21 Temmuz 2020 Salı

Umut

Selam ahali, bu dünyada iyi insanlar var. Bu iyi insanlardan biriyle karşılaşabilmek de hiç şüphesiz ki ihtimal dahilinde. Ancak benim umudum yok ahali. Kahir ekseriyetten farklı bakıyorum dünyaya. Bu bakış kimilerince bir sorun. Emek isteyen bir yapım var. Ulaşılabilmek için emek, diyalog kurabilmek için emek, anlayabilmek için emek, samimiyet geliştirebilmek için emek, hayatına dahil olabilmek için emek, değer görebilmek için emek... Çalıkuşu’nu okudunuz mu lan? Çalıkuşu’ndaki Cemile var ya onun insan psikolojisine hakim ve çok yüksek tahammül sahibi olan versiyonu lazım bana. Sorunlu bir yapıyı devralıp işleyen bir makineye çevirecek, bataklığı kurutup çiçek bahçesi haline getirecek... 

Ancak bu yüzyıl öyle bir yüzyıl değil. Bu yüzyıl, kimsenin sorunlarla uğraşmak istemediği hatta bırak uğraşmayı yüzleşmek dahi istemediği bir yüzyıl. 

Tabi olum o kadar instagram filtresi ne boka var? Yüzündeki çopuru, sivilceyi veya başka başka kusurları yok sayıp porselen gibi bir yüz görebiliyorsun. Sıfır sıkıntı. 

Eskiden ayakkabı tamircileri vardı. Ayakkabılar, tamir edilirdi. Zira arz bugünkü seviyelerde değildi. Kolay bulunmuyordu ayakkabı, pahalıydı. Ancak bugün öyle değil ucu açılan ayakkabı çöp tenekesini boyluyor. Kim giyer ucu patlamış ayakkabıyı? Kim neden uğraşsın böyle bir sorunla? 

Cellatlar ahali, düşünmezler. Sadece önlerine gelen kelleyi kesip infazı gerçekleştirirler. Görevleri budur. Cerrahların ise düşünmeye vakitleri yoktur. Karar vermeleri için tek bir an vardır. Gaddar ve acımasız görünürler. Gerektiğinde vücudun yani bütünün salahiyeti için parçayı acımadan, tereddüt etmeden keser atarlar. 21. Yüzyıl insanı da tıpkı cerrahlar gibi sorunlu gördüğü parçayı anında hayatından çıkarmaktadır. Ancak insanlar, çöpe giden ayakkabı veya kangren olmuş bir organ değildir. Cerrah olmaya niyetlenirken arkanızı döndüğünüz insanın celladı olabilirsiniz. 

Hadi selametle

19 Mayıs 2020 Salı

Birtakım Komplo Teorileri

Selam ahali, komplo teorileri önemli bir düşünce yöntemidir. Komplo teorileri, şaşmaz birer gerçeklik olarak bellenip iman edilmediği sürece oldukça faydalı da olabilirler. 

Komplo teorisi yazabilmeniz için öncelikle onu somut bir gerçeklikle temellendirmeniz gerekir. Ortada bir gerçek vardır ve ardındaki boşluklara siz teorilerinizi kurarsınız. Asparagas ile komplo teorisi arasındaki fark da burada ortaya çıkar. Asparagas, tamamen yalandır ancak tamamen yalan söyleyerek komplo teorisi yazamazsınız çünkü komplo teorileri, bir gerçeklik ile temellendirilmediği sürece ayakta kalamaz. Komplo teorileri ihtimal hesabıdır. 

Uluslararası strateji merkezlerinin, istihbarat teşkilatlarının ve think-tank kuruluşlarının da geleceğe yönelik raporlar yayınlarken yaptıkları tam olarak budur aslında. Ellerinde bir veri vardır ve o verinin üzerine birtakım komplo teorileri geliştirirler. Türkiye’de bu think-tank kuruluşlarının raporlarını en çok ciddiye alan kesimin komplo teorisyenleri olması da bu açıdan oldukça ironiktir. 

Örneğin Graham Fuller’in 1991 yılında RAND Corporation için kaleme aldığı “Turkey Faces East; New Orientations Toward to Middle East and The Old Soviet Union” başlıklı raporda, Türkiye’nin geleceğinin siyasal İslamdan geçtiği, Türkiye’de İslamist bir partinin iktidar olması gerektiği ve Neo-Osmanlıcılık akımlarının popüler olacağı gibi o dönem kimsenin aklına dahi gelmeyecek saptamalar yer almaktadır. [1] Kimsenin aklına gelmeyecek diyorum zira 1991 yılında Türkiye’de bir seçim yapılmış[2] ve şu sonuçlar alınmıştı;

  

Her ne kadar sağ partiler başı çekiyor görünse de o dönemin sağında dini motifler pek yoktu. Türkiye siyasetinde dini söylemleri politikasının merkezine koyan ilk lider Necmettin Erbakan’dı. Erbakan’ın Refah’ını da sıralamada 4. parti olarak görüyoruz. Özetle şu konjonktürde “Türkiye’nin geleceği siyasi İslamdır” diye bir yorum yapmak isabetli bir tahminden ve öngörüden fazlasıdır ahali. 

