29 Mart 2018 Perşembe

İslam'ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf


Selam ahali dünyada anayasa ve yasacılık üzerine üç temel bakış vardır;

  •          Herkese Tek Anayasalı Hukuk Sistemi
  •          Çok Yasalcılık / Çok Hukukluluk
  •          Yokyasalcılık


Birincisi günümüzde de hali hazırda uygulanmakta olan hukuk sistemidir. Bu sistemde devlet bir anayasa ortaya koyar ve tüm vatandaşlar o anayasaya uymakla yükümlüdür ve bu sistem Roma İmparatorluğuna dek uzanır. Ancak bir anti parantez açmak istiyorum, bu konuda ciddi manada değerlendirilmesi gereken muhalif fikirler de vardır. Mesela Marmara Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümünde akademisyenlik yapan Prof. Dr. Gültekin Çetiner hoca bu iş için ciddi mesai harcayıp kafa patlatıyor. Günümüz sistemini HEYA(Herkese Yek Anayasa) olarak isimlendiriyor, her bireyin yasa hakkı bulunduğunu ve bu hakkımızın mevcut sistem içinde gasp edildiğini ifade ediyor. Bu sistemin köklerini o da Roma dönemine tarihleyip bunun sorumlusunun Aziz Pavlus olduğunu ve Pavlus’un Hıristiyanların yasa hakkını Roma’ya peşkeş çektiğini söyleyip sağlam da kalaylıyor Pavlus’u hehehe. Kendisi bir deryadır, hocayı takip etmenizi tavsiye ederim, severiz hocayı deyip çok hukukluluğa geçelim.

Çok hukuklu sistemde otoritenin –yani devletin- bir hukuk envanteri bulunmakta ve çeşitli grupların hukuk sistemi burada kayıtlı tutulup, yargılama da kişinin bağlı bulunduğu hukuk istemine göre gerçekleştirilmektedir. Misal, Osmanlı döneminde Diyarbakır bölgesinde Uzun Hasan Kanunları geçerliydi. Osmanlılar bu bölgeyi topraklarına kattıklarında bu mevcut hukuk sistemini ayrıntılarıyla hukuk kayıtlarına geçirmiş ve bölgede hukuki yaşam olağan şekliyle devam etmiştir.[1] Günümüz dünyasında yer mi? Ne katar, ne götürür? Bu soruların cevabını bulabilmiş değilim ahali zaten konu da bu değil.

Yokyasalcılık dediğim şey ise bildiğin anarşizmdir. Anarşizm dendiğinde aklınıza ne geliyorsa odur. Herhangi bir hukuki düzenin sistemin bulunmadığı bir ortam hayal edin. Mantıklı mıdır, adil midir, sürdürülebilir midir? Bence hiçbiri değildir, oyna devam.

Peki, tüm bunları niye anlattım?  Yazı boyunca kullanacağım ‘’anarşist’’ kelimesinin bu yukarıda belirttiğim ile bir alakası olmadığını söylemek için, ayrıca bu yasa muhabbetlerine zaman zaman değineceğim tekrar, o yüzden bunların bilinmesinde fayda var. Anarşist benim kullanacağım şekliyle, isyankâr, başkaldıran gibi anlamları karşılayan bir sözcük olacak.

Yani, Anarşist: Toplumdaki çarpıklıklara başkaldıran, isyan eden kimse. Baştan raconu koyduğuma göre başlayabiliriz.

İslam peygamberleri içinde Âdem, Davud ve Süleyman peygamberler hariç tüm peygamberler anarşisttir. Çünkü Âdem peygamber öyle, bir topluluğu ıslah etsin diye gönderilmiş biri değildi, kime neye isyan etsin zaten öyle değil mi? İsyan edecek adam yok ki etrafta. Davud ve Süleyman peygamberler ise zaten nüfuzlu kimselerdi, birer kral-peygamberdi, toplum zaten onlara uymak durumundaydı. Ancak bu üç peygamber dışında tüm peygamberler anarşisttir. Bir başlarına dahi olsalar, örgütlü ahlaksızlığa karşı mücadelelerini vermiş, isyan etmiş, gücün karşısında ‘’ağam paşam’’ deyip el pençe divan durmamış ve doğru olanı cesurca savunmuşlardır. Ya aslında Müslümanlardan beklenen ‘’duruş’’ da tam olarak bu olmalıdır ancak gerçekler olması gerekenlerden fersah fersah uzaktır ahali. Günümüz Müslümanlarında  ‘’aman tadımız kaçmasın Ali Rıza bey’’ havasında iğrenç bir siliklik hali hâkimdir. Bu leş pasifizm ise aslında Hindu orijinlidir.

M.Ö 265’te Hindu imparator Asoka, bir Hindu cumhuriyeti olan Kalingas’ı(milattan önce de ne cumhuriyetiyse artık ama notunu böyle düşmüşüm bilemiyorum Altan) yerle yeksan ettikten sonra bu gerçekleştirdiği katliamlardan rahatsızlık duymaya başlar ve savaş fikirlerinden tamamen vazgeçip Budist olur. Bu olayı notlarım arasından bulup çıkardım ama not düşerken kaynağını yazmamak gibi bir öküzlük yapmışım, neyse oyna devam.

Hindistan’da kitlelere bu şekilde yayılmış olan pasifizm hastalığının İslam’a bulaşması ise 13. yy’da tasavvuf ile olmuştur. Müslümanların sürekli övündüğü bilim insanları Biruni’ler, Farabi’ler, Cezeri’ler ‘’İslam’ın altın çağı’’ olarak tabir edilen 8 ile 13. yüzyıllar arasındaki periyotta tarih sahnesine çıkmışlardır. Peki, 8 ve 13. yüzyıllar arasında patır patır bilim insanları ve felsefeciler yetiştiren İslam medeniyeti ne oldu da 13. yy sonrası tepetaklak oldu? Bunu anlayabilmek için tasavvuf öncesi ve tasavvuf sonrası dönemin zihin yapısını bilmek gerekir. Şimdi nasıl Biruni’lerden, Farabi’lerden abuk subuk hoca efendilere şeyhlere geldiğimizi biraz anlatmaya çalışacağım.

Biruni 10-11. yy’larda yaşamış astronomi, fizik, tıp, matematik, coğrafya, biyoloji ve hatta felsefeye dahi uzanan geniş bir yelpazede çalışmalar yapmış, yüzden fazla kitap yazmış bir bilim insanıdır. Tespit edilen rakam 126 olmasına karşın Biruni’nin yalnızca 22 eseri günümüze ulaşabilmiştir.[2] Şimdi acı bir şey daha söyleyeceğim 2011’e kadar Biruni’nin tek bir eseri dahi Türkçeye çevrilmemiştir. Nihayet 2011’de ‘’El Âsar el-Bâkiye’’ adlı eseri, İngilizlerden 123, Ruslardan 53 ve Özbeklerden de 42 yıl sonra Türkçeye çevrilmiştir.[3] Ya valla zahmet etmişsiniz beyler. Biruni gibi bir bilim insanının hiçbir kitabı çevrilmemişken, daha cumhuriyetin ilk yıllarında Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar diye tuğla gibi kitabı vardı. Köprülü, ne kadar tasavvufçu varsa şeceresini çarşaf çarşaf ortaya dökmüştür ki Fuat Köprülü de hani ordinaryüs profesör bir adamdır. Neyse durun şimdi buralara döneceğiz tekrar ama önce Biruni;

Biruni henüz 17 yaşındayken güneş tutulmasını suya bakarak gözlediğinde görmesinin bozulduğunu aktarmaktadır.[4] Ancak Biruni’nin bunları yaptığı dönemde yaşadığı yer olan Harezm’de, ciddi siyasi karmaşalar yaşanmaktaydı. Biruni’nin yaşadığı Doğu Harezm, Batı Harezm’in işgaline uğramıştır. Tabi bu vaziyet bilimsel çalışmalarının en yoğun dönemini yaşamakta olan Bîrûnî’ye epey sıkıntı yaratmıştır. Biruni o dönemleri şöyle anlatıyor;

‘’995 yılında önümdeki dört yılımı sadece rasat çalışmak için ayırmaya karar vermiş ve bu amaçla çapı 15 zira‘ (yaklaşık 9 m.) olan bir halka yapmıştım. [….] Ancak bu günlerde, Harezm’in ileri gelenleri arasında ciddî bir kargaşa baş gösterince, bu işleri bir tarafa bırakma ve aman dileyip vatandan uzaklaşma ihtiyacı doğdu. Senelerce belli bir yerde sabit kalamadım. Ta ki zaman bana cömert davranana kadar.’’[5]

