buradan büyük bir siyasi kriz çıkar. Eğer bu kişi Diyanet İşleri Başanı ise daha da başka şeylerden bahsetmek gerekecektir. Bazı sorularım olacak. 

1- İmam gibi giyinip camilerde okunacak hutbeyi belirleyen Diyanet İşleri Başkanı, eşcinselliği haram kılan İslam dininin temsilcisi midir yoksa eşcinsel haklarını koruma altına alan İstanbul sözleşmesine imza koyan devletin mi?
2- Bu paradoksu nasıl çözersiniz? 

Gelin şu işi bir çözüme kavuşturmaya çalışalım. Diyaneti kapattık diyelim. Milyonlarca liralık bütçesi ile bir halta derman olamayan, daha imsak saatini bile doğru düzgün hesaplayamayan ve adı bir yığın skandala karışmış şaibeli bir kurumdan kurtulduk. Buraya kadar gayet güzel. Ancak camilerin kontrolü bu durumda kime geçecek? Diyanet bile zaten halihazırda bir yığın ipe sapa gelmez hurafeyi savunurken diyanetin olmadığı bir ortamda ortaya çıkabilecek dezenformasyonu düşünebiliyor musunuz? Türkiye’de kamyonla cumhuriyet düşmanı cemaat, tarikat var. Diyanetin yokluğunda bu toplulukların camileri karargah edinmeyeceklerini kim garanti edebilir? Milli güvenliğe tehlike arz eden tek oluşumun Fethullahçılar olduğunu mu düşünüyorsunuz? Diyanetin merkezi hutbesi tüm camilerde okunuyor ve insanlar buna diyanetin internet sitesinden rahatlıkla erişebiliyor ancak bu otorite ortadan kalktığında o kürsülerden kim bilir neler söylenecek var mı tahmini olan? Öte yandan diyanetin devamının da savunulacak yanı yoktur. Mercedesler, nereye harcandığı belli olmayan milyon liralık devasa bütçeler, insanları zorla ateist yapacak mealler yayınlamalar, Ensar gibi vakıflarla iş tutmalar iktidar sahiplerinin elinde oyuncak olup dini bu amaçla eğip bükmeler ve daha nice rezillikler...

Neden gri alan dediğimi şimdi anladınız mı? Diyanet meselesi iki ucu boklu değnektir ahali. Ben bu işin içerisinden çıkamıyorum. 

İslam, yapısı gereği aslında bu tür kurumlara ihtiyaç duymaz ancak halktan her daim böyle bir talep olmuştur. Talebin olduğu yerde de arz kaçınılmazdır. Bu arzı devlet yapmazsa özel sektör yapar. Ortalığı ne idüğü belirsiz sapık tarikatlara cemaatlere bırakmaktansa devletin olaya müdahil olması bence hiç değilse ehveni şerdir. Mustafa Kemal Atatürk de diyaneti büyük ihtimal bu noktada benzer düşüncelerle kurmuş olsa gerek zira laik cumhuriyet ile bir tezat oluşturmamak adına bir bakanlık değil müsteşarlık ayarında bir kurum ortaya koyuyor. Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an-ı Kerim’in Türkçe çevirisini yaptırmış olması ise belki de insanlara İslam’ın ruhuna uygun olarak dini otoriteye mahkum olmama güdüsünü kazandırarak birgün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın misyonunu tamamlaması umuduyla gerçekleşmiştir. 

Özellikle Atatürk ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşu ile ilgili olan son kısım yorumdu, herhangi bir iddiam yok burada.

Sonuç olarak, insanlarını düzgünce eğitemediğin sürece dünyanın en başarılı sistemlerini ve kurumlarını da kursan, o sistemler ve kurumlar en nihayetinde bir şekilde birer manipülasyon aracı haline gelecektir. 

