17 Mayıs 2018 Perşembe

Bağımsızlığı İpotek Ettirmek; İkili Anlaşmalar!

Selam ahali, vatan gibi aidiyetleri bulunmayan bankerlerin, uluslararası şirketlerin hüküm sürdüğü günümüz dünya düzeninde bağımsızlık diye bir kavramdan bahsetmek oldukça güçtür. Tam bağımsızlık ise çok çok uzaklardadır, ütopik bir kavramdır. ‘’İktidar’’ olabilmek için hükümet olmak yetmez, hükümet iktidar ortaklarından yalnızca bir tanesidir. Kuvvetler ayrılığının olduğu bir ülkede; ordu, yargı, medya, sivil toplum kuruluşları –ki esasında sivillik ile uzaktan yakından alakaları yoktur-, holdingler ve tröstler birer baskı unsurudur. Seçime gitmek ciddi bir maliyet gerektirir, hal böyleyken tüm bu süreci finanse edecek ‘’birileri’’ ve o birilerinin de bazı talepleri olacaktır. Ya da niye yumuşatarak ifade ediyorsam, talepleri değil dayatmaları olacaktır.


Sömürgecilik tarih boyunca bazı evrelerden geçmiştir. Merak etmeyin bu faslı fazla uzun tutmayacağım. Orta Afrika 15. yüzyılın sonlarına doğru başlayan coğrafi keşiflerle birlikte Avrupalılar tarafından sömürülmeye başlanmıştır. İlk yıllarda köle ticareti ve değerli eşyaların Avrupa’ya taşınması şeklinde başlayan sömürgecilik sonraki süreçte iyice arsızlaşarak koloniciliğe evrilmiş, tarih sahnesinde birçok iç savaş, katliam ve vahşet yaşanmıştır.



Fransa, Cezayir’i sömüreceği vakit ‘’bu işi nasıl yapsak ki?’’ deyu düşünürken, tarihçi ve aynı zamanda bir sosyolog olan Alexis de Tocqueville’i Cezayir’e göndermeye karar verirler. Zira Tocqueville gözlem yeteneği epey yüksek bir heriftir. Cezayir’e gidip, oradaki halkı analiz edecek ve Fransa da bölgedeki oyun planını Tocqueville’in verileri üzerine kuracaktır. Velhasıl kelam Cezayir’e giden Tocqueville Fransızlara doğrudan sonuca gidecekleri taktiği verir; ‘’Dinlerine dokunmadığınız sürece onlara istediğinizi yaptırabilirsiniz!’’[1] Tocqueville’in dediği gibi de olur, Fransa Cezayir’i çatır çutur sömürmüştür ve bugün Cezayirlilerin büyük çoğunluğu da Fransa’ya gönülden bağlıdır.

Tabii bu durum epey eskide kalmıştır. Bugünün küresel güçleri zamanın Fransa’sı kadar aciz değildir. Her çeşit halk hakkında her türlü veriyi toplayıp, analiz edecek ve elde edilen sonuçlara uygun yöntemleri uygulayacak kudrete, uzmanlığa ve kansızlığa sahiplerdir. Toplumsal Çürüme ve Okyanus Ötesinden Gelen Tipolojiler başlıklı yazıda hatırlarsanız Tocqueville’in zamanında Cezayir için yaptığının bir benzerini de Amerikalıların Türkiye üzerinde yaptıklarını anlatmıştım. Daniel Lerner’in çalışmasını okumayanlar mutlaka okusunlar. [2] Reklamların ardından devam ediyorum. Yani demem odur ki artık ‘’dinlerine karışmayın da istediğinizi yapın’’ diye bir yaklaşım yoktur, dininden tut yediğine içtiğine kadar müdahale ederler. Mesela bugün kendini Müslüman olarak tanımlayan cemaatler gayet de pagan öğretilerle(Tasavvuf) işlemektedirler.

II. Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte dünyada artan milliyetçilik akımları ve gelişen bağımsızlık bilinci sebebiyle artık sömürgecilik veya mandacılık imkânsız hale gelmiştir. Bu noktadan itibaren de emperyalizm yeni bir taktik geliştirmiş ve orta sahayı kalabalıklaştırmayı tercih etmiştir. İstediklerini elde etmedeki yeni yöntemleri ikili anlaşmalardır!

Yazının başında ‘’vatan gibi aidiyetleri bulunmayan bankerlerin, uluslararası şirketlerin hüküm sürdüğü günümüz dünya düzeninde bağımsızlık diye bir kavramdan bahsetmek oldukça güçtür. Tam bağımsızlık ise çok çok uzaklardadır, ütopik bir kavramdır’’ demiştim oradan devam ediyorum.



Bu bir renk kartelasıdır. Bağımsızlığı size bunun üzerinden anlatacağım. Beyaz tam bağımsızlık, siyah ise kölelik olsun. Büyük devletlerin bağımsızlıkları beyaza yakın bir gri iken Afrika’daki ülkelerde siyaha ramak kalmıştır. Türkiye’de ise her ne kadar her gün kötüye gidiyor olsa da hala bir umut vardır. Bizimkisi ortalarda bir yerde gridir.


Atatürk, 17 Şubat 1923’te İzmir’deki I. İktisat Kongresini açış konuşmasında şöyle demiştir;
’Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa olsunlar, iktisadi zaferler ile taçlandırılamazlarsa meydana gelen zaferler devamlı olamaz, az zamanda söner. Bu bakımdan en kuvvetli ve parlak zaferimizin bile sağlayabildiği ve daha sağlayabileceği yararlı kazançları belirlemek için ekonomimizin, iktisadî hâkimiyetimizin sağlanması ve sağlamlaştırılması ve genişletilmesi gerekir. Efendiler, bu kadar verimli ve bu kadar kuvvetli olan yeni hükûmetimizin, düşmansız kalacağını saymak doğru değildir. Bu güzel temellerin bile içine bomba koyarak onu yıkmaya çalışanlar olacaktır. Onun hayatına, ilerlemesine karşı suikastler düzenlemeye girişecekler bulunacaktır. Bütün bunlara karşı en kuvvetli silâhımız ekonomideki genişlik, dayanıklılık ve başarımız olacaktır. Efendiler, içinde olduğumuz halk devrinin, millî devrin, millî tarihini yazabilmek için kalemlerimiz sabanlar olacaktır. Bence halk devri, iktisat devri kavramı ile açıklanabilir.’’ [3]

Özellikle koyu yazdıklarımı dikkatle okuyun, Atatürk yine nokta atışı yapmıştır. Biz, Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Lozan’da kazandıklarımızı ABD ile yapılan ikili anlaşmalar ile bir bir kaybettik. Aslında cumhuriyetin ilanından II. Dünya Savaşının bitişine dek yabancı sermaye, dış yardım ve borç para alma konularında gayet iyi politikalar izlediğimizi ve tüm dünya II. Dünya Savaşı ile meşgulken oluşan boşluğu iyi değerlendirdiğimizi söylemek mümkündür. Ancak II. Dünya Savaşı biter bitmez ABD sazı eline almıştır. Türkiye’deki Amerikancılığın tarihi de aslında bu yıllarda başlamaktadır. II. Dünya Savaşının 1945’te bittiğini hatırlatmak isterim ahali.