Biruni’nin 10 sene kadar bir süre vatanından uzak kaldığı düşünülmektedir. Üstelik bir dönem maddî sıkıntı da çekmiştir. 2011’de çevrildiğini söylediğim Âsâru’l-Bâkıye’de aktardığı bir hikâyede, Rey’de(Harzem’den ayrıldıktan sonra gittiği yer) tanıştığı sayılı astronomlardan birinin gezegenlerin yörüngeleri hakkındaki teorisini eleştirdiğini ve bunun üzerine o kişinin kendisini aşağılayıp yalancılıkla suçlandığını anlatır. Üstelik söz konusu astronom, Bîrûnî’nin fakirliğine karşın kendi zenginliğini, ilmî tartışmalarında bir baskı unsuru olarak da kullanmıştır. Maddî sıkıntılarının bir süre sonra geçtiği, aynı şahsın bu kez tavır değiştirip dostça davranmaya başladığı da aktarılır. Bîrûnî, gurbet günlerinde şartların çok kötü olduğunu ve “hayatının pek çok cephesinde imtihan yaşadığını” da yazmıştır.[6] Ancak hiçbir şekilde yılmayıp güneşin yüksekliği ve şehrin boylamını hesapladı. Güneşin hareketlerinden, mevsimlerin ne zaman başladığını belirledi. Dünyanın çapını, bugünkü değere çok yakın olarak buldu. Hindistan’dayken öğrendiği trigonometriyi astronomiden ayrı bir bilim olarak ortaya çıkardı. Trigonometrik fonksiyonlarda yarıçapın birim olarak kullanılmasını önerdi. Astronomi ve coğrafya ölçümleri için birçok alet geliştirdi. 50’nin üzerinde mineral, maden, metal, alaşım, porselen gibi maddeler hakkında detaylı bilgi verdi. Newton’dan 700 sene önce, Netwon’un matematiksel olarak ispatladığı yer çekimi kuramı üzerine ilk fikirleri ortaya attı. Geliştirdiği teleskoplar ile gözlemleri sonucunda, gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü doğrulayan Galileo’dan 600 sene önce, dünyanın döndüğü fikrini savundu ve tüm bunları hangi şartlar altında yaptığı da ortada.  Bugün grip olunca, sevgilisinden ayrılınca veya herhangi en ufak bir zorlukla karşılaşınca karalar bağlayıp bahaneler sıralayanlara utanmaları için bir dakika veriyorum.

Süreniz doldu tam gaz devam ediyoruz. Ya tamam Biruni, astronomi alanında müthiş bir bilgi birikimine sahip hepsine eyvallah ama nasıl oluyor da birbirinden bu kadar bağımsız alanlara aynı anda hâkim olabiliyor, bu kadar üretken olabilmenin sırrı ne, bu motivasyon nereden geliyor olum? Biruni kendisini ilim ile uğraşmaya iten şeyin Ali İmran suresinin 191. ayetindeki "Onlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler: 'Ey Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın' derler" ifadesi olduğunu söylüyor.

İşte İslam’ın önerdiği, hatta önermekle kalmayıp gayet de tatbik ettiği, kültür budur. Sadece Ali İmran 191 değil Kur’an’ın çeşitli başka yerleri yine bu tarz yönlendirmelerle doludur. Misal Kur’an;

Enbiya 30’da, ‘’O inkâr edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer, birbiriyle bitişik iken, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı?’’ diyerek kozmogoni/kozmolojiye;

Ankebut 20’de, ‘’De ki: "Yeryüzünde dolaşın da yaratılışın nasıl başladığına bir bakın.’’ diyerek paleontolojiye;

Rum 9’da, ‘’Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler.’’ diyerek arkeolojiye, tarihe;

En’am 99’da, ‘’Her birinin meyve verme zamanında meyvesine ve olgunluğuna bakın. İnanan bir toplum için bunda deliller ve ibretler vardır.’’ diyerek ziraata, botaniğe;

Nahl 66’da, ‘’Şüphesiz hayvanlardan alacağınız ibretler vardır.’’ diyerek zoolojiye;

Ğaşiye 19-20’de, ‘’Dağların nasıl dikildiğine bakmazlar mı? Ve yeryüzünün nasıl yayıldığına bakmazlar mı?’’ diyerek jeolojiye;

Kaf 6’da, ‘’Üzerlerindeki göğü nasıl kurduğumuza ve süslediğimize bakmazlar mı? Bir çatlağı da yoktur onun.’’ diyerek de astronomiye;

yönlendirmelerde bulunmaktadır. Bu kültür aldığı gaz ile 8 ile 13. yüzyıllar arasını domine etmiş, hem filozof hem gökbilimci olan Farabi’yi, dünyanın ilk robotunu yapan El Cezeri’yi, anlat anlat bitiremeyeceğim Biruni’yi, fizikçi mi tıpçı mı olarak adlandıracağımızı bilemediğimiz İbn-i Sina’yı, tarihteki ilk migren ameliyatını gerçekleştirmiş, 200’den fazla ameliyat yapmış cerrah El Zehravi’yi ve isimlerini saymaya kalksam okumaya üşeneceğiniz yüzlerce bilim insanını yetiştirmiştir. Peki, ne oldu da 10. yy’da cerrahlıkta çığır açan El Zehravi’den, bugün 2018’de oksijensiz ortamda kafa sallamalı kendinden geçmeli ayinler yapan Cerrahi tarikatına geldik? Bunun tek bir sebebi var ahali, pasifizmi öğütleyen tasavvuf hareketinin akılcı hareketlere üstün gelmesi.  Peki, bu nasıl gerçekleşti?

Çiftlik bank meselesini bildiğinizi var sayıyorum. Adam kolay yoldan para kazanma vaadiyle müthiş kitlelere ulaşmayı başardı. En nihayetinde de hepsini tokatlayıp Uruguay’a kaçtı hehehehe. İnsanlarda her daim minimum çabayla maksimum kazanç sağlama eğilimi vardır ahali. Akıl da biraz kıt olunca böyle her salatalık gösterene elinde tuzlukla koşan numunelerle dolup taşıyor ortalık. Hadi çiftlik bank uçuk bir örnek diyelim, bugün yaşadığın ülkenin ekonomisine bir göz atsana. Paradan para kazanmacı, rantçı, faizci bir düzen hâkim oldu iyice, ekonomide üretimin payının hangi seviyelerde olduğundan haberdar değil misiniz olum? Adam bankaya 100 lira yatırıyor bir süre sonra o para 150 lira oluyor ama bu +50 lira nereden geldi diye sormuyor hiç. Hâlbuki bankaya atılan 100 lira, 100 liralık üretime karşılık 100 liralık tüketim hakkı demektir. Aradan geçen süre boyunca üretim artmadı ki bu 50 lira neyin nesidir? Bu parayı vermenin ancak iki yolu vardır. Ya sen birinin emeğini çaldın da öyle verdin bu parayı ya da açıktan para bastın, ki bu durumda da birinin emeğini çalmış oluyorsun.

Yani şuraya varmaya çalışıyorum ahali, bu bir zihniyet meselesidir. Kur’an’ı okuyup da çevreye duyarlı, araştırma kültürüne sahip, aktif ve üretken bir profil çizmektense battaniyenin altına girip 80 kere ‘’ha-hu’’ çekip de cennete girmek daha cazip gelmektedir. İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır. Bu insanlar torpile, adam kayırmaya ve kolay yoldan kazanç sağlamaya o denli alışmışlardır ki bu alışkanlıklarını dinlerinde temellendirme yoluna gitmişlerdir. Nasıl mı? Torpilin adını şefaat koyarak mesela! ‘’Tarikat şeyhini, devlet dairesindeki nüfuzlu tanıdığın Allah katındaki versiyonu gibi düşün’’ diyerek savunmaya çalışanı duydu olum bu kulaklar hey yavrun hey. Bu nasıl bir analoji ya böyle bir şey olabilir mi neyle neyi kıyaslıyorsunuz ulan! Ahlaksızlığın hangi boyutlarda olduğunu görüyor musunuz ahali?   Peki, mübarek günlerde(!) veya bilmem ne kandillerinde, 46 defa zamazingo duasını okuyarak tüm günahlarını affettirenlere(!) ne demeli? İşte Mevlana, Ahmed Yesevi, Gazali, İbn-i Arabi Yunus Emre gibi mutasavvıflar bu yolla koca bir medeniyeti çökertmeyi başarmış ve Müslümanları yüzyıllar boyu uyutmuştur.

Yukarılarda bir yerde Fuat Köprülü’nün bir kitabından bahsetmiştim; Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar. Heh işte o kitaptan bir anekdot aktaracağım; Ahmed Yesevi’nin müritlerinden biri, Yesevi’nin Cuma’ya gelmediğini fark edip, Yesevi’nin yanına varır. Ahmed Yesevi de gelen müridine ‘’yapış bana seninle Cuma’ya varalım’’ der. O anda birden kendilerini Mısır’daki Ezher Camii safında bulurlar.