Bakınız önce elimdeki verileri alt alta sıraladım şimdi sıra geldi komplo teorisi yazma kısmına. Fuller’in raporu ve 91 seçimleri sonucunun artarda vererek zemini hazırladım artık okuyucunun zihni “siyasal İslam dış destekli bir projedir” yargısını yadırgamayacaktır. Hatta öyle ki bu cümleyi kurarken başka bir delil göstermeme dahi gerek kalmamıştır. İşte gayet başarılı bir şekilde oluşturulmuş bir komplo teorisi! Ha bu arada Türkiye’de siyasal İslam, özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi, gayet de dış desteklidir. Zaten bu blogda AKP’nin nasıl kurulduğunu defalarca anlattım burada komplonun teorilik bir durumu kalmamış direkt olarak uygulamaya geçilmiştir. Bu örneği sadece teknik olarak bir komplo teorisi nasıl oluşturulur bunu ortaya koyabilmek adına verdim. 

Malum salgın sürecinde evde geçirdiğimiz sürelerin artışıyla birlikte birçok şeye daha çok vakit ayırma imkanına sahip olduk. Benim okuma ile ilgili bir problemim yok, uzun yıllardır bunu bir düzen içerisinde sürdürüyorum ancak bir şeyler izleme konusu bende hep eksik kalmıştır. Birçok kült filmi, meşhur dizilerin çoğunu falan izlememişimdir. Bir şeyler izleme durumu kişiyi edilgen bir pozisyona soktuğu için özellikle dizi izleme işini bir türlü oturtamadım. Düşünsene oturuyorsun, sürece bir dahlin yok ve sadece izliyorsun... Hal böyle olunca birçok “efsane” olarak kabul gören uzun soluklu diziye de bir türlü tahammül gösteremiyordum. Bunlardan biri de Prison Break’ti. Evet, 2020 yılı itibariyle baya oturdum evde Prison seyrediyorum. 

Michael Scofield, Fox River hapishanesinden kaçtıktan sonra planını adım adım uygularken bir noktada radara takılıyor. Dizinin en az Scofield kadar psikopat Federal’i Alexander Mahone, Michael’ın hapse girmeden önceki kredi kartı hareketlerinden planın aşamalarını ve nereye gideceğini çözüyor. Bunu görünce benim kafamda birtakım şimşekler çaktı ahali. 

Şubat ayının ikinci haftasında İzmir’de şehrin biraz dışında kalan bir yere yerleşme durumum olmuştu. Bölgede ATM olmadığı için alışverişlerimi hep banka kartı ile gerçekleştirmek durumunda kalmıştım. Ki beni yakından tanıyanlar iyi bilir bu kart işleri hiç adetim değildir, nakitçiyiz. Tüm bu teranelerin üstüne bir de salgın patlayınca bu sefer de artık tercihen nakit kullanmamaya başladım. İstanbul’a geri döndüm, her yerde ATM var ancak aylardır nakit para kullanmıyorum. Şaak diye temassız geçiyorsun, tertemiz. 

Türkiye’de pek konuşulmuyor ancak dünyada “nakitsiz toplum” olgusu önemli bir tartışma konusudur. Salgınla birlikte ortaya atılan komplo teorilerinde yok insanlara çip takacaklar bilmem ne diye ortaya bir takım teraneler attılar ancak böyle bir şeye gerek yok ki. Kredi kartları ve akıllı cep telefonları ile o mahremiyet alanı kırılalı çok oluyor. Takibat yapabilmek için daha çipe ne hacet? 

Twitter’da 2019’un sonlarına doğru, gram altın o sıra 270’lerde seyrediyor, altının gram fiyatının 300₺’nin üzerine çıkacağını yazmıştım.[3] Ki yakın çevremi 248’lerdeyken falan uyandırmıştım mevzuya. Altın fiyatlarındaki hareketlenmeyi görenler bu sefer bana, “bak şuradan şu kadar altın aldım” gibisinden banka hesaplarını göstermeye başladılar bana. Ancak bu noktada da altını bankalardan sanal olarak değil fiziksel olarak kuyumculardan almanın daha doğru olacağını salık verdim. Zira bankalardan satın alınan altınların durumu biraz şaibeli ahali. 

Bankalara kalsa dünyadaki toplam 170.000 tonluk altın rezervi sanal olarak 5'e katlanırdı. Bizde de özellikle muhafazakar kesimin elinden fiziksel altını toplamak için “Katılım Bankaları” küreselcilerin tavsiyesiyle araç olarak kullanıldı. Sanal banka hesaplarına güvenmek hiç ama hiç akılcı bir yol değildir. Çünkü bir kriz anında bankalar size mevduatınızın korunacağının garantisini vermez. Kredi borcunuz banka batsa dahi sizden tahsil edilir ancak batan bankadaki birikiminize aynı durumda elveda demek durumda kalırsınız. 