İngilizcede ‘’first of many’’ deyu çok güzel bir kalıp vardır, ‘’ardı arkası daha gelecek olan birçok şeyin başı’’ demektir. Türkiye’nin ABD ile yaptığı ikili anlaşmaları ‘’ardı arkası daha gelecek’’ bir süreç olarak nitelersek bu sürecin ‘’first of many’’si 23 Şubat 1945’tir.

23 Şubat 1945 Tarihli TC Hükümeti ile ABD Hükümeti Arasında İmzalanan, 11 Mart 1941 Tarihli Ödünç Verme ve Kiralama Kanunundan Yararlanmak İçin Yapılan Anlaşma[4]


 



1. ve 2. maddeleri lütfen okuyunuz. ‘’20. YY'ın Mimarı WallStreet; Komünizm, SSCB, Nazizm ve Hitlerin Yükselişi’’ yazısını okumuş olanlar, orada ABD ve Rusya arasındaki resmi belgelerdeki ayrıntılı metinleri bi’ gözünüzün önüne getirin, sonra bir de buna bakın. 1. maddeden ABD’nin tam olarak nasıl bir görev üstleneceğine ya da yükümlülüklerine dair net bir şey çıkarabilen var mı? Verecekleri ‘’müdafaa maddeleri’’nin(o da ne demekse artık) neler olduğu, özellikleri, eski mi yeni mi olacakları, ne kadar oldukları veya nerede ve ne zaman verilecekleri hakkında herhangi bir şey bulabilen var mı? Bu nasıl anlaşma metni olum? Bisiklet isteyen çocuğunu ‘’bakarız’’ diye geçiştiren baba gibi, çakal mısınız lan siz?

Hadi art niyet aramamak için olağanüstü bir çaba gösterip ikinci maddeye geçelim. İkinci maddede ilk maddenin aksine Türkiye’nin yükümlülükleri, gayet geniş çaplı olmak üzere, açıklanmıştır. Hatta bilmem dikkatinizi çekti mi ama yükümlülüklerimiz sıralanırken bunları ne amaçla bizden talep ettiklerini belirtmemişlerdir. İlk maddedeki gibi bir ‘’Müdafaa’’ ibaresi bulunmamaktadır. Ayrıca yine bu maddede geçen ‘’kolaylık’’ kelimesi ucu alabildiğince açık bir ifadedir. Yani ABD bu maddeye dayanarak Türkiye'nin havaalanlarıyla, limanları ve yollarının Amerikalılar tarafından kullanılmasından, Türkiye'de Amerikalıların üs ve tesisler kurmalarına varıncaya kadar birçok şeyi talep edebilecektir ve etmiştir de. Nerede başlayıp nerede biteceği belli olmayan tavizlerden ilki budur, yüzleşin! Bu anlaşmanın tam metnini kaynakçaya ekledim isteyenler oradan takip edebilirler. Ben şimdi biraz da 5. maddeyi konuşmak istiyorum.

‘’Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhurunca tâyin edileceği veçhile hâlihazırdaki fevkalâde hal nihayet bulduğu zaman, işbu Anlaşmaya tevfikan kendisine devredilmiş olan müdafaa maddelerinden imha, zayi veya istihlâk edilmemiş bulunacak veya Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhuru tarafından Amerika Birleşik Devletleri veya Garp yarımkürresi müdafaasına elverişli olduğu veya Amerika Birleşik Devletlerinin başka bir şekilde işine yarayacağı tesbit edilecek olanları Amerika Birleşik Devletlerine iade edecektir.’’ [5]

Ben bu anlaşmayı ilk okuduğum zaman bu maddeye geldiğimde birkaç saniye kalakalmış başa dönüp tekrar tekrar okumuştum. Gerçek olduğuna inanmak istememiştim, ulan siz bu anlaşmayı nasıl imzaladınız? Türkiye de ABD de iki ayrı bağımsız ülke değil mi? Eşit statüdeki ülkeler arasındaki anlaşmada böyle madde olur mu? Sanki İngiltere, kolonileriyle anlaşma imzalıyor, RE-ZA-LET! Anlaşmadaki ‘’hâlihazırdaki fevkalade hal’’ ne zaman son bulacaktır orasını da Allah bilir zira burada bununla ilgili tek bir hüküm dahi yoktur. ABD kendi şartlarını açıkça ortaya koyarken Türkiye’nin hiçbir karşı şart sunmaksızın ABD’nin şartlarını aynen kabul etmesi nasıl bir ezikliktir. Çok daha zor şartlar altında Sevr anlaşmasını elinin tersiyle iten Mustafa Kemal nerede bu anlaşmayı imzalayan dönemin dış işleri bakanı Hasan Saka nerede? Böyle bir şey olabilir mi ya?

Şimdi ise ekonomi alanında büyük bir iş bilmezlik ve basiretsizlik örneğini göstereceğim sizlere. II. Dünya Savaşı sonunda Türkiye'nin döviz stoku 245 milyon dolardır. [6] Ancak Sovyetler Birliği ile olası bir savaş ihtimali düşünülerek bu stoka dokunulmamış ve ABD’den kredi almaya karar verilmiştir.

27 Şubat 1946 Tarih ve 4882 Sayılı Kanunla Kabul Edilen 10 Milyon Dolarlık Kredi Anlaşması

 
 



Hesapta ABD Türkiye’ye 10 milyon dolarlık kredi vermektedir. Ancak gerçekte 10 milyon dolar değerinde(!) kullanılmış, savaş artığı, çürük çarık silahlar daha doğrusu hurdalar vermiştir. Bu anlaşmaları tarihte ‘’yardım anlaşması’’ gibi göstermek isteyenler de yıllık %2.3/8 faiz ödeneceğini görsünler. Ayrıca ABD eğer isterse bu ödemeyi dolarla değil Türk Lirası olarak da tahsil edebilecektir. Peki, ABD neden böyle bir şey istemiştir? Türkiye döviz aramakla uğraşmasın diye mi? Tabi ki hayır ABD bu sayede ülkesinden bir kuruş dahi çıkarmadan Türkiye'deki Amerikan memurlarının ücretlerini ve diğer masraflarını Türk parasıyla ödeyebilecektir. Hayırlı işler. Gelelim silahlara, bu silahlar da genel itibariyle hurda oldukları ve üretimi durdurulmuş ya da üretimi yapmış olan fabrikalar hepten kapatılmış olduğu için yedek parçaları da bulunmamaktaydı. Bu yüzden bu silahların bir kısmı alınıp hurda bir vaziyette Türkiye’de bekletilmiş bir kısmı için de, yine ABD’ye acayip paralar ödenerek, özel yedek parça siparişi verilmiştir. Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama anlaşmanın ikinci bölümünde şöyle bir madde var;