Ha bu arada şunu belirtmemde fayda var Ahmed Yesevi’nin bulunduğu yer bugünkü Kazakistan’dadır. Yani bu yolculuk KAZAKİSTAN’DAN MISIR’A yapılmaktadır. Coğrafyayı kafanızda bir tahayyül edin bakalım. ‘’Şeyh uçmaz mürit uçurur’’ diye bir deyim vardır ya hani, esasında mecaz anlamlıdır bu söz ancak burada kelimenin tam anlamıyla gerçek olmuştur lan. Adamı zorla uçurmuşlar milyonlarca insan yüzyıllar boyu kulaktan kulağa yaya yaya bu deli saçması şeylere inanmıştır. Hatta görüyorsunuz ordinaryüs profesör dediğimiz Fuat Köprülü bile bu hikâyeleri ‘’kültürümüz’’, ‘’inancımız’’ diye ballandıra ballandıra anlatmıştır.

Peki bu tasavvuf nereden bizim kültürümüz oluyor lan, kim dayatıyor olum bunları bize?

UNESCO!

Şimdi Erbakan’a bağlayıp, UNESCO, Unicef, IMF, Dünya Bankası bunlar hep Siyonist kuruluşlardır diyeceğim ve tabir yerindeyse şamar oğlanına çevirecekler beni ama olsun bizde R yok. UNESCO 2007 yılını Mevlana yılı ilan etmiştir.[7] Hatta rozetler falan dahi bastırmışlardır.





İyi de neden? Çünkü dünya hakimiyeti hedefleyen küresel elit, insanlığa panteist inancı dayatmaktadır. Panteizm’in İslam’a sızmış hali tasavvuf, tasavvufun da en büyük temsilcisi Celaleddin Rumi’dir. UNESCO bununla da kalmayıp 2016 yılını Fuat Köprülü ve Ahmed Yesevi’yi anma yılı olarak belirlemiştir.[8] Allah’ım Allah’ım üzülmemek, yanmamak, çileden çıkmamak elde değil ahali. Ben bunları gördükçe çok sinirleniyorum ya, sakin sakin anlatamıyorum olum bu mevzuları. Çünkü bu insanlar yüzyıllar boyu İslam inancını manipüle etmiş ve bir medeniyeti yerle bir etmiştir. Ancak Kur’an ayetleriyle bezediğim bu yazıda kendime biraz hakim olup kötü sözler söylemeyeceğim.

Neyse tasavvufun pasifist, ruhçu ve dünyevi işlerden çekilmeyi öğütleyen öğretisine karşı İslam’ın tavrını inceleyelim biraz. Tasavvuf bu dünyayı tamamen yok sayıp sabahtan akşama kadar battaniyenin altında, çilehanelerde ‘’ha-hu’’ diye kafa sallamayı, tespih çekmeyi öğütleyip ‘’bilmem kaç defa şu duayı okursan günahların silinir cennete gidersin’’ derken, fenafillah gibi(ki Budizm’deki karşılığı Nirvana’dır) zırvaları ortaya atarken, Kur’an adeta bu ahlaksızların ortaya çıkacağını öngörerek örnek tavrın nasıl olması gerektiğini gayet net biçimde ortaya koymuştur. Zira bu dünyası olmayan dinin öbür dünyası olmaz ahali.  

"Namaz yerine getirilince hemen yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan nasibinizi arayın! Allah'ı çok anın ki, kurtuluşa erebilesiniz." Cuma’10

Gördüğünüz üzere ibadetiniz bitince işinize gücünüze bakın demektedir Allah. Zikir de normal yaşantınızı sürdürürken sık sık Allah’ı anmak olarak tariflenmiştir. Ancak kula kulluk eden tayfaya bunları anlatamazsın.

"O halde, bir iş ve oluştan boşalır boşalmaz yeni bir işe koyulup yorul!"  İnşirah’7

İnşirah suresi de –ki favori surelerimden biridir zira üretken olmayı öğütler- yine tasavvufun pasifist, dünyadan el etek çekmeyi öğütleyen öğretisine tokat niteliğindedir. Yahu peygamberi tüccar olan bir dinin dünyevi işlerden el etek çekme üzerine bir öğretisi olabilir mi? Salak mısınız olum?

‘’Ey iman sahipleri! Dikkatlerinizi, sizi korkunç bir azaptan kurtaracak bir ticarete çekeyim mi? Allah'a ve onun resulüne inanır, Allah yolunda mallarınız ve canlarınızla didinirsiniz. İşte bu, sizin için en hayırlısıdır; eğer bilirseniz. Günahlarınızı affeder ve sizi, altından nehirler akan bahçelere, sürekli cennetlerdeki temiz, bereketli barınaklara yerleştirir. İşte bu en büyük başarıdır.’’ Saff’10-11-12

Müslümanlar için en hayırlı şeyin çalışıp didinmek olduğunun söylenmesi bir yana metafor olarak bile TİCARET kullanılıyor lan oha. Hani İslam dini için şunu net bir biçimde söyleyebilirim, dünyada pasifizm ile bağdaştırılabilecek en son dindir. Saff suresinin bu ayetleri başka bir yönden daha ilginçlik arz etmektedir aslında. Mehmet Akif’in meşhur bir şiiri vardır ya hani;

"Aldanma insanların samimiyetine!
Menfaatleri gelir her şeyden önce.
Vaad etmeseydi Allah cenneti;
O’na bile etmezlerdi secde.”

Mehmet Akif içinde bulunduğu Müslüman toplumu ve insanı çok iyi analiz etmiştir. Senden olanlara bir şeyler vermezsen neden senden olsunlar ki? Mehmet Akif çok haklıdır, burada mevzu bahis Allah bile olsa durum değişmez.  Cennet vaad olunmasaydı Allah’a bile secde etmezdiniz diyerek insanın içinden geçenleri açık yüreklilikle ifade etmiştir. (Aslında bu noktada ahlakın temellendirilmesi meselesine de girmek gerekir ancak onu bir başka yazıya bırakalım, sözüm olsun. Zira oralara da girersek toparlayamayız.) Saff suresinin bu ayetlerinde de Allah insanın bu eğilimini bildiğini bilmemizi istiyor olabilir deyip konuyu dağıtmadan tekrar Kur’an’dan pasifizm karşıtı ayetlere devam edelim.

‘’Peki, yüzüstü kapanarak yürüyen mi daha düzgün gider yoksa dosdoğru yol üzerinde dik ve düzgün yürüyen mi?’’ Mülk’22

‘’O halde, yalanlayanlara itaat etme! İstediler ki sen, alttan alıp gevşek davranasın/yağcılık edesin de onlar da yağcılık etsinler/yumuşaklık göstersinler.’’ Kalem’8-9

‘’Neyiniz var, ne biçim hüküm veriyorsunuz? Yoksa sizin bir kitabınız var da ondan ders mi görüyorsunuz? Onda, keyfinize uyan her şeyi rahatça buluyorsunuz.’’ Kalem’36-37-38

İslam’ın anarşist ruhunu sonuna kadar hissettiren ayetlerle karşı karşıyayız ahali. Koşula bağlı olarak eğilip bükülmeden sonuna kadar dik bir tavır sergileyen ‘’pasif iyi’’ değil ‘’aktif iyi’’ olmayı öğütleyen bir öğreti! Yazının başlarında bahsettiğim default Müslümanlık kesinlikle bu olmalıdır.

Neyse velhasıl kelam, İslam yepyeni bir kültür ortaya atarak; okuyan, araştıran, üreten nesiller yetiştirmiş, tasavvuf ise bir silindir misali bu kültürün üzerinden geçerek dümdüz etmiş ve dergâha giden, şeyhine ölümüne bağlı ona hizmet eden, kula kulluk eden, sabahtan akşama kadar nafile ibadet yapan hatta ne ibadeti ya, İslam’da yeri olmayan saçma sapan ayinler yapan kepaze bir toplum ortaya çıkarmıştır. İşte o tarihten bu yana İslam medeniyeti rezil rüsva bir halededir. Zira;

"Allah, pisliği, aklını kullanmayanlar üzerine yağdırır." Yunus’100

Yazıyı yavaştan bitirirken son bir şeyden daha bahsedeceğim. En başta anayasa ve yasacılıktan bahsetmiştim hani, heh biraz oralarda dolanacağız şimdi. Ateistlerin ağızlarına sakız ettikleri meşhur bir Kur’an ayeti vardır; Enfal 39!