ABD’de 5 Nisan 1933’de çıkan başkanlık kararnamesi tüm Amerikan vatandaşlarının ellerindeki altınları Amerikan hazinesine teslim etmeleri gerektiğini buyurmuş aksi halde davrananların da hapis cezasına çarptırılacaklarını bildirmişti. Roosevelt altın ihracatını da yasaklamıştı. [4] Merkezden bu tarz dayatmaların ne zaman geleceği belli olmaz. Bu yüzden altını fiziksel olarak edinmek en garantici yöntemdir. Bankaların altın hesapları, karşılığı olmayan sanal vaatlerden ibarettir.

Salgın ile birlikte artık yeni normal olarak görülen toplumun nakitsizleşmesi ve ekonominin sanallaşması kesinlikle temkinli yaklaşınılması gereken trendlerdir. 

Velhasıl kelam komplo teorilerini yegane gerçek kabul edip iman etmek oldukça dangalakça bir tavırdır. Öte yandan komplo teorilerini gözardı etmek de sizi orijine ilk dangalak ile aynı uzaklıkta konumlandıracaktır. 

Hadi selametle...

————————
[1] Turkey Faces East; New Orientations Toward to Middle East and The Old Soviet Union - https://www.rand.org/content/dam/rand/pubs/reports/2007/R4232.pdf



[4] James Rickards, Çöküşe Giden Yol, 2017

15 Mayıs 2020 Cuma

Ben Varım!

Selam ahali, son yazıda “birey olmak harika bir şey lan” demiştik oradan pası alarak başlıyorum. Malum süreçle birlikte evde geçirdiğim sürelerin artmasıyla beraber blogdaki örümcek ağlarını temizliyoruz. Bir sürü şey anlatmak istiyorum. Bu yazıda birey olmanın faziletleri ve ideolojiler üzerine birkaç kelam edeceğiz. 

Kişinin kendi iradesiyle hareket edebilmesi “birey” olabilmesi çok değerlidir. Ancak bu “birey olmak” lafı genelde insanların götünden anladığı da bir kavramdır. 

İnsanlar(ın çoğu) kendilerine önce bir kişi veya ideoloji belirleyip ardından bu belirlediği kişiyi veya ideoloji tüm konularda tek otorite olarak tanır ve bu noktadan itibaren kendine bir konfor alanı oluşturur. Bu konfor alanı kişiyi, bir şeyleri açıklama zahmetinden kurtarır. Zira artık “ben” değil “biz” oluşmuştur. Bu bir ideolojik topluluk olabilir, dini bir tarikat veya cemaat olabilir hatta hayatın tüm alanlarında etkili ve kişi iradesini ortadan kaldıran kollektif bir karar alma mekanizması var ise bu aşiret ve aile bile olabilir. Ben bunlardan ideoloji üzerine daha çok duracağım. Zira tarikat-cemaat işlerine girersek teolojik bir takım şeyler olayın içerisine dahil olacak aynı şekilde aşiret-aile bağlamı yine biraz psikolojinin konusu olacağı için bu noktada yazıya böyle bir sınır çizmeyi uygun buluyorum. 

İdeolojilerin yarattığı konfor alanları; kitleleri öylesine kısıtlamış, öylesine sarıp sarmalamış ki sanki ideolojileri olmasa herhangi bir bilgi birikimi de kalmayacak elinde. İnsanlar bilmiyorlar ahali kavramlar üzerine hiç kendi kendilerine düşünmemişler. İdeolojileri onlara ne vermişse o; hep ezber, hep slogan alabildiğine duygu sömürüsü ve demagoji!


Araçları amaç yaptılar, hatta tanrı yaptılar tapıyorlar! Bir şeyi bu kadar yüceltirsen ne olur? Bireyler önemsizleşir ahali. Ölünce de üstüne basıp devam ederler. Dava uğruna ölmek değil uğruna yaşamak kutsanacak ki dava, dava olabilsin. İnsanları öldürmek değil yaşatmaktır marifet. 

2015 yılında yazdığım “Rockefeller ve Ford Vakıfları, Tavistock ve Lokal Uyutma Paketleri” başlıklı yazıda Tavistock Vakfı’nın toplumsal uyutma paketlerinden bahsetmiştim[1]. Dr. Fred E. Emery, toplumsal uyutmanın üç aşamada gerçekleştiğini ifade ediyor; 

1- Moral(Ahlak) değerlerini yitirme(Demoralisation); Bu aşamada “amaca giden yolda her şey mübahtır” anlayışı kendini gösterir.

2- Zihni Bölünme(Segmentatiton); Bu aşamada kişi, zihninde yerleşik olan birey olma görüşünden kopup kollektif mantığına geçer.