‘’Türk Hükümeti tarafından seçilen malzeme Türk Hükümeti tarafından «mahallinde ve olduğu gibi» mülkiyeti müstesna olmak üzere, teminatsız satın alınacak ve Türk Hükümetine aşağıda müştereken tesbit edildiği üzere şu tarihte veya şu tarihlerde teslim edilecektir;’’ [7]

‘’Mahallinde olduğu gibi’’ arkeolojide buna ‘’insitu’’ derler ‘’nasıl bulunduysa o şekilde’’ anlamına gelmektedir. Gerçi bizimkilerin alacakları silahlar da arkeolojik buluntulardan hallicedir. Anlaşmada açıkça Türk Hükümeti'nin satın almak için seçeceği malzeme mahallinde olduğu gibi yani artık olduğu yerde hangi vaziyetteyse o şekilde verileceği yazılıdır. ABD ‘’artık bozuk mudur kırık mıdır hurda mıdır orasına ben karışmam’’ demektedir.

Ayrıca verilen bu silahların mülkiyet hakları da ABD’de olacaktır. Hatırlayın olum bir önceki anlaşmanın 5. maddesi ne diyordu?

’Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhurunca tâyin edileceği veçhile hâlihazırdaki fevkalâde hal nihayet bulduğu zaman, işbu Anlaşmaya tevfikan kendisine devredilmiş olan müdafaa maddelerinden imha, zayi veya istihlâk edilmemiş bulunacak veya Amerika Birleşik Devletleri Reisicumhuru tarafından Amerika Birleşik Devletleri veya Garp yarımkürresi müdafaasına elverişli olduğu veya Amerika Birleşik Devletlerinin başka bir şekilde işine yarayacağı tesbit edilecek olanları Amerika Birleşik Devletlerine iade edecektir.’’

Görün bunları beyler! Adamlar ellerindeki hurdaları bile verirken, hatta ne vermesi lan satarken, bin bir şart koşarken bizimkiler ‘’şu makineleri bi’ tamir ettirip öyle verin’’ diyememiştir. Paranla rezil olmak tam olarak budur. Hatta paran ile dilenci durumuna düşmektir bu. 27 Şubat 1946 tarihli 10 milyon dolarlık kredi anlaşmasının 3. bölümünde ise yine dikkatlerden kaçmaması gerek bir ayrıntı daha vardır;

‘’Eğer Birleşik Devletler, gerek Türkiye'de gerek Türkiye dışındaki malzeme fazlasından bir kısmını bir veya birkaç gayrimenkul mukabilinde trampa etmek arzusunda bulunursa - böyle bir veya birkaç gayrimenkulün Türk Hükümeti tarafından satılmak üzere gösterilmesi ve bunlar Türk Hükümeti ve Birleşik Devletler tarafından müştereken muvafık görülmesi kaydiyle - Türk Hükümeti bu trampayı yapabilecek bir müesseseyi göstermeyi taahhüt eder.’’ [8]

Türkiye neyi taahhüt edermiş? Amerikan Hükümetinin istediği takdirde Türkiye dışında veya içinde bulunan ıskartaya çıkmış hurda silahların bir kısmını, Türkiye'de satın almak istediği gayrimenkullerle takas etme imkânını taahhüt ediyormuşuz! Vatan toprağını satanları çok gördüm ama vatan toprağını üç beş hurdayla takas edeni ilk defa görüyorum. Bir de işin şöyle bir boyutu var ki binaların takas edileceği malzemenin, malzeme dediğim de malum hurdalar, mülkiyeti Türkiye’ye ait olmayacak ama vatan toprağı üzerindeki gayrimenkulün mülkiyeti ABD’nin olacaktır.

Şimdi tüm bunların anlamı üzerinde biraz konuşalım. ABD’nin sattığı silahların mülkiyetini vermemiş olması çok önemli bir meseledir, Türkiye üzerinde her an kullanabileceği bir baskı unsurudur. Şöyle ki, uluslararası arenada ABD’nin çıkarına aykırı bir işe giriştiğiniz an bu silahları geri alma hakları bulunmaktadır. Yine aynı şekilde siz bu silahları ABD’nin istemediği bir işte kullanamazsınız. Bu mesele Türkiye’nin bağımsızlığını beyazdan griye hatta siyaha doğru bir yolculuğa çıkaran bir unsurdur başlı başına rezilliktir, kabul edilemezdir. ‘’Biz, Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Lozan’da kazandıklarımızı ABD ile yapılan ikili anlaşmalar ile bir bir kaybettik’’ dememin yegâne sebebi işte budur ve bu anlaşmalar hala yürürlüktedir.

ABD yeni tip sömürgecilik olarak tanımladığım ikili anlaşmaların kaşarı olmuş bir devlettir. Uç uca ekleme yöntemiyle karşı tarafı çaresiz bırakmak konusunda epey hünerlidirler. 27 Şubat 1946 tarihli 10 milyon dolarlık kredi anlaşmasının 3. Bölümünde ‘’eğer istersek bizim takaları verip Türkiye’den arazi çevirebiliriz’’ diyerek zemin yapan ABD, araladığı kapıdan aynı yılın sonunda 6 Aralık 1946’da içeriye bodoslama dalmıştır.