Türkiye her ne kadar yüzünü batıya dönmüş olsa da bir doğu ülkesidir ve her ne kadar doğulu olsa da diğer doğululara benzememektedir. Coğrafya kaderdir. 

Hadi selametle...

——————————-
Notlar 


[3]Kur’an; 7/80, 11/78,81, 15/62,68,71, 21/74, 26/168, 27/54, 29/28,30,32 vd.

24 Nisan 2020 Cuma

Hilafet Hürriyet Haysiyet


Selam ahali, bir 23 Nisan’ı daha geride bıraktık. Milli bayramların genelinde olduğu gibi yine Atatürk alerjisi olan kimi cumhuriyet düşmanları birtakım saçma sapan çıkışlarıyla gündemi meşgul ettiler. Bu sebeple milli mücadele dönemi ve halifelik konularında birkaç kelam etmek istiyorum. Aslında bu gibi zevatları ciddiye alıp da kalem oynatmamak lazım da işte bakma. Hem malum saçmalıklara cevabımızı vermek hem de biraz halifelik üzerine konuşmak istiyorum.

‘’Bilgisi olmadığı halde fikri olanlar cemiyeti’’nin kıdemli üyelerinden Fatih Tezcan şöyle bir şey yumurtladı.

   

Yalanın vergisi olsa bunlar vergi rekortmeni olur.


  • ·         Birinci Dünya Savaşı bitmiş Osmanlı paylaşım masasında, Sevr imzalanmış beyefendi Sevr’i imzalayanlara karşı çıkıp işgal kuvvetlerine karşı yeni bir savaş veren kadroyu ‘’düşmana bir mermi atmamak’’ ile itham ediyor. Allah akıl fikir versin.
  • ·         İkinci iddiası ise devlet ve meclis varken başka bir şehirde paralel meclis kurulmuşmuş bak sen. Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihi 23 Nisan 1920, 16 Mart 1920’de ise İstanbul işgal ediliyor! İngiliz Yüksek Komiserliği Salih Paşa’ya 16 Mart 1920 saat 09.40’da bir nota vererek saat 10.00’dan itibaren İstanbul’un işgal edileceğini, M. Kemal ve milli hareketin öbür liderlerinin Osmanlı hükümetince derhal red ve inkâr edilmeleri gerektiğini bildirir.[1] Aynı gün işgal başlar; tren ve vapur seferleri durdurulur, yollar kapatılır, Harbiye Nazırlığı ve PTT işgal edilir, polis teşkilatının yönetimine el konur. Şehzadebaşı karakolu İngilizlerce basılır 6 er şehit edilir, 15 er yaralanır sivil ve asker 150 kişi tutuklanır.[2] Yani Fatih Tezcan beyefendinin var dediği devlet bu haldedir. Osmanlı Devleti, Ankara’daki meclisin açılmasından 37 gün önce zaten fiilen yıkılmıştır. Şu olay hakkında paralel falan diye konuşmak büyük terbiyesizliktir, ayıptır. Paralel işlerini ise Fatih Tezcan’ın kendisi daha iyi bilir.





  • ·         Millete bir kere dahi sormadan işgalcilerin emellerinin gerçekleştirildiği iddiası ise utanmazlığın aymazlığın zirve noktasıdır ahali. Saltanatı savunup da her kararı millet meclisinde oylayarak veren bir yönetime şunları söylemek için Fatih Tezcan olmak gerekir. Hem de dönemin padişahı Vahdettin 8.11.1918 ve 16.3.1920’de tarihlerinde olmak üzere iki defa ‘’millet bir koyun sürüsü! Bu sürüye bir çoban lazım! İşte o da benim.’’ [3] demişken! Peki ya o işgalciler niçin İstanbul hükümetine kendi emellerini gerçekleştirecek kişileri tevkif etmeleri yönünde nota veriyor? Adamlar Matrix’deki kaşığı büken çocuk gibi tarihi eğip bükmeye çalışıyorlar. Ancak katranı kaynattık olmadı şeker sayın Fatih Tezcan!