‘’Fitne kalmayıncaya ve din tümüyle Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaş. Vazgeçerlerse kuşkusuz ki Allah, ne yaptıklarını iyice görecektir.’’ Enfal’39

Ateistler buradan hareketle İslam’ın terörize bir din olduğu ve faşist bir tutum sergilediğini savunurlar. Ancak unutulmamalıdır ki Kur’an A+B+C şeklinde okunması gereken bütüncül bir kitaptır. Bir surede sorulan soruya bambaşka bir surede cevap verilebilir. Ayetleri bağlamlarından koparırsanız bu tür sonuçlara ulaşmanız doğaldır. Gelin önce bir analiz ardından da sentez yapalım. Enfal’39’da yeryüzünde Allah’ın dini hakim oluncaya dek onlarla savaşın denmektedir öyle değil mi? Şimdi bu noktada tanımlamamız gereken iki şey vardır;

  1.  Din nedir?
  2.   Allah’ın dini nedir?


Din aslında öyle sadece İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik, Budizm vs. değildir. Bu kadar sığ bir kavram değildir. Din yasadır ahali. Şayet inandığınız din size ‘’papatyaları koparmayın, onlara basmayın çünkü papatya olarak yeniden dirileceksiniz’’ dese mümkün mertebe papatyalara zarar vermemeye çalışırsınız ya da ‘’tavukları kesmeyin çünkü tavuklar benim yeryüzündeki halifemdir’’ dese aynı şekilde tavuklara karşı bir hassasiyet geliştireceksinizdir. Bu sizin için bir yasadır, yaşayış şeklinizi belirler ve yaptırımları da vardır. Kelimeler ve Kavramlar başlıklı bir yazı yayınlamıştım vakt-i zamanında. İşte din kelimesi de orada verdiğim örneklerdeki gibi anlamı kaydırılmış hatta daha doğru bir şekilde ifade edeyim, anlam erozyonuna uğramış bir kelimedir. Din yasadır ahali anlaştık mı?

Gelelim ikinci sorumuza; Allah’ın dini nedir? Kur’an A+B+C şeklinde okunması gereken bütüncül bir kitaptır. Bir surede sorulan soruya bambaşka bir surede cevap verilebilir demiştim öyle değil mi? İşte bu sorunun cevabı için de Kafirun suresi 6. Ayete gideceğiz ahali. Zira dediğim gibi Kur’an bu tarz sentezlere müsait bir kitaptır.

‘’Sizin dininiz size, benim dinim bana!’’ Kafirun’6

Allah’ın dini/yasası dediğimiz şey tam olarak budur ahali. Enfal’39’u bu ayet ile birleştirdiğimizde savaşılması gereken şeyin esasında faşizmin ta kendisi olduğu oldukça açıktır. Yani yeryüzünde öyle bir özgürlük ortamı olmalı ki herkes istediği şekilde inancına, kültürüne ve kendi yasasına göre yaşayabilmelidir.

Çok yasalcılık mıdır?
Çok yasalcılıktır.
Kolay mıdır?
Hiç değildir.

İşte tam da bu yüzden Müslüman ‘’pasif iyi’’ değil ‘’aktif iyi’’ olmalı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek yerine o köprüyü komple yıkıp atmalıdır. Aslında pasif iyi diye bir şey de yok ki lan. Haksızlık karşısında sessiz kalan en nihayetinde nedir ki?

Hadi selametle….


-----------------------------------------------------------------------

[1] Ömer Lütfi Barkan -  “Osmanlı Devrinde Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan Beye Ait
Kanunlar” Tarih Vesikaları, c. I-II, ; Bkz. Barkan, Osmanlı İmparatorluğunda Zirai
Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları (Kanunlar), İstanbul 1943, s.130; Ahmet Akgündüz,
Osmanlı Kanunnameleri, c.III, İstanbul 1991; Walter Hinz, “Das Steuerwesen
Ostanatoliens im 15.und 16.Jahrhundert”, ZDMG, Wiesbaden 1950.
[2] EL BİRUNİ, E. R. (2013). Maziden kalanlar (el-asar el-bakiye). MİLEL VE NİHAL inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi, 10(3), 259-262.
[3] age
[4] El-Bîrûnî, Tahdîd Nihâyâti’ l-Emâkin, Tahkik: Muhammed bin Tâviti’t-Tancî, Do-ğuş Matbaası, Ankara 1962
[5] age
[6] El-Bîrûnî, Âsâru’l-Bâqıye’den aktaran Özcan, E. S. (2013). Ebû’r-Reyhân Muhammed bin Ahmed el-Bîrûnî’nin Hayatı (973-1061). MİLEL VE NİHAL inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi, 10(3), 9-24.

9 Mart 2018 Cuma

Amerikan Emperyalizminde Terörün Retoriği; Manifest Destiny!

Selam ahali, Amerikan emperyalizminin köklerine inerken ve terörü bu felsefe içinde konumlandırmaya çalışırken, koloniler dönemine, Evanjelizm’e, aklınıza gelen ve gelmeyen birçok yere gideceğiz ama önce, her şeyin başı Manfest Destiny;

Manifest Destiny, ABD’nin bugüne dek ve bugünkü tüm eylemlerini, dünya jandarmalığını, Mesihi meşruiyet zeminine dayandırdığı tüzüktür. Meali; bariz kader!

Manifest Destiny’e göre Amerikalılar Tanrı tarafından seçilmiş ve kutsanmış bir halktır, diğer dünya halkları üzerinde egemenlik hakları vardır ve gelişmemiş uygarlıklar için örnek model teşkil etmektedir. Bu teorinin çıkış noktası 1630’da Massachusetts’de kurulan püriten koloniye dayanır. Ancak ABD sınırlarının Pasifik okyanusuna dek genişlemesi gerektiğini öne süren esas, somut Manifest Destiny’i 1800’lere falan ancak tarihleyebiliriz.

Blogu başından beri takip edenler, bu olayı direkt olarak, Yahudilerin seçilmiş ırk ve ‘’arz-ı mevud’’ teorisine benzetmiştir. Evet, Manifest Destiny ciddi manada, Yahudi seçilmişlik psikolojisiyle benzeşmektedir, çok ilginç bir noktaya doğru gidiyoruz ahali. Ancak bi’ frene basalım, önce Manfiest Destiny’i tam olarak oturtalım istiyorum, bağlantılarını daha sonra kuracağız acele etmeyin.

Britannica'nın İngilizce versiyonunda, Manifest Destiny ve Püritenlik kendine şöyle yer bulmuştur;

Manifest Destiny: Amerikan tarihinde yer alan ve Amerikalıların seçilmiş ve kutsanmış bir halk olduğu ve dolayısıyla Tanrı tarafından vahşi ve ilkel milletlere uygarlık modeli oluşturmakla görevlendirildiğini öne süren düşünce geleneği. Bu nedenle, Manifest Destiny'nin ortaya çıkışının temellerinin 1630'da Massachusetts'de kurulan Püriten kolonisiyle birlikte atıldığını söyleyebiliriz. Kullanılan terim, coğrafik anlamda 1800'lerde Amerikan sömürgecilerinin, ABD'nin sınırlarını Pasifik Okyanusuna kadar genişletme isteklerini tarif eder.[1]

Evet, benim en başta yaptığım Manifest Destiny tanımı ile üç aşağı beş yukarı aynı tanım. Manifest Destiny’i Amerikan yayılmacılığı için felsefi altyapı oluşturma çabası olarak düşünebiliriz. Peki, bu felsefenin kaynağı neresi olacak? Evanjelizm, Protestanlık, Püritenlik geleneği pek tabi ki. Yani Kitab-ı Mukaddes’e, Eski Ahit’e, Tevrat’a doğru uzanacağız. Bakın şunu çok net bir biçimde söyleyebilirim ki, ABD tarihin gördüğü en büyük dini imparatorluktur. Yaptıkları tüm eylemler bir noktada mutlak suretle Püriten geleneğinde temellendirilmektedir. Bu bahsi geçen ‘’Püriten Geleneği’’ olayını biraz açalım istiyorum ahali.

Avrupa’da Reform hareketleri esnasında, Kilise’nin hâkimiyetinin zayıflamaya başladığı dönemde insanlar, ilk defa kiliseye ihtiyaç duymaksızın kutsal kitaplarını kendi dillerinde okuma imkânına sahip oldular. Bu okumalar neticesinde İsa peygamberin Kudüs’te doğduğunu ve orada yaşadığını haliyle de bir Yahudi olduğu öğrendiler. Aslında yeni bir din getirmeyip var olanı revize ettiği gibi görüşler de iyiden iyiye ortaya çıkmaya, dillendirilmeye başladı. Tam bu noktadan hareketle artık Tevrat da(yani Eski Ahit) Hıristiyanlar tarafından benimsenmeye başlanmıştı. Hatta Martin Luther’in, Katoliklere ithafen, ‘’Bana kâfir demekten yorulduklarında, Yahudi desinler’’ dediği rivayet edilir.[2] Esasında Hıristiyan dünyası içindeki bu ayrılıklar Martin Luther’den de önceye dayanıyor. Günümüz Çekya’sında yer alan Bohemya’da yaşamış John Huss 13. yy’da Papa’ya karşı isyan bayrağını çekip, onu Deccal ilan ederek bir bakıma Luther’in de önünü açmıştı.[3] Zaten Luther ile birlikte de Kitab-ı Mukaddes’i farklı bir biçimde yorumlayan Protestanlar bir bakıma Yahudileşmeye başlamıştır. Tevrat’taki ‘’Seçilmiş Halk’’, ‘’Arz-ı Mevud’’, Mesihçilik’’ (Mesih bekleme) ve ‘’Bin Yılcılık’’ (yeryüzünde bin yıl sürecek bir Mesih idaresi) gibi kavramları toptan kabul etmişlerdir.