3- Zihni Ayrışma(Disassocation) Bu aşamada kişi fantezilerle, gerçekleri birbirine karıştırıp robotlaşmış birey hükmüne geçer. İdeallerin pençesinde gerçeklerden kesin kopuş.[2]

Buradaki aşamaları doğrular nitelikte son günlerde siyasi bazlı nefret söylemleri müthiş bir ivmeyle artıyor. “50 kişiyi götürmekten” bahsedeni mi dersin “Nevşin’i ben alayım, Canan’ı sen al, Berna’yı o alsın” diye kendince paylaşım yapanı mı dersin kalkıp bir de bu dehşet verici söylemleri savunanlar var. Akıl alır gibi değil ya. Hani gerçekten cahilliğin ve nefretin sonu yok gibi. Biz, bir şey yazarken on defa düşünüp öyle yazıyoruz. Bir insanla öyle veya böyle tartıştığımız zaman “acaba” diye düşüncelere dalıyoruz. Siz nasıl insanlarsınız? Hiç mi kendi kendinize muhakeme yapmazsınız? Bu nasıl bir zihniyettir? 1970’lerde bu coğrafyada insanlar birbirini kesiyordu. Ne katliamlar ne acılar yaşandı. Hiç ders alınmamış demek ki. Hatta dersten de öte “keşke soylarını kurutsaydık” gibi bir pişmanlık hali var sanki. Gerçi bir tanesi çıkıp “içinde kalan” şeyleri televizyonda açıklamıştı; “15 Temmuz içimizde kaldı yapmak istediklerimizi yapamadık” diye. Hangi gerekçe, hangi doktrin bir cinayeti hele de bir katliamı gerekçelendirebilir? Hangi dine hangi davaya inanıyorsunuz ya?

Şu konjonktüre bir göz atın bakalım Dr. Emery’nin saydığı aşamaların hepsi de var. Ahlaki değerlerin yitirilmesi desen var, kitle psikolojisi desen var, fantezilerle yaşayıp gerçekliklerden tamamen kopuş hali desen gırla... 

İbrahim Üzülmez gibi kafayı eğip son çizgiye kadar topu sürmek yerine arada bir o topa basıp etrafınızda nelerin olduğuna bir bakmayı deneyin. 

Tefekkür ve bireysel muhakeme önemli kavramlar. Paket programlar halinde ideolojileri tabir yerindeyse “satın alıp” peşinen kapitalist, komünist veya herhangi bir şeyist olmadan önce konulara nasıl yaklaşılması gerektiğini bağımsız bir şekilde kendi inşa ettiğiniz hayat görüşü ve değerler silsilesi çerçevesinde değerlendirin. 

Enerji politikaları uzmanı Doç. Dr. Volkan Özdemir, Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’de taksiye biner ve şoföre sorar; “AB üyesi Hırvatistan’ın vatandaşısın. Halinden memnun musun?” Taksici ise şöyle yanıt verir; “Yugoslavya döneminde yılda iki kere tatil yapıyordum. İyi bir eğitim aldım; doktora derecesine yükseldim. Çocuklarımı rahat büyüttüm. Şimdi geçinemiyorum. Düşük emekli maaşı nedeniyle taksicilik yapıyorum. Liberalizm bir Alman için çok iyi olabilir. Ben de Alman olsam, isterdim. Ama dünyaya Hırvat olarak geldim. Beni kimse hayatın eskiye oranla daha iyi olduğuna ikna edemez!”[3]


Uluslar da tıpkı bireyler gibi, bazı küresel çevrelerin taklitçisi veya takipçisi olarak kalkınamaz, refaha eremez. Bağımsızlık arzusunda olan toplumlar ekonomik sistemleri de dahil olmak üzere kendine özgü modeller ortaya çıkarmak durumundadır. Ben ki blogda komünizm karşıtı kaç tane yazı yazmış adamım ancak bu kapitalizme koşulsuz şartsız teslim olmayı gerektirmemektedir. Kendi içerisinde bulunduğumuz şartları gözeterek özgün sistemler kurmak bu noktada ulusal çıkardır. Neden bir şeyleri “ya o ya da bu” sığlığına indirgeyelim ki? 


Atatürk’ün “devletçilik” olarak ilkeleştirilen devlet destekli kapitalizm karma ekonomik modeli buna iyi bir örnektir. Dünyada kişilerin ve ulusların liberalizm veya sosyalizm gibi net davaları olamaz. Bireyler için de devletler için de arzulanan yegane şey refahtır ve bu refah kimi zaman piyasa serbestisiyle kimi zaman ise korumacı politikalar ile sağlanabilir. Bu yalnızca Hırvatistan veya Türkiye için değil liberalizmin kalesi ABD için bile geçerlidir.
ABD’de 5 Nisan 1933 tarihinde çıkan başkanlık kararnamesi tüm Amerikan vatandaşlarının ellerindeki altınları Amerikan hazinesine teslim etmeleri gerektiğini buyurmuş aksi halde davrananların da hapis cezasına çarptırılacaklarını bildirmişti. Roosevelt aynı zamanda altın ihracatını da yasaklamıştı. Görüldüğü üzere lüzumu hasıl olduğunda ABD’de bile serbest piyasa kavramı askıya alınabilmektedir.[4] Hatta bugün Donald Trump da aynı şeyi yapıyor. Sen şimdi kalkıp da Trump’a komünist diyebilir misin? 