6 Aralık 1946 Tarihli, TC Hükümeti ile ABD Hükümeti Arasında Kahire'de İmzalanan Anlaşmaya Ek Anlaşma[9]

 


Öncelikle şunu söylemekte fayda var zira kimsenin aklında yanlış bir intiba oluşmasın. O dönemde dahi ABD’nin Türkiye’deki mevcut elçilik ve konsolosluk binaları oldukça sağlam yapılardır. Yani demem odur ki ABD’nin Türkiye’de ekstra bir yapılaşmaya gitmesini gerektirecek bir durum yoktur. O halde bu yapılar, ABD’nin Türkiye’de gideceği yeni yapılanmalar için yaptırılacaktır. İnşaat ve yapım, onarım masraflarının da daha vadesi gelmemiş borçlarına karşılık Türkiye’ye ödetilmesini de nasıl değerlendirmek gerekir? ‘’Müttefikliğe’’, ‘’stratejik ortaklığa’’ sığar mı ulan bu? Gerçi o tarihlerde müttefik veya stratejik ortaklıktan ziyade Türkiye’nin sıfatı ‘’ABD’nin ileri karakolu’’ idi ve Türkiye de 60’lara dek bu sıfat ile övünmekteydi. Zaten Türkiye’de solu da bu şekilde azdırdılar, terörize ettiler. Terörize olan solu finanse ettiler sonra buna anti-tez olan sağı finanse ettiler. Kontrgerilla diye bir şey çıktı ortaya. Daha sonra sizin ülkenizde terör var deyip iç işlerimize karıştılar, katliamlar yaşandı, darbeler yapıldı. Olayların nasıl zincirleme bir şekilde gerçekleştiğini görüyor musunuz? Özellikle Ortadoğu gibi coğrafyalarda infial yaratmak için bir kıvılcım yetiyor zira ahmağın çok olduğu yerde kurşunlar havada uçuşur.

ABD her kabul ettirdiği şart ile bir sonraki için kapı aralıyor ve önceden elde etmiş olduğu hak ve tavizleri genişletmek için yararlanmada kullanıyor. Zaman ilerledikçe karşı tarafın elini kolunu iyice bağlamış oluyordu. Bu süreç bizim ülkemizde de aynen böyle işlemiştir. Ülkemizde Amerikancılık öyle bir noktaya gelmiştir ki 2018 yılı itibariyle seçim şeklimiz dahi onlarınkine benzemiştir. 24 Haziran’da Türkiye’nin önünde iki seçenek vardır; Cumhur ve Millet ittifakları. Tıpkı ABD’deki Cumhuriyetçiler ve Demokratlar gibi değil mi? Hâlihazırda ABD’deki Cumhuriyetçiler ile Demokratlar’ın aynı bokun laciverti olduklarını Noam Chomsky gibi Texe Marrs gibi isimlerden öğreniyoruz. Peki, durumun bizde farklı olduğunu falan mı düşünüyorsunuz? Sahiden ya lacivertin kaç tonu vardı?

Şimdi ben Türkiye ile ABD arasında imzalanmış olan ikili anlaşmaların askeri ve ekonomik olanlarına bir son vermek istiyorum zira burada hepsini tek tek yorumlamaya kalkmak gereksiz bir çaba olacaktır. İlk örneklerini burada görüntülü analize tabi tuttuk üzerinde yorumlarımızı yaptık bu kadarı yeterlidir. Tamamına ulaşmak isteyenler hepsine tek tek TBMM’nin sitesinden ulaşabilirsiniz. Zira konuyu farklı bir alana taşımak istiyorum.

Başlık at evladım şöyle tam ortaya; ‘’Eğitim Alanındaki İkili Anlaşmalar’’

Eğitim bir ülkenin bağımsızlığı için müthiş önemli bir meseledir. Çünkü bağımsızlık zihinlerde başlar. Şayet siz zihinlerden bağımsızlık düşüncesini silmeyi başarabilirseniz bağımsızlığın her türlüsünün de önünü kesmiş olursunuz, düşünce olmadan fiil de olmaz. Bağımsızlık düşüncesinin savunulması gereken ilk kalesi eğitimdir. Amerikalılar da bunu çok iyi bildiklerinden dolayı bu alanı da boş bırakmamışlardır. İnsanların daha çok meşhur Fulbirght anlaşması olarak bildiği, ‘’27 Aralık 1949 Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma’’’yı inceleyeceğiz.

27 Aralık 1949 Tarihli Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma[10]














Amerikancılık, Amerikaperestlik, kültür emperyalizmini, popüler kültür adını her ne koyarsanız koyun onun inşası için ABD ilk tavizleri işte bu anlaşmayla elde etmiştir. Bu anlaşma ile Türkiye'de Birleşik Devletler Eğitim Komisyonu adında bir teşkilat kuruluyor ve bu komisyonun sekiz üyesinden dördü Amerikalı dördü de Türklerden oluşmaktadır. Türkiye'deki Amerikan büyükelçisi de bu komisyonun fahri başkanıdır. Şayet bir konuda yapılan oylamada eşitlik bozulamazsa bu ABD büyükelçisi de oy kullanma hakkına sahiptir. Anlaşmazlıklar bu şekilde çözülecektir. ABD Türkiye’ye zarar verecek bir karar almak ister ve bizimkilerin hepsi hayır oyu verirse bu büyükelçinin de oyuyla Amerikalılar yine sayısal üstünlüğü sağlayacak ve istediklerini çatır çatır uygulayacaklardır. Böyle bir şey olabilir mi? Ayrıca bu komisyon her türlü hareketinden ABD Dışişleri Bakanı'na karşı sorumlu olacak, bütçeyi onlar belirleyecek ve eğer isterlerse, komisyonun almış olduğu tüm kararlarını istisnasız gözden geçirebilecek ve değiştirebileceklerdir. Amerika Dışişleri Bakanı'nın, Türkiye’deki Amerikan büyükelçisi ve elçilikte görevli iki memurun kontrol ve denetiminde olacak ve yine Amerikalı müdür ve yardımcıları da anlaşmaya göre Amerika Dışişleri Bakanı tayin edecektir. Amerikan kanunlarına göre işleyecek olan bu komisyonun ve orada görev alacak Amerikalıların neler yapacaklarını, amaçlarını, anlaşmada belirtildiği gibi, belirtilmeyen alanlarda da Amerikalılar bilecek veya yeni bir durum karsısında Dışişleri’nden yeni ve bambaşka talimatlar alabileceklerdir. Komisyondaki 4 Türk üye ile ilgili ise ‘’kim s***r Çağlar Çorumlu’yu’’ diyerek en ufak bir hüküm dahi belirtilmemiştir. Zira buna gerek yoktur, komisyon içerisinde zaten Amerikalılar çoğunluktadır, onu da geçtim ABD Dışişleri eğer isterse tüm kararları kökten değiştirme hakkına da sahiptir. Yani en nihayetinde bir anlaşma neticesinde Türkiye’de tüm imkânları Türkiye tarafından sağlanan, Türk parasıyla iş gören ancak Türkiye’nin hiçbir şekilde üzerinde denetim hakkı olmayan bir komisyon kuruluyor ve bu komisyonun görevi de ‘’milli’’ eğitim müfredatını hazırlamak. Amerika böylelikle Türkiye’de, tıpkı futbol takımlarının yaptığı gibi, bir scouting ağı kurmuştur. Türk öğrenci, öğretmen ve akademisyenlerinin kendi işlerine yarayıp yaramayacak olanlarını tespit etmek adına iki grupta sınıflandırmışlardır. Bunlar Amerika hayranı olan tayfa ve bunlara katılmayan tayfa şeklindedir. Amerika’ya götürülüp oradaki sunumdan etkilenip öyle dönen Amerikancı tayfaya bol maaş ve yüksek mevkilerde görevler verilmiş Amerikancılığa mesafeli duranlar ise tehlikeli görülerek tasfiye edilmiştir. ABD böylelikle hem Türk eğitim sisteminin anasını bellemiş hem de lokal işbirlikçiler elde etmiştir. Hem de tüm bunları yasal yollardan yapmıştır. İşin acı yanı bu anlaşma hala yürüklüktedir ve anlaşma için bir son bulma tarihi belirlenmemiştir. ‘’Eğitim ve sınav sistemimiz neden sürekli değişiyor?’’ ya da ‘’ÖSS mi yoksa YGS mi daha iyiydi?’’ gibi sorulardan ziyade asıl sorulması gereken sorular ‘’Bu melanet anlaşmayı hangi kafayla imzaladınız?’’, ‘’Siz, sonra gelenler, neden bunu değiştirmek adına en ufak bir adım atmadınız?’’ ve ‘’Bu anlaşma ne zaman bitecek ulan?’’ gibi sorulardır. Ancak bu sorulara net ve açık yüreklilikle cevap verebilecek bir babayiğit yoktur. İsmet Bey sağ olsun Türk eğitim sistemini Amerikalılara peşkeş çekmiştir.