Şimdi ahali, tarihlere dikkat çekmek istiyorum. Ortada henüz net bir biçimde bir dünya Siyonizm’inden bahsetmek mümkün değilken, Hıristiyanlar Siyonist emelleri dile getirmeye başlıyor. Bu durumda gayet net biçimde Protestanlık mezhebini, Hıristiyan Siyonizm’inin başlangıç noktası ilan edebiliriz. Zaten bazı tarihçiler de aynen bunu ifade etmiştir. Misal Regina Sharif bu olayı şu şekilde dile getiriyor;

"Yahudi yeniden doğuşu ve Yahudilerin Filistin'e dönüşü kavramlarını gündeme getiren Protestanlık, daimi ve etkili bir ‘Non-Jewish' Siyonizm gelenek başlattı."[4]

Bir başka tarihçi Grace Halsell’e verelim sözü;

‘’Hıristiyan Siyonizm'inin tarihi aslında bugünkü İsrail devletinin kurulmasını hedef alan örgütlenmiş politik Siyonizm’in teşkilatlanmasından da öncedir. (Zaten hatırlayın olum, ilk Siyonist kongre, 1897 Basel) Teolojik altyapısını aldığı Kitab-ı Mukaddes'in Kilise hiyerarşisi içerisinde bulunmayan insanlar tarafından kendi dillerinde okunmaya başlanmasından bir yüzyıl sonra Hıristiyan Siyonizm’inin ortaya çıktığını görmekteyiz. Filistin'de bir Yahudi ulusunun kurulmasının, Mesih'in ikinci gelişinin alametlerinden biri olacağı fikri ilk olarak Oliver Cromwell ve Paul Felgenhauever gibi 17. yüzyıl Protestan lider ve teologların söylev ve yazılarında belgelendirilmiştir.’’[5]

Tam bu noktada, sanki hayatın sırlarını veriyormuşçasına tribe girip başını sallayan ancak aslında hiçbir şey anlatmayan öğretmeninizi canlandırın kafanızda.

Evet, devam edelim. Tevrat’ta Yahudilerin, vaat edilmiş topraklardan uzaklaştırılacakları ve dünyanın dört bir yanına dağılacakları ve Mesih’in gelişi ile beraber yurtlarına dönecekleri sıklıkla vurgulanır. E zaten tüm öğreti bunun üzerine kuruludur. Eski Ahit’i, Protestanlar da okudu demiştik, ancak onlar kitabı yorumlarken bazı farklılıklar göstermişlerdir. Protestanlara göre bu bahsi geçen Mesih, İsa peygamberden başkası değildi. İşin kıyamet senaryoları kısmını bundan çok çok önce ‘’Köprüyü Geçene Kadar Ayıya Dayı Diyen Evanjelikler’’ başlıklı yazımda anlatmıştım. Şimdi, çok kısa değineceğim, İsa Mesih’in yeryüzüne gelebilmesi için Eski Ahit kehanetlerinin gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu kehanet de pek tabi ki, Kudüs merkezli Yahudi devletinin kurulup, Süleyman Mabedinin tekrar inşa edilmesidir. Yine Protestanlara göre Yahudiler bu kez, onun ilk gelişinde yaptıkları hatayı tekrarlamayıp kabul edecek ve diğer milletleri İsa Mesih önderliğinde Kudüs'ten yöneteceklerdi. Zira Protestanlara göre Yahudiler hala ‘’Seçilmiş Halktı’’. Katoliklere göre ise İsa peygamberi çarmıha gerip, öldürdükleri için bu vasfı kaybetmişlerdi. Zaten çarşı pazar burada karışıyor ahali.

İngiltere’de 18. yy’da gelişen ‘’Non-Jewis Siyonizm’’ diye tanımladığımız düşüncenin en önemli örneği 1704 yılında Nathaniel Crouch’ın yazdığı ‘’Two Joumeys to Jerusalem’’ kitabıdır. Crouch kitapta Kudüs’e yaptığı iki yolculuğu anlatmaktadır, hatırat gibi bir şeydir yani. Crouch kitapta en çok Tevrat’ta ‘’süt ve bal diyarı’’ olarak geçen[6] Kenan topraklarının çöl halinde olması üzerinde durmuştur. Kimilerinin arıcılığa bağladığı[7] meseleyi, Kutsal Toprakların yeniden bir "bal ve süt" diyarı olabilmesi için Kenan(Filistin) topraklarının yeniden Yahudilerin eline geçmesinin şart olduğuna bağlamıştır Crouch.[8] Beşiktaşlı arkadaşlar umarım Coruch’un kitabının 8. nota denk gelmesinin altında bir şey aramıyorsunuzdur. Olum vallahi tesadüf lan.

Bu kitap epey popüler oluyor İngiltere’de ve İngilizlerin bölgeye olan bakış açılarını Siyonist emeller doğrultusunda ciddi manada etkiliyor.[9] 19. yy’a geldiğimizde ise artık peşi sıra Hıristiyan Siyonist Tarikatlar kurulmaya başlıyor. Bunlardan ilki 1830'da İngiltere'de John N. Darby tarafından kurulan '’Plymouth Brethren’’dir. Yahudilerin kutsal topraklara geri dönmesi gerektiğini kabul eden ilk elle tutulur Hıristiyan topluluk bunlardır. Bugünkü Evanjelizmin temellerini esasında Darby atmıştır.[10] Yine İngiltere’de 1844’te ‘’Elpis Israel’’ kitabının yazarı olan John Thomas tarafından ‘’Christadelphians’’ adında bir tarikat daha kurulur ve bu tarikatın Yahudilerin kutsal topraklara dönmesine açıktan destek sağladığı ve bu doğrultuda Siyonizm’in öncülerinden Hibbat Zion hareketine yardımda bulunduğu aktarılır.[11]

Evet, biraz konuyu boğduğumu fark ettim ama Avrupa’ya girdin mi de öyle kolay kolay çıkamıyorsun. Ancak ABD’de bu kadar dolambaçlı bir yol izlemeyeceğiz, bunun sözünü en baştan vereyim. 

Gelelim Amerika’ya. Amerika’da ise 1830’da Mormonlar ve Adventist tarikatları peyda olmuştur.[12] Ancak Amerika’daki esas gelişme William Eugene Blackstone 1878’de yayınladığı ‘’Jesus is Coming’’ kitabı olmuştur. Bu kitap Amerika’da tam manasıyla bir fenomen oluyor ve İbranice dahil 48 ayrı dile çevriliyor.[13] Yani özetle Evanjelik felsefenin kabulünde Amerika’yı kıvama getiren kitap bu olmuştur. Biliyorum çok fazla isim geçti ancak olayları aktarabilmek için bunları anlatmak zorundayım, siz sadece olayların gelişimini takip edip akılda tutun yeterli.

Şimdi tekrar bi’ İngiltere yapıp hemen döneceğiz. İngiliz milletvekillerinden Josiah Wegwood üzerinde konuşmaya değer bir abimiz olacak. Wedgwood, Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulması için elinden geleni yapmış ve Yahudilerin silahlı mücadeleye girişmesi gerektiğini savunmuş bir Protestan’dır. Aynı Wegwood Yahudi devletinin kuruluşuna destek bulabilmek için Amerika'ya giderek Başkan Wilson'la görüşmüş(tarih bilgilerinizi hatırlayın olum ilkeleri de vardı hani) ve ABD’yi, Siyonist çizgide, Ortadoğu’ya müdahaleler yapmaya çekmiştir. ‘’Tamam, olabilir de niye bu herifin üzerinde bu kadar duruyorsun?’’ diyecek olabilirsiniz ahali ancak Josiah Wegwood, Eski Ahit, Protestanlık, Anglo-Sakson ırkçılığı ve ileride ABD Emperyalizmi olarak karşımıza çıkacak olan sentezin, erken dönem en önemli örneğidir. Arkeolog gibi konuştum bu arada. Neyse Wegwood’un önemi;

"Tanrı'nın kendi Seçilmiş Halkı ile yaptığı ahitin bir yanında Yahudiler, öteki yanında Anglo-Saksonlar yer alır.’’[14]

Ve

"Yahudilerin Filistin'i almasıyla Siyon'dan yeni bir ışık doğacak"[15]

Gibi aforizmalarıyla WASP(White, Anglo-Sakson, Protestan) olgusunun ve Amerikan emperyalizminin felsefi temellerini, literatürünü oluşturmasıdır. Zaten Protestanlar da bu abimizi ileride ‘’pirimiz’’ diye anacaklar.[16]

Şimdi, bilmem dikkatinizi çekti mi ama sanki Protestan Hıristiyanlar, Siyonizm konusunda Yahudilerden daha fanatik lan. Zira Siyonizm’in babası kabul edilen Theodor Herzl, Yahudileri bir araya toplayacak vatan toprakları fikri için ‘’ille de Siyon olsun’’ çizgisinde değildi. Herzl Uganda, Kongo, Trablusgarp(Libya), Kıbrıs, Arjantin, veya Mozambik gibi alternatiflere de dünden razıydı. Bunu da kendi günlüğünden öğreniyoruz.[17] Yani kör istemiş bir göz Allah vermiş iki gözdür ahali.