İşbirliği nedir görmek ister misiniz ahali?


  • ·       Konya eşkıyalarından Delibaş Mehmet’in tellalını ‘’Halifenin müttefiki olan İngilizler, Pınarbaşı’na doğru geliyorlar. Onlarla birlik olup Kuva-yı Milliyecileri yenecğiz!’’ diye avaz avaz bağırtmaktır. [4]
  • ·         Gerede isyanı öncülerinden Divitli Eşref Hocanın ‘’… Tek başımıza İngilizler’e meydan okuyoruz. Bu en büyük küfürdür.’’ şeklinde nutuk atmasıdır.[5]
  • ·         Konya’da ‘’Kim milliyetçilerle birlikte Yunan’a karşı giderse, şer’an kâfirdir.’’ fetvası vermektir.[6]
  • ·         Cami kapılarına ‘’M.Kemal’in ardına düşmek ve emrine itaat etmek, şer’an küfürdür. Karısı boş düşer!’’ yaftaları asmaktır.[7]
  • ·         Sabah gazetesinin 7 Ağustos 1919 baskısını ‘’İngiltere en büyük İslam devletidir!’’ manşetiyle çıkarmaktır.[8]
  • ·         Vahdettin’in milli mücadele hareketine karşı çıksınlar diye Kambur İzzet’i İzmir’e vali, Gümülcineli İsmail ile Nemrut Mustafa’yı Bursa’ya vali, Artin Cemal’i Konya’ya vali, Ali Galip’i Mustafa Kemal’i yakalasın diye önce Elazığ’a sonra Sivas’a vali, Abdurrahman Bey’i Adana’ya vali, Anzavur Ahmet’i(ki eşkıyadır) Balıkesir’e mutasarrıf, Osman Kadri’yi Bolu’ya mutasarrıf ve İbrahim Bey’i İzmit’e mutasarrıf olarak göndermektir.[9]

Tüm bunlar olurken hem Damat Ferit hem de Vahdettin defalarca İngilizlerden güvence talebinde bulunacak ve olumlu dönüşler de alacaklardır.[10] Biri işbirliği mi demişti?

O dönem için şunu çok net bir şekilde ifade edebiliriz ki hem devlet iradesi hem de halifelik makamı özellikle İngilizler olmak üzere çeşitli hegemonların elinde oyuncak olmuş Vahdettin ve İstanbul yönetiminin ileri gelenleri de kendi kişisel ikballerinin dertlerine düşmüşlerdi.

Halifelik zaten dini bir kavram olmaktan ziyade siyasi bir makamdır. Hani ‘’Hıristiyanların başında Papa var da bizim başımızda neden bir Halife yok veya neden olmasın’’ şeklindeki meşhur itiraz bu noktada İslam’ın yapısı gereği açığa düşüyor. Çünkü baktığınız zaman Hıristiyanlıkta papazlar, ruhbanlar, azizler vs. yığınla din görevlisi unvanı vardır ve bunlar yüzyıllar boyunca önemli bir toplumsal sınıf oluşturmuştur. İslam ise çıkış noktası gereği tüm bu ruhban sınıfı teranelerine karşıdır.  Kur’an’da dinin yegâne sahibinin Allah olduğu ve inananların da başka bir dini otorite tanımaması gerektiği net bir şekilde ifade ediliyor. Bunu da blogda defalarca açıkladık zaten. Öte yandan Halife olarak adlandırılan kişi Muhammed peygamberin vefatından sonra İslam devletinin yöneticiliğini sürdüren kişiyi karşılayan bir kavramdır. Kelime olarak da ‘’ardından gelen’’ anlamını taşıyan halef sözcüğünden türemiştir. Buna bir kutsallık atfetmek İslami açıdan da doğru bir tavır değildir. Ki zaten Osmanlı padişahları da halife unvanını aktif bir şekilde pek kullanmamışlardır. II. Abdülhamid’i burada ayırıyorum. Sadece II. Abdülhamid ‘’ben halifeyim’’ diyerek bu unvanı aktif ve etkili bir biçimde kullanmayı tercih etmiştir. Halifelik unvanının Osmanlı’da kullanılışı da devlet gücünün zayıfladığı dönemlerde ‘’Müslümanlar, birlik olalım bakın burada halife var’’ gibi bir tutumla gerçekleşmiştir. Meşhur Osmanlı – Rus savaşları sonrasında Ruslar, Osmanlı bünyesinde bulunan Ortodoks tebaanın hamiliğini talep edince Osmanlı da halifeliği öne sürerek Rus nüfuzu altındaki Müslümanlar üzerinde hâkimiyet talep etmiştir. Tamamen siyasi amaçlarla gerçekleşen bir hilafet vurgusu var ortada.