Demek ki neymiş, hayatta her şeyi basmakalıp ideolojiler ile açıklayamıyormuşsun öyle değil mi? Önce birey olacaksın, şunun bunun dediği üzere değil öz muhakemen ile karar alacaksın ondan sonra biraz da cesaretli olup vardığın sonuçları paylaşacaksın. 

Milli mücadele döneminde, İngiliz mandası mı? Amerikan mandası mı? diye tartışılan bir ortamda Atatürk çıkıp bambaşka bir şey koydu ortaya; bağımsız cumhuriyet! Daha sonra yine dünya, kapitalizm mi? komünizm mi? diye ayrışmışken Atatürk bambaşka bir şey ortaya attı; Devlet destekli kapitalizm(Devletçilik)! 

Kimseye Mustafa Kemal Atatürk olun demiyorum ama hiç değilse kendiniz olun be. Birey olun olum. Kapitalizm eleştirerek bireycilik övgüsü yapıyor olmam biraz ironik görünüyor belki ama vallahi meseleler basmakalıp ideolojilere sığacak gibi değil! Velhasıl kelam, inanmayın bilin.

Hadi selametle...

—————————-


[2] Dr. Fred E. Emery, “The Next Thirty Years: Concepts, Methods and Anticipations” Human Relations Magazine, Tavistock Institute, 1 Ağustos 1967. https://journals.sagepub.com/doi/pdf/10.1177/001872676702000301

EMERY, F. E. & TwIST, E. L. (1965). The causal texture of organizational environments . Hum. Relat. 18, 21-32 .

[3] Doç. Dr. Volkan Özdemir, “Yenilenen Dünya Eskimeyen Türkiye”


29 Nisan 2020 Çarşamba

Devlet Diyanet Siyaset

Selam ahali, hemen hemen her sosyal konu üzerinde siyah ve beyaz kadar net fikirleri olan bir adamım ve bu fikirler kimi zaman bir kesimden kimi zaman da onun tam karşısında duran kesimden destek görüyor. Ortayolcu muyum? Hayır, yalnızca bir ideolojiye iman etmediğim için olaylara ve olgulara paket programcı bir zihniyetle yaklaşmıyorum. Bu yazının konusu değil ama birey olmak harika bir şey lan. Sözüm olsun bu konuya da ayrıca değinelim.

Ne diyorduk; siyah ve beyaz! Bu renk kartelası içinde diyanet benim için bir gri alandır. Bu yazıda güncel bir tartışmadan hareketle neden gri alan dediğimi ve diyanetin statüsünü konuşacağız. 


Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın yakın zamanda sarfettiği eşcinsellik ile ilgili sözleri malumunuz epey bir gündem yarattı. “İbneliğin lüzumu yok” deyip arkasında duranı da “diyanet kapatılsın” deyip linç edeni de oldu. Hatta Ankara Barosu "Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'ın İnsanlığın Bir Kesimini Nefretle Aşağılayıp Kitlelere Hedef Gösterdiği Konuşmasıyla İlgili Basın Açıklaması" başlıklı bir bildiri yayınladı. 



Bunun üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara Barosu yöneticileri hakkında halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama suçundan soruşturma başlattı. Ortalık baya bir karıştı. Baronun bu açıklamayı yaparkenki dayanağı 1 Mayıs 2011'de imzaya açılıp kabulü ise geçen sene gerçekleşen İstanbul sözleşmesi! 

İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, “kadına karşı şiddet, ev içi şiddet, toplumsal cinsiyete dayalı şiddete ilişkin kapsamlı tanımlamalar yaparak; cinsiyet, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği temelli tüm ayrımcılık biçimlerine karşı mücadele edilmesi, erkek şiddetinin önlenmesi, şiddete karşı tedbir alınması” konusunda taraf devletlere pek çok yükümlülük getiren uluslararası bir anlaşmadır.[1] Tam metnini yazının sonuna ekleyeceğim meraklı olan girsin okusun, hizmette sınır yok. 


Ali Erbaş ne demişti bi’ hatırlayalım; “İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lûtîliği, Eşcinselliği lanetliyor. Nedir bunun hikmeti. Hastalıkları beraberinde getirmesi ve nesli çürütmesidir, bunun hikmeti. Yılda yüzbinlerce insan gayri meşru ve nikahsız hayatın islamî literatürdeki ismi zina olan bu büyük haramın sebep olduğu Hiv virüsüne maruz kalıyor.”[2] 

Liberal ve seküler bir kişi, pek tabi ki bir din adamının eşcinsellik ile ilgili söyleyeceklerinden rahatsızlık duyacaktır. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Zira Ali Erbaş’ın sözleri islami açıdan gayet doğrudur. Eşcinsellik Kur’an’a göre baya baya günahtır ve kınanır.[3] Ancak burada esas tartışılacak konu eşcinselliğe bakışın nasıl olacağından ziyade diyanetin statüsü olmalıdır. 