Peki, sizce ben iddiamın altını doldururken yalnızca bununla yetinecek miyim?

Ünlü Balfour deklarasyonunu yapan İngiliz Dış İşleri Bakanı Lord Arthur Balfour 1917’de Lord Rothschild’e yazdığı mektubunda, ‘’Majestelerinin Hükümeti'nin Filistin'de bir Yahudi Devleti kurulmasını desteklediğini deklare ederim.’’ (mealen; hadi olum kursanıza şu İsrail’i) demişti ve kendisi koyu bir Hıristiyan’dı.[18]

Bir başka ünlü Hıristiyan Siyonist ise meşhur Winston Churchill’di. ‘’Ben de bir Siyonist’im’’ diyen Churchill, fantastik bir hamlenin de peşindeydi; İsrail’i Commonwealth’e dahil etmek! Ancak İngilizler, Arapların tepkilerinden çekindikleri için bunu rafa kaldırmışlardır.[19]

En bombasını sona sakladım ahali. Basel’e uzanacağız, ilk Siyonist kongrenin yapıldığı mekânda 1985’te bir Siyonist kongre daha yapılır, ancak bu sefer kongrede Hıristiyanlar da bulunmaktadır. Bu kongrede tüm dünya Yahudilerinin İsrail'e göç etmeye çağrılması ve İsrail'in 1967'de işgal etmiş olduğu Batı Şeria'yı resmen ilhak etmesi talep edildi yani Hıristiyan Siyonistler, elinizi korkak alıştırmayın olum meydan sizin demişlerdi Yahudilere. Bunun üzerine kongredeki Yahudi bir dinleyici ayağa kalkarak son cümledeki ifadenin biraz yumuşatılmasında yarar olabileceğini, çünkü İsrail halkının da yaklaşık üçte ikisinin Batı Şeria'nın ilhakına karşı olduğunu söylemiş ancak Uluslararası Hıristiyan Elçiliği temsilcisi Van der Hoeven bu çıkışa sert tepki göstermiştir;

"İsraillilerin ne düşündüğü umurumuzda değil; biz Tanrı'nın ne söylediğine bakarız. Ve Tanrı, o toprakların Yahudilerin malı olduğunu söylüyor." [20]

E yuh artık! Kraldan çok kralcı olmak(temsili)

Evet ahali, buraya kadar Protestanların Siyonizm konusunda zaman zaman Yahudiler’den bile ileriye gidebildiklerini gördük. Bu noktadan sonra ise Protestanların, ki artık Evanjelik demeye de başlayacağım, Yahudilere imrenmeleri ve hatta kendilerini onların yerine koyuşlarını inceleyeceğiz. 

Burayı yazının ikinci devresi ilan ediyorum.

Hıristiyanların, Protestanlık(Püritenlik) ile beraber Yahudileşmeye başladıklarını söylemiştim değil mi? Yahudi Ansiklopedisi(Encylopaedia Judaica) Püritenlikten ‘’Judaizers’’(Yahudici, Yahudi sevici/sempatizanı) olarak bahsedip açıklamasını şöyle yapmış ahali;
‘’Yahudi olmadığı halde Yahudi dininin bir kısmını ya da bütününü uygulayan veya Yahudi olduğunu öne süren kimselerdir. İngiltere ve Amerika dâhil, Kuzey Atlantik'te Püritenliğin yaygınlaşması ile birlikte, Tevrat'ın incelenmesi buna bağlı olarak da Yahudileşme hareketleri başladı. Bu hareketler İbrani dilini kullanma, anayasanın Tevrat'a dayandırılması ve Sabbath'ın Yahudi dinine göre kutlanması taleplerini de beraberinde getirdi. "Ahlak ve etik yapısı Tevrat'la tümüyle eş olan Püritenlik, 'İngiliz Yahudiliği' olarak adlandırılmıştır.’’[21]

Bahsi geçen Sabbath ya da Türkçesi ile ‘’Sebt Günü’’ hem Yahudilerde hem de Hıristiyanlarda var olan, tüm günün dinlenme ve ibadete ayrıldığı mübarek gündür. İki dinde farklı günlerde kutlanmaktayken Püritenler Hıristiyan geleneğini terk edip Yahudilerinkini kabul etmiştir. Bununla da kalmayıp çocuklarına da Samuel, Sarah gibi Yahudi isimleri koymaya başlıyorlar. Ancak buradan itibaren ‘’iyi hoşsunuz da o kadar da değil’’ gibilerinden bazı tepkilerle karşılaşmaya başlıyorlar ve bir müddet sonra da İngiltere’de barınamaz vaziyete geliyorlar. İnsanların düşüncelerini, özellikle de dini olanları, değiştirmek ve bunlara tahammül sağlamak hiç de kolay değildir ahali. İngiltere’de barınamayan Püritenler 1620’li yıllarda iki büyük göç hareketi gerçekleştiriyor. Bunlardan biri orta Avrupa’ya, özellikle de Amsterdam’a, göçerken diğer kısım ise yazının başında da söylediğim üzere YENİ DÜNYAYA ABD’ye göç edip Massachusetts kolonisini kuracak iradeyi oluşturuyor. ABD’ye kesin dönüş yapmadan evvel aktaracağım birkaç şey daha olacak ahali.

Tüm bu göç dalgalarına rağmen İngiltere’de kalmayı tercih eden gruplar da olmuştur. Kalan Püritenler zamanla örgütlenip silahlanarak "New Model Army" isimli bir ordu oluştururlar. 1640'lara gelindiğinde bu ordu güç anlamında Kralın ordusuyla kafa kafaya konuma gelir. Ordunun lideri ise daha evvel ismini zikrettiğimiz Oliver Cromwell’dir. Cromwell'in yönettiği bu Püriten ordusu, 1649'da Kral I. Charles'ı devirip ve bir Püriten Cumhuriyeti kurarlar. Cromwell de kendini tüm ülkeye "Lord Protector" ilan eder.[22] Din savaşlarının ne kadar şiddetli olduğunu görüyor musunuz ahali?

1649’da ise Amsterdam’a göçen diğer Püriten grup Cromwell ile bir mektup vasıtasıyla iletişime geçer;
"Bu İngiliz ulusu, Hollanda'daki temsilcileriyle birlikte, İsrailoğullarını zamanı geldiğinde ataları olan Abraham, Isaac ve Jacob'un topraklarına, Vaadedilmiş Topraklar'a da gemileriyle taşıma şerefine ulaşacak ilk ulus olacaktır."[23]

YIL 1649! Ortada daha Siyonizm’in, s’si dahi yokken Hıristiyanlar arasında konuşulanları görüyor musunuz ahali? Hani sürekli devam eden bir geyik vardır ya; ‘’Ah Muhittin görüyorsun 3 milyonluk İsrail dünyanın anasını ağlatıyor’’ diye, al bak bakayım İsrail üç milyon muymuş kaç milyonmuş gör! Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan, dini inancını, dünya görüşünü sadece ve sadece COĞRFAFYANIN şekillendirdiği bir ton man kafaya laf anlatmaya çalışıyoruz işte biz de. Ben burada paragraflarca da sövebilirim ama bir tesiri olmayacak ki… Neyse ya vallahi canım sıkılıyor bu tarz şeylere şahit oldukça. En iyisi biz artık Amerika’ya geçelim. Sözü Yahudi yazar Élie Barnavi’ye verelim;
"Amerika'da antisemitizme rastlamak pek mümkün değildi; nefret, Yahudilere değil, Katoliklere yönelikti. Hatta kimi durumlarda 'philosemitism' (Yahudi seviciliği) gözlemlenebiliyordu. Yahudilere ait özellikler olarak kabul edilen çaba, hırs, sosyal aktivite, cemaat bilinci, Amerikan ruhunun dayandığı temel prensipler olarak kabul ediliyordu"[24]

Evet, Élie Barnavi amcamızın da dediği gibi ‘’Amerikan ruhunun temel prensipleri’’ Yahudi dini ve geleneklerine dayanmaktadır. Yukarıda William Eugene Blackstone diye bir heriften bahsetmiştik, hatırladınız mı? Hani ‘Jesus is Coming’ kitabını yazdı demiştik. İşte o Blackstone, iki arkadaşı Dwight L. Moody ve Cyrus I. Scofield ile birlikte Amerika’da Yahudi Seçilmişliği çığırtkanlığı yapmaktayken aralarında John Davison Rockefeller ve JP. Morgan’ın da bulunduğu(heh bir siz eksiktiniz amına koyayım) Amerikan elitinden 413 nüfuzlu dayı bu propagandaya destek vererek ABD’yi Siyonist & Evanjelik bir çizgiye oturtmayı başarmışlardır. 1800’lü yılların sonuna doğru gelirken Blackstone, propagandaları çerçevesinde ‘’Bulgaristan'ın Bulgarlar'a, Sırbistan'ın da Sırplar'a ait olduğu kadar, Filistin de Yahudilere ait değil mi?’’ diyerek ABD’de Siyonizm’i dini zeminden siyasi zemine taşıyor. Bir de bir şeye dikkat çekmek isiyorum, Bulgaristan ve Sırbistan, Berlin Anlaşması ile 1878’de bağımsızlıklarını ilan etmişlerdi. Yani Blacktone’un çalışmaları ile, meşhur Theodore Herzl’in çalışmaları aynı tarihlere denk geliyor. Biri Avrupa’da diğer Amerika’da ciddi manada kamuoyu oluşturma çabasındaydı.