Halifelik kurumunun bunun dışında aktif bir şekilde kullanıldığı durumlar ise artık Osmanlı’nın dış politikada herhangi bir yaptırım gücünün kalmadığı ve Düvel-i Muazzama’nın kontrolünde kukla olmak şeklinde gerçekleşmiştir.


  • ·         1788’de I. Abdülhamid, İngilizlerle çatışan Maysor hükümdarı Tippu Sultan’a İngilizlerle savaşmaktan vazgeçmesini öğütleyen bir mektup yazmıştır. [11]
  • ·         1857’de İngiltere yine en önemli sömürgelerinden biri olan Hindistan’da çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Müslümanların da olaylara dahil olmaları üzerine İngilizler konuyu dönemin Osmanlı padişahı Abdülmecid’e taşır. Abdülmecid de Hamdi Efendi başkanlığında bir ulema kurulunu Hindistan’a yollamıştır. [12]
  • ·         II. Abdülhamid’in de yine Hindistan’da İngilizlere karşı çıkacak bir isyanı önlediğini Kadir Mısıroğlu Lozan isimli çalışmasında aktarmaktadır ancak kaynak Kadir Mısıroğlu olunca haliyle pek de güvenemiyor insan. Ancak Doğan Avcıoğlu II. Abdülhamid’in Afganistan’a Ruslardan ziyade İngilizlerin dostluğunu tercih etmeleri gerektiğini öğütlediğini aktarıyor.

Görüldüğü üzere halifelik, Müslümanlara zerre faydası olmadığı gibi bir de üstüne sömürgecilerin menfaatlerini koruyan bir kurum olarak karşımıza çıkıyor. Bu halde olan bir kurumun dünya Müslümanlarının birliğini sağlayabilmesi mümkün olabilir mi? Olmuyor da zaten. Zira 1889’da Kuveyt, 1904’te Necit Suudileri, 1915’de Mekke şerifi Hüseyin Osmanlı’ya isyan etmiştir. Ayrıca Irak, Suriye ve Lübnan’da da birçok isyancı örgütlenmeler baş göstermiştir. [13]

Halifeliğin artık Osmanlı’ya da bir faydası kalmamıştır. Zira alem-i İslam halifeyi sallamamaktadır.

Birinci Dünya Savaşı öncesindeyse Padişah V. Mehmet Reşat, özellikle itilâf devletlerinin sömürgesi olan Müslüman ülkelerin ittifâk devletleri safında yer almaları için Almanya’nın baskısıyla 22 Zilhicce 1332-29 Teşrin-i evvel 1330 {11 Kasım 1914} günü Cihâd-ı Ekber ilân etmiştir. [14] İngilizler sırasını savmış sıra Almanlara gelmiştir. Bu çağrının ne ölçüde karşılık bulduğu savaşın sonucundan ve savaş esnasında Arapların tutumundan bellidir.