İnsan yaşamının büyük bir çoğunluğuna din yön verir. Din kelime olarak düzen demektir. Bir dine inanan kişinin hayatı boyunca uyması gereken iki ayrı düzen vardır;

1- Dinin getirdiği düzen 
2- Anayasal düzen

Ancak bu noktada bir kişi inandığı dinin eşcinselliğe onay vermediğini ve bunun kınandığını ifade ettiğinde bu durum anayasal düzence suç teşkil ediyorsa buradan büyük bir siyasi kriz çıkar. Eğer bu kişi Diyanet İşleri Başanı ise daha da başka şeylerden bahsetmek gerekecektir. Bazı sorularım olacak. 

1- İmam gibi giyinip camilerde okunacak hutbeyi belirleyen Diyanet İşleri Başkanı, eşcinselliği haram kılan İslam dininin temsilcisi midir yoksa eşcinsel haklarını koruma altına alan İstanbul sözleşmesine imza koyan devletin mi?
2- Bu paradoksu nasıl çözersiniz? 

Gelin şu işi bir çözüme kavuşturmaya çalışalım. Diyaneti kapattık diyelim. Milyonlarca liralık bütçesi ile bir halta derman olamayan, daha imsak saatini bile doğru düzgün hesaplayamayan ve adı bir yığın skandala karışmış şaibeli bir kurumdan kurtulduk. Buraya kadar gayet güzel. Ancak camilerin kontrolü bu durumda kime geçecek? Diyanet bile zaten halihazırda bir yığın ipe sapa gelmez hurafeyi savunurken diyanetin olmadığı bir ortamda ortaya çıkabilecek dezenformasyonu düşünebiliyor musunuz? Türkiye’de kamyonla cumhuriyet düşmanı cemaat, tarikat var. Diyanetin yokluğunda bu toplulukların camileri karargah edinmeyeceklerini kim garanti edebilir? Milli güvenliğe tehlike arz eden tek oluşumun Fethullahçılar olduğunu mu düşünüyorsunuz? Diyanetin merkezi hutbesi tüm camilerde okunuyor ve insanlar buna diyanetin internet sitesinden rahatlıkla erişebiliyor ancak bu otorite ortadan kalktığında o kürsülerden kim bilir neler söylenecek var mı tahmini olan? Öte yandan diyanetin devamının da savunulacak yanı yoktur. Mercedesler, nereye harcandığı belli olmayan milyon liralık devasa bütçeler, insanları zorla ateist yapacak mealler yayınlamalar, Ensar gibi vakıflarla iş tutmalar iktidar sahiplerinin elinde oyuncak olup dini bu amaçla eğip bükmeler ve daha nice rezillikler...

Neden gri alan dediğimi şimdi anladınız mı? Diyanet meselesi iki ucu boklu değnektir ahali. Ben bu işin içerisinden çıkamıyorum. 

İslam, yapısı gereği aslında bu tür kurumlara ihtiyaç duymaz ancak halktan her daim böyle bir talep olmuştur. Talebin olduğu yerde de arz kaçınılmazdır. Bu arzı devlet yapmazsa özel sektör yapar. Ortalığı ne idüğü belirsiz sapık tarikatlara cemaatlere bırakmaktansa devletin olaya müdahil olması bence hiç değilse ehveni şerdir. Mustafa Kemal Atatürk de diyaneti büyük ihtimal bu noktada benzer düşüncelerle kurmuş olsa gerek zira laik cumhuriyet ile bir tezat oluşturmamak adına bir bakanlık değil müsteşarlık ayarında bir kurum ortaya koyuyor. Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an-ı Kerim’in Türkçe çevirisini yaptırmış olması ise belki de insanlara İslam’ın ruhuna uygun olarak dini otoriteye mahkum olmama güdüsünü kazandırarak birgün Diyanet İşleri Başkanlığı’nın misyonunu tamamlaması umuduyla gerçekleşmiştir. 

Özellikle Atatürk ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluşu ile ilgili olan son kısım yorumdu, herhangi bir iddiam yok burada.

Sonuç olarak, insanlarını düzgünce eğitemediğin sürece dünyanın en başarılı sistemlerini ve kurumlarını da kursan, o sistemler ve kurumlar en nihayetinde bir şekilde birer manipülasyon aracı haline gelecektir. 

Türkiye her ne kadar yüzünü batıya dönmüş olsa da bir doğu ülkesidir ve her ne kadar doğulu olsa da diğer doğululara benzememektedir. Coğrafya kaderdir. 

Hadi selametle...

——————————-
Notlar 


[3]Kur’an; 7/80, 11/78,81, 15/62,68,71, 21/74, 26/168, 27/54, 29/28,30,32 vd.

24 Nisan 2020 Cuma

Hilafet Hürriyet Haysiyet


Selam ahali, bir 23 Nisan’ı daha geride bıraktık. Milli bayramların genelinde olduğu gibi yine Atatürk alerjisi olan kimi cumhuriyet düşmanları birtakım saçma sapan çıkışlarıyla gündemi meşgul ettiler. Bu sebeple milli mücadele dönemi ve halifelik konularında birkaç kelam etmek istiyorum. Aslında bu gibi zevatları ciddiye alıp da kalem oynatmamak lazım da işte bakma. Hem malum saçmalıklara cevabımızı vermek hem de biraz halifelik üzerine konuşmak istiyorum.