Peki neden?

1935’te ölen Blackstone 1933’te Chicago'daki Protestan cemaatine yazdığı mektupta;
"İsrail'in uyanışıyla şimdi her zamankinden daha çok ilgileniyorum. Dualarımız sayesinde beklenen Mesih'lerine kavuşabilirler."[25] diyerek bu soruya çok net bir cevap vermiştir; TANRI BUNU İSTİYOR!

Amerika’nın, Siyonist ideale ve dolayısı ile de İsrail’e destek vermesi alışık olmadığınız veya yeni bir şey değildi. Gelin biraz da Amerikan ideallerinde Yahudi dininin ve geleneklerinin yansımalarına göz gezdirelim.

Amerikalı Protestan din adamı Josiah Strong, Anglo-Sakson ırkının üstün bir ırk olduğunu ve Kızılderililer’i Tanrı’nın izniyle, Tanrı adına yok etme hakkını elinde bulundurduğunu söylemiştir.[26] Buna benzer bir yaklaşımı yukarıda Strong’un adaşı, İngiliz milletvekili Josiah Wegwood’da da görmüştük ahali hatırlayın. Ben birazdan bu ifadelerin detaylı bir analizini yapacağım ama önce sözü Amerikalı sosyolog Thomas F. Gossett’e verelim, Gossett üstün ırk muhabbetini şöyle analiz ediyor;
‘’Beyaz olmayan ırkların, Tanrı'nın isteğine uygun olarak yok edilmesi düşüncesi, kuşkusuz Josiah Strong'un kendi başına geliştirdiği bir düşünce değildir. 'Tanrı, kendi halkına yer açmak için, diğerlerinin yok edilmesini istedi' cümlesi, Püriten din adamlarınca söylenmiştir. Bir başka Püriten, 'Tanrı, aralarında hastalık yayarak Massachusetts'deki Kızılderililer'in sayılarını 30 binden, 300'e indirmemizi istedi' demişti. Benjamin Franklin, daha sonra aynı düşünceyi savunacak ve otobiyografisine şöyle yazacaktı: 'Yerlilere içirdiğimiz rom içkisi Tanrı'nın bu pislikleri (Kızılderililer'i) yeryüzünden kaldırmak için yaptığı planın bir parçasıydı'.’’[27]

Evet, şimdi sazı elime alıyorum ahali. Amerikalıların seçilmiş ırk olgusu Yahudilerin seçilmişlik iddiasının yandan yemişidir. Kendilerini Yahudi, Kızılderilileri Filistinliler, Kuzey Amerika ve Pasifik’i de Kenan diyarı olarak gördükleri aşikardır. Tevrat’ta Yahudi olmayanlar ‘’Goyim’’ olarak isimlendirilir ve Goyimlerin hiçbir hakkı olmadığı gibi her şeyleri(malları ve canları) Yahudilere helaldir. Neyse buralara tekrar geleceğiz zaten. Şimdi pası yine Yahudi ansiklopedisine atalım. Yahudi ansiklopedisi Massachusetts kolonisi için şöyle diyor;
‘’Dünya kolonileşme tarihinde hiçbir koloni Massachusetts kolonisinin ulaştığı zenginlik seviyesine ulaşamadı. Koloniyi kuran Püritenlerin amacı Amerika'nın uçsuz bucaksız topraklarında yeni bir Siyon yaratmaktı. Bu, İngiltere'de sağlanan reformasyonun bir benzerini oluşturmalarını sağlayacaktı. Püriten mirası, Amerikan ruhunun şekillenmesinde şüphesiz büyük bir faktör olarak yerini aldı.’’[28]

Püritenler o kadar ilginç bir psikolojiyle hareket etmişlerdir ki, kolonilerinin ismi her ne kadar New England olsa da kafalarda New Israel olmuştur. Püritenler kendilerini ‘’Pilgrims’’ yani hacılar olarak nitelemişlerdi ve aynı yakıştırma daha sonra Filistin'e giden Siyonistler tarafında da kullanılmıştır.[29] Püriten psikolojisince, Amerika Kenan diyarı ve kendileri de bu diyarı fethetmekle yükümlü Yahudilerdi. 1622'de, koloninin önde gelen abilerinden Robert Cushman, Amerikan topraklarındaki yerlilerin "ilkel yaratıklar" olduğunu söyleyip onların ellerindeki toprağa el koyma hakları olduğunu ve bu hakkı da Eski Ahit'in "Tekvin" bölümünden 13/6, 1 1 , 12 ve 34/21 gibi ayetlere dayandırmıştı.[30] E bildiğin Kızılderilileri goyim ilan etmişler. 

Peki sizce bu iş burada kalır mı?

" ... Ey Kenan, Filistinliler diyarı, Rabbin sözü size karşıdır; seni yok edeceğim, öyle ki artık sende oturan kimse olmayacak." (Tsefenya, Bab 2/5)
‘’Ve Rab, onu senin eline verdiği zaman, onun her erkeğini kılıçtan geçireceksin; ancak kadınları ve çocukları ve hayvanları ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin; Ve Allah'ın Rabbin sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin… Ancak Allah'ın Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavimlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bırakmayacaksın; fakat onları, Kenanlıları Rabbin sana emrettiği gibi tamamen yok edeceksin.’’ (Tesniye, Bab 20/10- 1 7)

Bu verdiğim Tevrat Babları, Amerikalıların Kızılderili katliamını meşrulaştırma ve katliam üzerine motivasyon aracı olmuştur. Şöyle ki, New England'daki ilk büyük soykırım, 1637'de Pequot Kızılderililerinin yok edilmesidir. Püritenler ise bu icraatlarını şöyle açıklamıştır;
‘’Yeryüzü cennetinde Tanrı'nın istemediği bu Pequot yerlileri temizlendi. Öyle ki, şükürler olsun, artık Pequot adını taşıyan kimse kalmadı. Bugün, 'Tanrı'nın izni altında' yurduna bağlılık yemini eden her Amerikan çocuğu, aslında, bu katliamı uygulayan Püritenlerin taşıdığı retoriği ve Eski Ahit'ten kaynaklanan düşünceyi ödünç almaktadır. Püritenlerin Eski Ahit'ten aldıkları düşünce ise şudur: 'Bilinçli bir biçimde, Tanrı'nın seçilmiş halkına ait olan Vaadedilmiş Topraklar'daki Kenan halkını yok etmek!’’[31]
...

Thomas Gossett ise bu olayı şöyle ifade ediyor;
''İsrailliler Kenan halkını nasıl yok ettilerse, Massachusetts kolonisindeki İsrailliler de Kızılderilileri öyle yok ettiler"[32] Olum adamlar iyice havaya girmiş lan kendilerini İsrailli zannediyorlar. Yazık, olan da garibim Kızılderililere olmuş. Noam Chomsky bu katliamların detaylarına da inerek şöyle aktarıyor;
‘’Kolonizasyon hareketinin ilk dönemlerinde Virginia korsanların ve sömürgecilerin merkeziydi. Sömürgeciler, Kızılderilileri vahşi köpeklerle avlıyor, kadınlarını ve çocuklarını katlediyor, ekinlerini yağmalıyorlardı. Bir de Kızılderililere battaniye satıyorlardı. Ama üzerlerine çiçek hastalığı mikrobu enjekte edilmiş olan battaniyeler! George Washington, 1783'te şöyle yazmıştı: 'Bizim yerleşim bölgelerimizin yayılması, belli bir şiddet gerektirecektir; aynı bir kurt gibi. Şekillerimiz tümüyle farklıdır ama her ikimiz de avcıyız.' Bu sözlerin sahibi Washington resmi literatürde 'pragmatik' olarak tanıtılır. Öyledir, baskı, hile ve tehditle Kızılderili topraklarını yok pahasına satın almıştır.’’[33]