Sinir katsayımın iyice yükseldiği şu dakikalarda kendimi iyice kaybetmemek adına bu bahsi de burada noktalıyorum. Ancak yine bu anlaşmaların da yalnızca buzdağının görünen yüzü olduğunu hatırlatayım. Yeni konu başlığımız tarım olacak ahali.

ABD ile olan ilişkiler konusunda Adnan Bey de İsmet efendiden aşağı kalmamıştır. Tarım ile ilgili olan saçma sapan anlaşmaların geneli de yine kendisinin döneminde imzalanmıştır. İkinci Dünya Savaşı ve sonraki süreçte de Kore Savaşının sonuna kadar Türkiye dünyada önemli bir tahıl ihracatçısıdır. Zira dünyada bir savaş ve bu savaş neticesinde de normalde olandan çok daha fazla tahıl ihtiyacı vardır. Türkiye de bu savaşta yer almadığı için en büyük tahıl satıcılarından biri olmuştur. Ancak savaşın bitimiyle beraber tahıl ihtiyacı azalınca Türkiye’de dış ticaret açığı artmış ekonomi tepe taklak olmuştur. Bu noktada ise canımız ciğerimiz Amerika’mız yardım elini uzatmıştır. Kısa bir süre önce dünyanın en büyük tahıl ihracatçısı olan Türkiye 1955’ten sonra ABD’den tarım ürünleri ithal edebilmek için ağır anlaşmalar imzalama noktasına gelmiştir.

12 Kasım 1956 Tarihli Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi ve Yardımlaşma Hakkındaki Muaddel Amerikan Kanununun 1. Kısmı Gereğince Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile ABD Hükümeti Arasında Münakit Zirai Emtia Anlaşması[11]




ABD kendi ihtiyaç fazlası olan buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve, sığır eti, donyağı ve soya yağı gibi ürünleri, Amerikan gemileriyle, Türkiye'ye taşıma ücretiyle birlikte 43.6 milyon dolar karşılığında verecektir. Bunlara da hala ‘’yardım anlaşması’’ falan diyen varsa derhal burayı terketsin. Yorumlara kısa bir ara veriyorum. Bu anlaşmaya ek olarak bir anlaşma daha imzalanmıştır, onu da verdikten sonra öyle devam edelim yorumlara.

25 Ocak 1957 Tarihli ve 12 Kasım 1956 Tarihli Anlaşmaya Ek Anlaşma[12]




ABD verdiği, daha doğrusu sattığı, tarım ürünleriyle ilgili çok ağır şartlar sunmuştur;
  • Anlaşmaya göre alınan ürünler ABD’nin satış yaptığı ülkeler ve ABD’nin düşman ilan ettiği ülkelere satılamayacak yalnızca Türkiye’nin iç tüketiminde kullanılabilecektir.
  • Türkiye'ye satılacak malların dünya mahsul piyasa fiyatları üzerinde tesir yapmaması için dünya piyasası üzerinden fiyat tespit edilecektir. ABD vergi kaçırmak için çalışanın sigortasını asgariden yatıran küçük esnafın yaptığı ahlaksızlığın büyük çaplısını yapmıştır.
  • Türkiye'nin yetiştirdiği ve anlaşmada bulunan veya benzeri ürünlerin Türkiye'den yapılacak ihracatı, Amerika tarafından kontrol edilecektir. Bağımsızlığı ipotek ettirmenin en net örneklerinden biri budur ahali. Türkiye, ABD’nin ‘’yetiştirme’’ dediğini yetiştirmeyecek, ‘’satma’’ dediğini satmayacaktır.
  • Amerikan tarım ürünleri fazlası Türk lirasıyla satın alınacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası'na yatırılacak olan bu paralar ABD tarafından kullanılacaktır. Hani şu gayrimenkuller vardı ya, işte orada kullanılmış olabilir mesela.
ABD’nin uç uca ekleme yöntemiyle ilerlediğinden bahsetmiştim. Yukarıda verdiğim bu anlaşmamalarla elde ettiklerini bir adım öteye taşıdıkları tarih ise 20 Ocak 1958’dir.


20 Ocak 1958 Tarihli Tarım Ürünleri Anlaşması[13]






Bu anlaşma ile ABD, Türkiye’ye 46.8 milyon dolara buğday, yem, soya fasulyesi, pamukyağı, tereyağı, süttozu ve peynir gibi şeyler satmıştır. Ancak asıl mesele yine aynı gün anlaşmaya eklenen notadır.