‘’Bilgisi olmadığı halde fikri olanlar cemiyeti’’nin kıdemli üyelerinden Fatih Tezcan şöyle bir şey yumurtladı.

   

Yalanın vergisi olsa bunlar vergi rekortmeni olur.


  • ·         Birinci Dünya Savaşı bitmiş Osmanlı paylaşım masasında, Sevr imzalanmış beyefendi Sevr’i imzalayanlara karşı çıkıp işgal kuvvetlerine karşı yeni bir savaş veren kadroyu ‘’düşmana bir mermi atmamak’’ ile itham ediyor. Allah akıl fikir versin.
  • ·         İkinci iddiası ise devlet ve meclis varken başka bir şehirde paralel meclis kurulmuşmuş bak sen. Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihi 23 Nisan 1920, 16 Mart 1920’de ise İstanbul işgal ediliyor! İngiliz Yüksek Komiserliği Salih Paşa’ya 16 Mart 1920 saat 09.40’da bir nota vererek saat 10.00’dan itibaren İstanbul’un işgal edileceğini, M. Kemal ve milli hareketin öbür liderlerinin Osmanlı hükümetince derhal red ve inkâr edilmeleri gerektiğini bildirir.[1] Aynı gün işgal başlar; tren ve vapur seferleri durdurulur, yollar kapatılır, Harbiye Nazırlığı ve PTT işgal edilir, polis teşkilatının yönetimine el konur. Şehzadebaşı karakolu İngilizlerce basılır 6 er şehit edilir, 15 er yaralanır sivil ve asker 150 kişi tutuklanır.[2] Yani Fatih Tezcan beyefendinin var dediği devlet bu haldedir. Osmanlı Devleti, Ankara’daki meclisin açılmasından 37 gün önce zaten fiilen yıkılmıştır. Şu olay hakkında paralel falan diye konuşmak büyük terbiyesizliktir, ayıptır. Paralel işlerini ise Fatih Tezcan’ın kendisi daha iyi bilir.





  • ·         Millete bir kere dahi sormadan işgalcilerin emellerinin gerçekleştirildiği iddiası ise utanmazlığın aymazlığın zirve noktasıdır ahali. Saltanatı savunup da her kararı millet meclisinde oylayarak veren bir yönetime şunları söylemek için Fatih Tezcan olmak gerekir. Hem de dönemin padişahı Vahdettin 8.11.1918 ve 16.3.1920’de tarihlerinde olmak üzere iki defa ‘’millet bir koyun sürüsü! Bu sürüye bir çoban lazım! İşte o da benim.’’ [3] demişken! Peki ya o işgalciler niçin İstanbul hükümetine kendi emellerini gerçekleştirecek kişileri tevkif etmeleri yönünde nota veriyor? Adamlar Matrix’deki kaşığı büken çocuk gibi tarihi eğip bükmeye çalışıyorlar. Ancak katranı kaynattık olmadı şeker sayın Fatih Tezcan!

İşbirliği nedir görmek ister misiniz ahali?


  • ·       Konya eşkıyalarından Delibaş Mehmet’in tellalını ‘’Halifenin müttefiki olan İngilizler, Pınarbaşı’na doğru geliyorlar. Onlarla birlik olup Kuva-yı Milliyecileri yenecğiz!’’ diye avaz avaz bağırtmaktır. [4]
  • ·         Gerede isyanı öncülerinden Divitli Eşref Hocanın ‘’… Tek başımıza İngilizler’e meydan okuyoruz. Bu en büyük küfürdür.’’ şeklinde nutuk atmasıdır.[5]
  • ·         Konya’da ‘’Kim milliyetçilerle birlikte Yunan’a karşı giderse, şer’an kâfirdir.’’ fetvası vermektir.[6]
  • ·         Cami kapılarına ‘’M.Kemal’in ardına düşmek ve emrine itaat etmek, şer’an küfürdür. Karısı boş düşer!’’ yaftaları asmaktır.[7]
  • ·         Sabah gazetesinin 7 Ağustos 1919 baskısını ‘’İngiltere en büyük İslam devletidir!’’ manşetiyle çıkarmaktır.[8]
  • ·         Vahdettin’in milli mücadele hareketine karşı çıksınlar diye Kambur İzzet’i İzmir’e vali, Gümülcineli İsmail ile Nemrut Mustafa’yı Bursa’ya vali, Artin Cemal’i Konya’ya vali, Ali Galip’i Mustafa Kemal’i yakalasın diye önce Elazığ’a sonra Sivas’a vali, Abdurrahman Bey’i Adana’ya vali, Anzavur Ahmet’i(ki eşkıyadır) Balıkesir’e mutasarrıf, Osman Kadri’yi Bolu’ya mutasarrıf ve İbrahim Bey’i İzmit’e mutasarrıf olarak göndermektir.[9]

Tüm bunlar olurken hem Damat Ferit hem de Vahdettin defalarca İngilizlerden güvence talebinde bulunacak ve olumlu dönüşler de alacaklardır.[10] Biri işbirliği mi demişti?