Ya ahali şimdi sorarım size, Kızılderililere üzerine hastalık enjekte edilmiş battaniye ‘’satmak’’ nasıl bir bir kansızlıktır? Hayır, hayır, hayır ulan bu öyle Çanakkale savaşında gündüz birbirileriyle savaşıp geceleri siperlerden birbirlerine çikolata ve sigara atan Türk ve Anzak askerlerinin olayı gibi bir şey değildir. Bu düpedüz orospu çocukluğudur. Savaş denkler arasında olur, bu bir savaş değil, bu bir vahşettir! Ulan battaniyeleri dağıtıyor olsalar yine neyse diyeceğim de bir de parayla satıyorlarmış. Üzülmemek, çıldırmamak, yanmamak, sövmemek elde değil ahali. Şubat 1643'te Güney Manhattan'da Hollandalı askerler tarafından Algonquin Kızılderililerine karşı gerçekleştirilen bir katliamın daha kaydı mevcuttur ve o da David de Vries tarafından şöyle aktarılır;
‘’Askerler pek çok Kızılderili'yi uykularında öldürdüler. Annelerinin göğüslerinden çekilip alınan bebekler anne-babalarının gözleri önünde kılıçla parçalanıyor ve bebeklerin parçaları ateşe atılıyordu. Kundaktaki bebekler beşikleri içinde parçalanıyor, kafaları eziliyor, en taş-yürekli adamın bile vicdanını sızlatacak bir vahşilikle öldürülüyorlardı. Bazı bebekler nehire atıldı, onları kurtarmak için anne ve babaları da suya atladı. Ama askerler ne çocukların ne de anne-babaların sudan çıkmalarına izin verdiler, hepsi boğuldu.’’[34]




Noam Chomsky’e göre, ABD'nin 20. yüzyılda dünyanın dört bir yanında uyguladığı terörün kaynağı da Püriten mirasıdır. Chomsky şöyle devam ediyor; ‘’Püritenlerin gerçekleştirdikleri katliamlar, asırlar sonra hala ABD tarafından işlenen toplu cinayetlere de fikir babalığı yapıyor. Yüzlerce örnek arasında akla gelenlerden biri, 1980'de EJ. Salvador'da ABD'nin çıkardığı Salvador-Honduras savaşı sırasında gerçeklesen Rio Sumpul katliami. Sayısız benzeri gibi bu katliam da ABD tarafından eğitilmiş, ABD tarafından silahlandırılmış ve elitlere hizmet eden birliklerin islediği bir cinayetti. Asırlardır ABD'nin öğrettiği doktrinlerin yeni bir uygulaması olan bir cinayet!’’[35]

Aman ne miras. ABD, köşeye sıkıştığında terörü bir kart olarak sahaya süren bir devlet değildir. ABD terörizmi bir kültür olarak yaşatan ve ilahi bir misyon olarak organize bir şekilde uygulayan bir örgüttür. Amerikan emperyalizminde terör karakteristik bir özelliktir, Amerika’nın ‘’Bariz Kader’’ doktrini(Manifest Destiny) tamamen bunun üzerine kurulmuş olup, vahşet bu düşüncenin DNA’sına işlemiştir.

1859'da gazeteci Horace Greeley, Pasifik halkları için şu sözleri sarfetmiştir;
‘’Bu insanlar ölmeli, onlar için bir çıkış yolu yok. Tanrı dünyayı onu sahipleneceklere ve işleyeceklere vermiştir. Ve O'nun bu erdemli hükmüne karşı gelmeye çalışmak boş bir çabadır.’’[36] Ne kadar arızalı bir psikoloji ile karşı karşıya olduğumuzun farkında mısınız ahali? ‘’Bunun için yapacak bir şey yok’’ gibi bir tavır takınılması ve bunların Tanrı buyruğu olduğu düşüncesi Manifest Destiny düşüncesinin temellerini oluşturmaktadır. 27 Nisan 1898'de, Senatör Albert J. Beveridge’in söyledikleri ise olayı bir adım daha öteye taşıyor;

‘’Daha soylu ve daha erkek insanlardan doğan yüksek uygarlıklar önünde, alçak uygarlıkların ve çürümekte olan ırkların ortadan kalkması Tanrının sınırsız tasarısının bir parçasıdır. Amerikan fabrikaları Amerikan halkının kullanabileceğinden daha fazlasını yapmaktadırlar. Amerikan toprağı tüketebildiğinden daha fazlasını çıkarıyor. Tutacağımız yol bizim için çizilmiş bir yazgıdır, dünya ticareti bizim olmalıdır, olacaktır. Ve bunu anamızın (İngiltere) örnek olduğu biçimde yapacağız. Bütün yeryüzünde Amerikan ürünlerinin dağıtım noktaları olarak ticaret karakolları kurulacak, okyanusu ticaret filomuzla kuşatacak ve büyüklüğümüzle orantılı bir donanma meydana getireceğiz. Ticaret karakollarımızın çevresinde bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bizimle ticaret yapan, kendi hükümetlerine sahip büyük sömürgeler kurulacak, kurumlarımız ticaretin kanatları altında bayrağımızı izleyecektir. Amerikan Cumhuriyeti, tarihin en üstün ırkının kurduğu bir cumhuriyettir. Tanrı tarafından yönlendirilen bir devlettir. Bu cumhuriyetin liderleri de yalnızca devlet adamı değil, aynı zamanda Tanrının peygamberleridir."[38]

Bu sözler sizlere neyi çağrıştırıyor? Hitler’in Ari ırkı olabilir mi ya da Nietzsche’nin Übermensch’i? Ya da durun durun Marx ve Lenin’in ideallerindeki devlet ve insan tipi de olabilir. En nihayetinde hepsi de birbirinin yandan çarklısıdır. Tüm bunların yalnızca tek bir açıklaması var ahali; Kibir!

Bu insanlar tanrıcılık oynamaktadırlar. Kontrolsüz güç kullanımını da, ‘’Tanrı adına’’ diyerek meşruiyet zeminine oturtmaya çalışmakta, Tanrıya meydan okumaktadırlar! Dream Theather’ın ‘’In the Name of God’’ isimli bir şarkısı var, bakmayın şarkının adının ‘’Bismilliahirrahmanirrahim’’ olduğuna, şarkıda tam olarak bu insanlar hedef alınmıştır. Gerçi biraz da atesit/agnostik bakış açısıyla Hıristiyanlığa yüklenilmiş gibi olsa da, ‘’Tanrı adına’’ diyerek meşrulaştırılan şiddete, kötülüğe, savaşa çok yerinde eleştiriler yapılmıştır.

Yazının sonları ‘’Presidente Kültür Sanat’’ kıvamında oldu ama şunu da söylemeden bitirmek istemiyorum. Al Pacino’nun Şeytan’ın Avukatı filmini izlediniz mi? Benim Scarface'den bile daha çok sevdiğim bir filmdir. Tüm film kibir üzerine kuruludur. Avukatlık mesleği üzerinden kibrin sebepleri ve sonuçları çok çok güzel işlenmiştir. Filmin son sahnesinde şeytan rolündeki Al Pacino, Tanrıya hakaretler yağdırdıktan sonra;




Meydan okuyor ve derdini anlatmaya çalışıyor. Bizim avukat Kevin da zeki oğlan çakıyor hemen mevzuyu;






Bu insanların yaptıkları tam olarak budur ahali. Dünya üzerinde şeytani bir düzen tertip ettiler. Film boyunca Al Pacino, ‘’Kibir en sevdiğim günahtır’’ demişti. Bunu kim inkar edebilir ki?

Ha tabi bir de;



Kim inkar edebilir ki…


Hadi selametle…. 

---------------------------------------------------------------


[2] İsmail Vural - Beyaz Saray’ın Gizli Dini; Evanjelizm *Bu bilgiyi başka bir yerden teyit edemedim açıkçası o yüzden ‘’kalıbımı basarım’’ diyemiyorum ahali
[3] Malachi Martin - The Keys of This Blood
[4] Regina Sharif - Non-Jewish Zionism; lts Roots in Western History
[5] Grace Halsell - Prophecy and Politics: Militant Evangelists on the Road to Nuclear War
[6] Tevrat, Çıkış 3:8
[8] Nathaniel Crouch  - Two Joumeys to Jerusalem
[9] Karen Armstrong, Holy War
[10] Encyclopaedia Judaica
[11] age
[12] age
[13] İsmail Vural – age
[14] Joshua B. Stein - Our Great Solicitor: Josiah C. Wedgwood and the Jews
[15] age
[16] age *Kitabın adına baksanıza olum ‘’Our Great Solicitor!’’ hey maşallah be!
[17] Theodere Herlz -  Diaries (Hatıralar), Ed.Victor Gollancz, 1958
[18] Edward Tivnan - The Lobby: Jewish Political Power and American Foreign Policy
[19] Şalom Gazetesi 1 Mayıs 1991
[20] İsmail Vural – age
[21] Universal Jewish Encyclopedia
[22] Karen Armstrong – age
[23] age
[24] Élie Barnavi, A Historical Atlas of the Jewish People
[25] Peter Grose - lsrael in the Mind of America: The Untold Story of America's 150-Year Fascination with the idea of a Jewish State, and of the Complex Role Played by This Country and Its Leaders in the Creation of Modern Israel
[26] Thomas E Gossett - Race: The History of an Idea in America
[27] age
[28] Universal Jewish Encyclopedia
[29] Karen Armstrong – age
[30] age
[31] Noam Chomsky - Year 501 : The Conquest Continues
[32] Thomas E Gossett – age
[33] Noam Chomsky – age
[34] age
[35] age
[37] age
[38] age