Ancak bu cihad çağrısı dünyanın öbür ucunda hiç alakası olmayan garip bir biçimde karşılık buluyor. Avustralya’ya uzanıyoruz.

Avustralya, İngiliz Deniz Subayı James Cook tarafından 1770 yılında keşfedilince, bu kıta İngiltere’ye bağlandı. Sanayi devriminden sonra, hammadde arayışı bu kıtada da yoğunlaştırıldı. Motor gücü elde edilmiş ancak bu tarihlerde henüz geniş alanlarda kullanılmamaktaydı. Taşımacılık, ulaşım genelde hayvan ve insan gücüyle yapılmaktaydı. Kıta bâkir olduğu için kıyılardan iç bölgelere ulaşmak zordu. Bu ulaşım develer ile yapılmaya çalışıldı. Ama deve sürmek de öyle her babayiğidin harcı değildir. Bu sebeple deve yetiştiriciliği ve sürücülüğünden anlayan insanlar bu topraklara götürüldü. Bunlar da pek tabii ki Müslümanlardı.

Kuzey-Batı Hindistan’dan (şimdiki Pakistan) deve sürücüsü olarak Avustralya’ya gelen Molla Abdullah ve Kul Badsha Muhammed adındaki iki Müslüman Avustralya’ya savaş açıp “Broken Hill Savaşı”nı gerçekleştirmiştir. Molla Abdullah, 1879 yılında Hindistan’dan (Şimdiki Afganistan) Avustralya’ya gelen Abdul Wade’ın organize ettiği deve taşımacılığı işinde çalışmak üzere 1890 yılında Avustralya’ya gelmiş, 1910 yılına kadar deve taşımacılığı yapmıştır. Molla Abdullah Hindistan’da medrese eğitimi görmüş ve Avustralya’ya gelen Müslümanların dinî liderliğini ve İslâm esaslarına uygun hayvan kesimi işini yapmaya başlamıştır. Bu hayvan kesimi işi izinsiz yapıldığından, birkaç defa cezalandırılmış hatta mahkûm olmuştur. Avustralya’da ilk mescit, bu iki Müslüman tarafından yapılmış Molla Abdullah bu mescidin faaliyetlerini yürütmüştür. Bu mescit, az sayıdaki Müslümanın kendi inançlarına göre yaşama ve beslenme merkezi olduğu sanılmaktadır.
Kul Muhammed ise okur-yazar olmayıp bir müddet deve sürücülüğü yaptıktan sonra, Avustralya’da yollar yapılıp ulaşımın motorlu vasıtalar ile yapılmaya başlaması ve buna paralel olarak deve taşımacılığının ikinci plânda kalması üzerine, seyyar dondurmacılık yapmıştır. Buraları neden bu kadar detaylı anlattığım az sonra anlaşılacak biraz sabır ahali. Özellikle de dondurma ayrıntısına dikkat edin.