20 Ocak 1958 Tarihli Anlaşma İle İlgili Olarak, 20 Ocak 1958 Tarihli ve 1755 Sayılı Amerikan Hükümeti'nin Notası[14]




Neyi taahhüt etmektedir? ‘’1957 mahsulünden yumuşak buğday veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar diğer herhangi yumuşak buğdayı ihraç etmekten kaçınmayı ve ‘’1957 mahsulünden veya 1 Ağustos 1958 tarihine kadar sert buğday ihracatını asgarî bir seviyede tutmayı ve bu devre zarfında vuku bulacak her sert buğday ihracatım Türkiye'nin kendi kaynaklarından finanse edilecek muadil miktardaki buğday mübalatayı ile telafi eylemeyi’’ taahhüt edermişiz. Durun mealini vereyim, bu nota ile Türkiye Cumhuriyeti dış ticaretinin bir yabancı devlet tarafından kontrolü resmen ilan edilmiş, Türkiye tarımının bitirilmesi adına ilk somut adım atılmıştır. Bizimkilerin bu notaya cevabı ise ‘’tamam abi’’ şeklinde olmuştur. [15]







Gelin biraz hafızalarımızı zorlayalım. 2003’te Irak’ta Amerikan askerleri, askerlerimizin başına çuval geçirmiş ve bu olay o dönem epey gündem yaratmıştı. 2006’da Kurtlar Vadisi Irak çekildi hatta. Ancak sinema perdesinin dışında yani gerçek dünyada ise olaylar biraz daha farklı gelişmişti. ‘’ABD’ye nota verilecek mi?’’ şeklinde tartışmalar dönerken o dönem başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan ‘’ne notası veriyorsun kardeşim müzik notası mı bu?’’ demişti.




Gördüğünüz üzere ‘’eloğlu’’ nota vererek neler neler kabul ettirebilmişken bizimkiler bu denli büyük bir saygısızlık karşısında dahi ses çıkar(a)mamıştır. 50’li yıllardaki dış politika ne idiyse 2000’lerdeki dış politika da odur. Makyajlı kasa dış politika! Omurgasızlık bu topraklarda bir gelenektir ahali! Ben bu yazıda yalnızca en kritik gördüğüm dört mesele olan askeri, ekonomik, tarım ve eğitim alanındaki üç beş ikili anlaşmayı konu mankeni olarak teşhir ettim. Meclis zabıtlarında bunlardan yüzlerce vardır ahali yüzlerce! Bunun daha kredi anlaşmaları boyutu vardır, siyasi anlaşmalar boyutu vardır, sanayi alanındaki ikili anlaşmalar boyutu vardır, NATO anlaşmaları boyutu vardır, vardır oğlu vardır. İnönü, Menderes, Demirel, Ecevit, Özal, Çiller, Erdoğan aklınıza kim geliyorsa artık, hepsi aynı politikaları devam ettirmişlerdir. Bunlar her zaman ısrarla söylediğim gibi lacivertin tonlarıdır. Sizlerden ricam lütfen bu anlaşmaları göz ucuyla olsa dahi okuyunuz. TBMM kayıtları ve Resmi Gazete arşivleri halka açık lan her şey elinizin altında oğlum ne olur üşenmeyin. Tek tek bu anlaşmaları bulup okumak zor mu geliyor Haydar Tunçkanat’ın ‘’İkili Anlaşmaların İç Yüzü’’ diye tuğla gibi bir kitabı var alın onu okuyun yine aynı konuları işleyen Mehmet Emin Değer’in ‘’Oltadaki Balık Türkiye’’ isimli kitabı var alın onu okuyun. Her nereden okursanız okuyun ama okuyun. Lütfen! Facebook’da, Instagram’da biraz daha az zaman geçir. Selin’e 1 gün mesaj atmazsan bir şey kaybetmezsin ancak biz ülke olarak bu anlaşmalar ile çok şey kaybettik. Eğer sen uyumaya devam edersen daha da çok şey kaybedeceğiz. Oyuyorlar ulan ülkenin altını oyuyorlar! Bir insan evladı da çıkıp ‘’yahu siz ne yapıyorsunuz?’’ demiyor. Çünkü iktidarı da muhalefeti de sivil toplum kuruluşlarını da aynı yerler finanse ediyor.

Mesela Türkiye tarihindeki en büyük kitlesel hareketlerden biri olan Gezi Parkı olaylarını ele alalım. 2013 yazında daha önce görmediğimiz ölçüde büyük bir halk hareketi yaşandı. Orada tepkilerin odağında Ak Parti iktidarının totaliter politikaları, artan hukuksuzluk vb. sosyal meseleler vardı. Ancak aynı tarihlerde TBMM’den öyle bir kanun geçirildi ki ne Gezi Parkı eylemcileri ne de başka cenahlardan en ufak herhangi bir tepki dahi gelmedi. 11 Haziran 2013’te 6491 numaralı Türk petrol kanunu değiştirildi.

TÜRK PETROL KANUNU, Kanun No. 6491 [16]





Kanunun tamamını, diğerlerinde de olduğu gibi, yazının sonundaki kaynakçaya ekledim lütfen okuyunuz. Bu kanun değişikliği ile yabancı şirketler Türkiye toprakları üzerinde petrol arama hakkı elde ettiler. Eski kanunda bulunan “Devlet adına arama ve işletme ruhsatı alma hakkı TPAO’na aittir” ibaresi kanundan çıkarıldı. Evet, bu bir ikili anlaşma değildir. Bu topraklarımızı çoklu tecavüzlere açmaktır. Türkiye gündemi o dönem alkol yasası ve gezi parkı gibi meseleler ile meşgul edilirken altımız oyulmuştur. Bu zamana kadar bu kelimeyi mecaz olarak kullanmıştım ancak burada kelimenin tam anlamıyla altımız oyulmuştur.

Yazıyı bu noktada bitiriyorum. Ancak dediğim gibi bu meseleye biraz daha hassasiyet göstermek, okumak, araştırmak, sığır gibi yaşamamak gerek. Bir sonraki yazıyla ilgili olarak da kafamda iki plan var. Ya tasavvuf zihniyetinin Türk toplumunun alışkanlıkları üzerine yazacağım ya da malum geçen yazıda da söylediğim üzere 24 Haziran seçimlerinde oyunuzu dahi etkileyebilecek dediğim yazıyı yazarım henüz karar vermiş değilim. Tamamen anlık psikolojik durumuma göre değişebilir, bakarız deyip geçiştireyim.  