Kul Muhammed’in muhtemelen Hilâl-i Ahmer Cemiyeti veya Osmanlı Devleti ile Hindistan arasındaki ticarî ilişkiler münasebetiyle 1900 yılında İstanbul’a gelip Osmanlı Ordusu’nda Balkan Savaşlarına gönüllü olarak katıldığı, bu sebep ile dört defa İstanbul’a gelip devecilik yaptığı ve 1912 yılında Pakistan’a döndüğü bilgisi mevcuttur. Bu bilgiye göre Osmanlı Devleti’ni tanıyan biridir. Kul Muhammed ve Molla Abdullah’ın bu cihad ilânından nasıl haberdar oldukları bilgisine ulaşılamamış ancak kendilerine bu emrin verildiğini geride bıraktıkları notta belirtmişlerdir. Bu iki Müslüman, cihâd emrine uyarak Avustralya’ya savaş açtıklarını bir dilekçe ile yetkililere bildirdiler. Ancak bu dilekçeyi hiçbir yetkili doğal olarak sallamamıştır. Savaş plânı yapan bu iki Müslüman, 1 Ocak 1915 günü yılbaşı gezisi için Silverton’a giden, üzeri açık 40 vagonlu ve 1200 kişinin bulunduğu trene Broken Hill’e 3 km uzaklıktaki, bugün Türk Kayalığı ismi verilen yerde ateş açarak savaşı başlattılar. Bu ateş sonucunda 3 kişi ölüp yedi kişi yaralandı. Olay üzerine Broken Hill Polisleri olay yerine gelince, yakındaki beyaz kayalıklara (Bu günkü ismi Türk Kalesi “Turks’ stronghold”) kaçarken bir oduncuyu da öldürüp kayalıklara siperlendiler. Üzerlerine gelen polis güçleriyle 90 dakika çatışmışlardır. Molla Abdullah bu çatışmada ölmüş, Kul Muhammed ağır yaralanmıştır. Kul Muhammed Broken Hill Hastahânesi’ne kaldırılırken yolda ölmüştür.
Bu çatışmada o günkü Osmanlı Devleti’nin kullandığı el yapımı Ay Yıldızlı bayrak iki Afganlı tarafından olay yerine asılmıştır. Bayrak Türk bayrağı olduğu için 2 Ocak 1915 tarihli gazeteler “Broken Hill Savaşı”nın Türkler tarafından yapıldığını yazmışlardır. Olay sonrası yapılan incelemede olayın Türkler tarafından değil, iki Hintli (Pakistan) Müslüman tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkmıştır.



Avustralyalılar, Broken Hill Savaşı ile tarihlerinde ilk defa kendi topraklarında bir savaşa şahit olmuşlar ve resmî tarihlerine bunu böyle kaydetmişlerdir. Avustralya’nın milli bilincinin oluşması aslında biraz da bu savaş sayesindedir. Bu konuda epey akademik çalışma vardır.

Broken Hill olayından üç gün sonra, olay mahallinde inceleme yapılmış bir taşın altında Molla Abdullah’ın bozuk Darî ve Urduca diliyle yazdığı bir not ve Kul Muhammed için yine Molla Abdullah tarafından yazıldığı belirtilen ikinci bir not bulunmuştur. Bu notlar, 12 Ocak 1915 gününe kadar çoğaltılıp halka dağıtılmıştır. Kul Muhammed’in kemerinde Padişah’ın mührünü taşıyan bir mektup ele geçirilmiştir. Kaynaklarda mektup olarak geçen belgenin, büyük bir ihtimal ile Enver Paşa tarafından her tarafa gönderilen Padişah’ın Cihâd-ı Ekber ilânının bir sûretidir. Padişah’ın daha önce Osmanlı ordusunda görev yapmış bir kişinin şahsına mektup yazıp orduya katılmasını istemesi gibi bir usul söz konusu değildir.

Erzincan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. N. Fahri Taş, ‘’ Avustralya’nın Çanakkale Savaşı için yazdırdığı 12 ciltlik kitaptaki bilgilere ve bazı kaynaklarda Broken Hill Savaşı’nın gönüllü Avustralya gençlerinin savaşa yazılmalarını sağlamak için yapıldığını belirtmektedirler. Bu konuda bir belge temin edilememiştir. Ancak iki Afganlı Müslüman’ın dinî duyguları sebebiyle, kendilerini sorumlu hissedip bu olayı gerçekleştirdikleri, üzerlerinden çıkan notlardan anlaşılmaktadır. Bu hâdise, İngiltere’nin gönüllü gençleri savaşa sokmak için yapılmış ise iki Müslüman maktulün üzerinden çıkan notların yazılması ve Türk bayrağının çatışma noktasına dikilmesi de bu plânın bir parçası olabilir’’ demektedir. Kesinlikle mantıksız bir teori değil.