Hadi selametle…

-----------------------------------
[1] GÜRBÜZ, B. (2012). Tocqueville'in Cezayir Raporlarında Doğa Yasaları ve Güvenlik - http://dergipark.gov.tr/download/article-file/84496
[2] Lerner, D. (1958) “The Chief and The Grocer” The Passing of Traditional Society: Modernizing the Middle East. Glencoe, IL: The Free Press
[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçlerinden Seçmeler - http://www.ata.tsk.tr/content/media/01/soylev_ve_demecleri.pdf
[4] 23 Şubat 1945 Tarihli TC Hükümeti ile ABD Hükümeti Arasında İmzalanan, 11 Mart 1941 Tarihli Ödünç Verme ve Kiralama Kanunundan Yararlanmak İçin Yapılan Anlaşma – TBMM Tutanaklar - https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc027/kanuntbmmc027/kanuntbmmc02704780.pdf
[5] agy
[6] GÖZLEMLER & YORUMLAR 1945-50 DÖNEMİNDE EKONOMİDE NELER OLDU? UYGULANMAYAN PLANLAR ALINAMAYAN VE ALINAN KREDİLER s.2
[7] 27 Şubat 1946 Tarih ve 4882 Sayılı Kanunla Kabul Edilen 10 Milyon Dolarlık Kredi Anlaşması - TBMM Tutanaklar - https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc028/kanuntbmmc028/kanuntbmmc02804882.pdf
[8] agy
[9] 6 Aralık 1946 Tarihli, TC Hükümeti ile ABD Hükümeti Arasında Kahire'de İmzalanan Anlaşmaya Ek Anlaşma – TBMM Tutanaklar - https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc029/kanuntbmmc029/kanuntbmmc02905002.pdf
[10] 27 Aralık 1949 Tarihli Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma – TBMM Tutanaklar - https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc032/kanuntbmmc032/kanuntbmmc03205596.pdf
[11] 12 Kasım 1956 Tarihli Zirai Maddeler Ticaretinin Geliştirilmesi ve Yardımlaşma Hakkındaki Muaddel Amerikan Kanununun 1. Kısmı Gereğince Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile ABD Hükümeti Arasında Münakit Zirai Emtia Anlaşması – TBMM Tutanaklar - https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d11/c009/tbmm11009076ss0273.pdf
[12] 25 Ocak 1957 Tarihli ve 12 Kasım 1956 Tarihli Anlaşmaya Ek Anlaşma – TBMM Tutanaklar - https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d11/c009/b076/tbmm110090760528.pdf
[13] 20 Ocak 1958 Tarihli Tarım Ürünleri Anlaşması – Resmi Gazete – http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10228.pdf
[14] 20 Ocak 1958 Tarihli Anlaşma İle İlgili Olarak, 20 Ocak 1958 Tarihli ve 1755 Sayılı Amerikan Hükümeti'nin Notası – Resmi Gazete - http://www.resmigazete.gov.tr/arsiv/10228.pdf
[15] agy
[16] TÜRK PETROL KANUNU, Kanun No. 6491 – Resmi Gazete - http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2013/06/20130611-5.htm

















  

5 Mayıs 2018 Cumartesi

Dünyayı Semboller Yönetir!


Selam ahali, son yazılarda hafiften bi’ felsefe yaptık ancak herhangi bir eksen kayması yaşamıyoruz. Felsefe benim için yalnızca kavramların daha net anlaşılabilmesi için bir araç olabilir. Ara ara bu tarz şeyler yapacak olsam da merak etmeyin çizgimizi bozmuyoruz. Şimdi bol fotoğraflı, epey cafcaflı dallı budaklı bir yazı okuyacaksın.

‘’Dünyayı kanunlar ve sözler değil, semboller ve işaretler yönetir’’ der Konfüçyüs. Bilenler bilir, ben öyle pek sevmem doğu felsefelerini, mistisizmi falan ancak yiğidin hakkını da teslim etmesini biliriz. Konfüçyüs çok doğru bir tespit yapmıştır bu noktada.

Bugün zafer işareti dendiğinde herkesin kafasında aynı şey canlanır. Şu;



Bu işaretin doğrusu benim verdiğim görseldeki gibi parmakların hafif yatık pozisyonda tutulmasıdır. Öyle PKK’lıların yaptığı gibi değil. Aşağıdaki fotoğraf, İzmir Selçuk’ta bulunan Efes antik kentinden bir kabartmaya ait.



Bu ablamız, duruş pozisyonundan da çıkarabileceğiniz üzere, Yunan mitolojisinde zafer tanrıçasıdır ve adı Nike’dir. Yunan’ın zafer tanrıçası hem ismiyle hem de duruş pozisyonu itibariyle malum spor malzemeleri firmasına ilham kaynağı olmuştur. Karşınızda Nike;

 


Nike, bu ‘’zafer’’ muhabbetini epey sevmiş olacak ki yalnızca isminde ve logosunda yer vermekle yetinmemiştir. Bunlar Nike’ın victory isimli forma kalıplarıdır.


Bu kalıplar ile birçok futbol takımına formalar ürettiler. Mesela Meksika milli takımının 2006 Dünya Kupası forması;



Manchester United 2009;


Bizim Trabzonspor’a da bu formalardan yaptılar. Hatta Burcu Esmersoy’a da giydirdiler hehehehe

 



Bunlar ise 2015-2016 sezonu için modernize edilen victory kalıpları;




Görüldüğü üzere Nike victory sevdasından vazgeçmek niyetinde değildir. Ne diyelim Allah mesut etsin.

Hala var mı bilmiyorum ama eskiden gazetelerde ‘’sarı sayfalar’’ diye bir bölüm vardı. İş ilanları, satılık, kiralık mal mülk ilanları komple burada yer alırdı. Hatta öyle ki insanların zihninde ilan kelimesi ile sarı renk bağdaşmaya başladı. Bugün ise bu ilan işlerinin en yoğun döndüğü platform olan sahibinden.com’un sarı rengi kullanması tesadüf değildir. Nike’ın da sahibinden.com’un da yaptığı başarılı birer toplum hafızasına hitap yöntemidir. Tabi Nike’ın durumunda eski Mısır’dan antik Yunan’a oradan Roma’ya, Roma’dan da günümüz Avrupa medeniyetine doğru yaşanan kültür aktarımının da etkisi vardır. Ancak bu durum hiçbir şeyi değiştirmez. Bunlar gayet başarılı toplumsal hafızaya hitap yöntemleridir. Şimdi gelelim Konfüçyüs’ün söylediği ‘’dünyayı yöneten’’ sembollere.

Antik Mısır’dan başlatıp günümüz Avrupa’sında bitirdiğim(ki oradan da Amerika’ya devam etmiştir) kültür aktarımının en güçlü gözlendiği yer hiç şüphesiz Avrupa Birliği’dir. 1957’de Roma Anlaşması ile resmen kurulmuş olan[1] AB(eski adı ile AET) için sık sık ‘’yeni Roma İmparatorluğu’’ ifadeleri kullanılır. Google’a ‘’European Union’’ ve ‘’Roman Empire’’ kelimelerini beraber yazıp aratın karşınıza farklı farklı tarihlere ait yığınla şey çıkacaktır. Hıristiyanlar –özellikle de Evanjelikler- İncil’de yer alan ‘’Gördüğün canavar bir zamanlar vardı, ama şimdi yok. Biraz sonra dipsiz derinliklerden çıkacak ve yıkıma gidecek. Yeryüzünde yaşayan ve dünya kurulalı beri adları yaşam kitabına yazılmamış olanlar canavarı görünce şaşacaklar. Çünkü o bir zamanlar vardı, şimdi yok, ama yine gelecek’’[2] ifadelerini Roma’nın geri döneceğine yormaktadır.


AB birçok farklı yerde kullandığı sembollerle bu meseleye atıflar yapmıştır. 2 Euro’nun üzerinde boğanın üzerinde oturmuş bir kadın tasvir edilir;



Bu sembol de yine İncil kaynaklıdır. ‘’Ve beni Ruhta çöle götürdü; ve yedi başı ve on boynuzu olan küfür isimlerile dolu kırmızı canavarın üzerine binmiş bir kadın gördüm.’’[3] Bu tasvir ‘’Babil’deki fahişe kadın(Whore of Babylon)’’ olarak isimlendirilmiştir. Yani şu;



Bu tasvir yalnızca paranın üzerinde değil daha başka birçok yerde daha karşımıza çıkmaktadır, bakınız;





Babil kulesinin temsili tasviri şu şekilde yapılmaktadır;



Aha bu da Fransa’nın Strasbourg kentinde yer alan Avrupa Birliği Parlamento binası;



Hıristiyan Avrupa neden tüm kutsal metinlerde lanetle anılan Babil’in ezoterik sembollerini kullanmış ve yeni bir Babil Kulesi inşa etmiştir? Bunun yalnızca tek kelimelik bir cevabı vardır ahali; Evanjelizm! ‘’AmerikanEmperyalizminde Terörün Retoriği; Manifest Destiny!’’ başlıklı yazıda bu meseleyi epey bir ayrıntısı ile anlatmıştım, tekrar oralarda top çevirmek istemiyorum ancak özet olarak Evanjelizm’in Tanrı’ya kafa tutmak üzere bir doktrini olduğunu ve bekledikleri İsa Mesih’in gelişi için dünyadaki kötülükleri desteklediklerini hatırlatmış olayım. Yani demem odur ki Fransa’nın orta yerine Babil kulesi dikmekle Nike’ın victory desenli forma yapması aynı şeyler değildir. İşte ben bu noktada art niyet ararım. Zaten Konfüçyüs de dünyayı semboller yönetir derken böyle olayları kast etmektedir.

Şu fotoğrafa bir bakınız. Yıl 2004 yer Roma, Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin AB üyelik süreci çerçevesinde AB anayasasını imzalıyor.


Ancak siz eğer tarih bilmezseniz, sembolizmin günümüz dünyasındaki önemini bilmezseniz, size Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak tarihin en büyük Türk ve Müslüman düşmanlarından biri olan Papa III. Innocent’in heykeli önünde imza attırırlar. Gerçi ben bilmediklerini de zannetmiyorum ya neyse. Ben öyle pek de milliyetçi bir insan değilimdir, tarih tarihte kalmalı der ve tarihten yeni yeni husumetler çıkarılmasını yanlış bulurum ancak bu olay çok bariz, o kadar da değil ya.  Hani şu fotoğraf hakikaten rezillik, ayin sahnesi gibi ortam. Bizimkiler anlaşma imzaladıklarını zannededursun Avrupalılar orada bir ritüeli yerine getirdi ve resmen bizimkileri t*ş*k oğlanına çevirdiler. Hani diplomatik bir toplantıda biri gelip yanağınızdan makas alsa nasıl aşağılanmış olursunuz bir düşünün hah işte bu olay ondan bile daha büyük bir aşağılanmadır.

1538’de Babaros Hayrettin Paşa komutasındaki donanma Preveze’de, Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasına ağır bir yenilgi yaşatmıştı. 2011’de ise Kaddafi’nin Libya’sına NATO müdahalesi gündeme gelmiş ve hatta dönemin Fransa içişleri bakanı Claude Gueant bu müdahale için ‘’Haçlı Seferi’’ demişti açık açık. [4] Türkiye’nin de iki gemi ile katıldığı bu ‘’Haçlı Seferi’’ Andrea Doria isimli bir gemi tarafından komuta edilmişti. Gerçi artık buna da sembolizm denir mi orasından emin olamıyorum zira kör göze parmak sokarcasına alenen yapılmış bir eylem bu.   

Roma’da imzalanan AB anayasasını anlatırken, ‘’Gerçi ben bilmediklerini de zannetmiyorum ya neyse’’ diye bir ifade kullanmıştım. ‘’Neyse’’ değil, bakın şimdi bunların sembolizmi gayet de iyi bildiklerine ve hatta uyguladıklarına dair bir şey anlatacağım. Kadıköy’deki GATA’yı bilmeyen yoktur. Askeri hastanelerin Sağlık Bakanlığı’na bağlanmasının ardından oranın yeni hali şu olmuştur;


Bu öyle rastgele verilmiş bir padişah ismi değildir. Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanan 31 Mart olayında yer alan subayların büyük çoğunluğu tıbbiyelidir. Türkiye’deki siyasal İslam’ın askere karşı olan hoşnutsuzluğunun temelleri de bence bu olaydır. Velhasıl kelam bu isim değişikliği ile sembolik anlamda 31 Mart olayının rövanşı alınmıştır. Peki, şimdi sizlere sorarım böyle bir şeyi düşünüp başarıyla uygulayanların, Papa III. Innocent’in heykeli önünde imza atmasını nereye koyacağız? Cehalet mi diyeceğiz? Biraz fazla iyi niyetli bir yaklaşım sanki…

Çok da uzun bir yazı yazma niyetinde olmadığım için örnekleri bu kadarla sınırlıyorum. En nihayetinde Konfüçyüs’ün de dediği gibi dünyayı harbiden de semboller yönetir. Çünkü sermaye de politik güç de bugün Siyonizm ve Evanjelizm gibi iki ruh hastası ideolojinin elindedir. Sembollerin yönettiği bu dünyada da ezoterizmi, sembolizmi ve en önemlisi de tarihi bilmemenin affı yok ahali. Temel seviyede dahi olsa bu konularda bilgi sahibi olmak gerekir. Öğrenin olum bunlar okuması keyifli konular.

Artık klasikleşen nutuklarımızı da çektikten sonra biraz da, daha sonraki yazılar hakkında üç beş kelam etmek istiyorum. Planlarım arasında Mayıs ayı içerisinde, Türkiye ile ABD arasında imzalanmış olan ikili anlaşmaları konu edeceğim bir yazı yayınlamak var. Bir de inşallah seçimlerden evvel yayınlarım dediğim bir yazı var ki onun konusu sürpriz olsun, vereceğiniz oyu dahi etkileyebilir. Tekrar söylüyorum inşallah seçimlerden önce bitirebilirim.

Hadi selametle…

--------------------------------------

[2] Vahiy 17:8
[3] Vahiy 17:4