Geçen sene Türk İşi Dondurma diye bir film çıkmıştı hatırlarsınız. Film işte bu anlattığım Broken Hill olayını konu ediniyordu. Ancak bizim Molla Abdullah ve Kul Badsha Muhammed filmde Afgan veya Paki değil Türk yaptıkları iş ise fevri bir cihat değil vatan savunusu olarak gösterilmişti.



Tarihi de maşallah büken bükene. Son tarih bükücüler!

Hani böyle bir olay hiç yaşanmamış olsa ve çıkıp böyle bir senaryo yazsanız buna eyvallah derim, kurgudur, sanattır. Ancak şu şartlarda bunun adı tarihe ihanettir. Ayrıca hafızanızı biraz zorlayın filmin yayınladığı 15 Mart günü Yeni Zelanda’da Müslümanlara yönelik bir terör saldırısı gerçekleştirilmişti. Üzerine çeşitli teoriler de yazıldı hatta. Bunlar enteresan şeyler olum. Sinema yalnızca sadece sinema değildir propaganda yapmanın kitlelere ulaşmanın en kolay yolu olan bu mecrada ülkece böyle enayilikler yapmayalım artık. Misal yine aşağı yukarı aynı dönemde vizyona giren Çiçero bu bağlamda oldukça başarılı bir iştir. Ancak Türk İşi Dondurma için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim ahali. Bu olsa olsa Türk İşi Manipülasyon ya da kendi ayağımıza sıktığımız için Türk İşi Fiyasko olabilir.

Evet, Presidente Kültür & Sanat bölümünün de sonuna geldiğimize göre yazıyı bitirmenin vakti gelmiştir. Hayırlı ramazanlar diliyorum.

Hadi selametle…


 -------------------------------------------------------------

[1] Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, 1. Cilt CXXII/460

[2] Turgut Özakman, ‘’Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele’’, 1998, Bilgi Yayınevi
[3] C. Kutay, ‘’İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu ; Yakın Tarihimiz 2C’den aktaran T.Özakman, age
[4] Şevki Yazman, ‘’İstiklal Savaşı Nasıl Oldu?’’dan aktaran T.Özakman, age
[5) Rüknü Özkök, ‘’Düzce-Bolu İsyanları’’ndan aktaran T.Özakman, age
[6] S. Tansel, ‘’Mondros’tan Mudanya’ya’’ 3.C’den aktaran T.Özakman, age
[7] D.Arıkoğlu, ‘’Hatıralarım’’dan aktaran T.Özakman, age
[8] T.Özakman, age
[9] Jeschke, ‘’TKS Kronolojisi I’’, ‘’KS Günlüğü 1.C ve 3.C’’, ‘’Yüzbaşı Selahattin’in Romanı 2.C,’’ Durmuş Yalçın, ‘’Milli Mücadele’de İdareciler’’, AAMD 21 Temmuz 1991 sayısı, R. Özkök, ‘’Düzce Bolu İsyanları’’ ve T.M Göztepe, ‘’V.M Gayyasında’’dan aktaran T.Özakman, age
[10] Jeschke, ‘’TKS Kronolojisi’’ , Taner Baytok, ‘’İngiliz Kaynaklarından Türk Kurtuluş Savaşı’’ ve Bilal N. Şimşir, ‘’İngiliz Belgelerinde Atatürk’’’den aktaran T.Özakman, age
[11] T.Özakman, ege
[12] Doğan Avcıoğlu, ‘’Milli Kurtuluş Tarihi’’den aktaran T.Özakman age
[13] Mufassal Osmanlı Tarihi
Abdülbaki Gölpınarlı, ‘’Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar’’ ve F.Belen, ‘’20. Yüzyılda Osmanlı Devleti’’nden aktaran T.Özakman, age
[14]  TAŞ, N. F. (2016). BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI, ÇANAKKALE MUHAREBELERİNİN AVUSTRALYA’DA DOĞURDUĞU SONUÇLAR. Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9(1), 47-54