O dönem için şunu çok net bir şekilde ifade edebiliriz ki hem devlet iradesi hem de halifelik makamı özellikle İngilizler olmak üzere çeşitli hegemonların elinde oyuncak olmuş Vahdettin ve İstanbul yönetiminin ileri gelenleri de kendi kişisel ikballerinin dertlerine düşmüşlerdi.

Halifelik zaten dini bir kavram olmaktan ziyade siyasi bir makamdır. Hani ‘’Hıristiyanların başında Papa var da bizim başımızda neden bir Halife yok veya neden olmasın’’ şeklindeki meşhur itiraz bu noktada İslam’ın yapısı gereği açığa düşüyor. Çünkü baktığınız zaman Hıristiyanlıkta papazlar, ruhbanlar, azizler vs. yığınla din görevlisi unvanı vardır ve bunlar yüzyıllar boyunca önemli bir toplumsal sınıf oluşturmuştur. İslam ise çıkış noktası gereği tüm bu ruhban sınıfı teranelerine karşıdır.  Kur’an’da dinin yegâne sahibinin Allah olduğu ve inananların da başka bir dini otorite tanımaması gerektiği net bir şekilde ifade ediliyor. Bunu da blogda defalarca açıkladık zaten. Öte yandan Halife olarak adlandırılan kişi Muhammed peygamberin vefatından sonra İslam devletinin yöneticiliğini sürdüren kişiyi karşılayan bir kavramdır. Kelime olarak da ‘’ardından gelen’’ anlamını taşıyan halef sözcüğünden türemiştir. Buna bir kutsallık atfetmek İslami açıdan da doğru bir tavır değildir. Ki zaten Osmanlı padişahları da halife unvanını aktif bir şekilde pek kullanmamışlardır. II. Abdülhamid’i burada ayırıyorum. Sadece II. Abdülhamid ‘’ben halifeyim’’ diyerek bu unvanı aktif ve etkili bir biçimde kullanmayı tercih etmiştir. Halifelik unvanının Osmanlı’da kullanılışı da devlet gücünün zayıfladığı dönemlerde ‘’Müslümanlar, birlik olalım bakın burada halife var’’ gibi bir tutumla gerçekleşmiştir. Meşhur Osmanlı – Rus savaşları sonrasında Ruslar, Osmanlı bünyesinde bulunan Ortodoks tebaanın hamiliğini talep edince Osmanlı da halifeliği öne sürerek Rus nüfuzu altındaki Müslümanlar üzerinde hâkimiyet talep etmiştir. Tamamen siyasi amaçlarla gerçekleşen bir hilafet vurgusu var ortada.

Halifelik kurumunun bunun dışında aktif bir şekilde kullanıldığı durumlar ise artık Osmanlı’nın dış politikada herhangi bir yaptırım gücünün kalmadığı ve Düvel-i Muazzama’nın kontrolünde kukla olmak şeklinde gerçekleşmiştir.


  • ·         1788’de I. Abdülhamid, İngilizlerle çatışan Maysor hükümdarı Tippu Sultan’a İngilizlerle savaşmaktan vazgeçmesini öğütleyen bir mektup yazmıştır. [11]
  • ·         1857’de İngiltere yine en önemli sömürgelerinden biri olan Hindistan’da çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Müslümanların da olaylara dahil olmaları üzerine İngilizler konuyu dönemin Osmanlı padişahı Abdülmecid’e taşır. Abdülmecid de Hamdi Efendi başkanlığında bir ulema kurulunu Hindistan’a yollamıştır. [12]
  • ·         II. Abdülhamid’in de yine Hindistan’da İngilizlere karşı çıkacak bir isyanı önlediğini Kadir Mısıroğlu Lozan isimli çalışmasında aktarmaktadır ancak kaynak Kadir Mısıroğlu olunca haliyle pek de güvenemiyor insan. Ancak Doğan Avcıoğlu II. Abdülhamid’in Afganistan’a Ruslardan ziyade İngilizlerin dostluğunu tercih etmeleri gerektiğini öğütlediğini aktarıyor.

Görüldüğü üzere halifelik, Müslümanlara zerre faydası olmadığı gibi bir de üstüne sömürgecilerin menfaatlerini koruyan bir kurum olarak karşımıza çıkıyor. Bu halde olan bir kurumun dünya Müslümanlarının birliğini sağlayabilmesi mümkün olabilir mi? Olmuyor da zaten. Zira 1889’da Kuveyt, 1904’te Necit Suudileri, 1915’de Mekke şerifi Hüseyin Osmanlı’ya isyan etmiştir. Ayrıca Irak, Suriye ve Lübnan’da da birçok isyancı örgütlenmeler baş göstermiştir. [13]

Halifeliğin artık Osmanlı’ya da bir faydası kalmamıştır. Zira alem-i İslam halifeyi sallamamaktadır.

Birinci Dünya Savaşı öncesindeyse Padişah V. Mehmet Reşat, özellikle itilâf devletlerinin sömürgesi olan Müslüman ülkelerin ittifâk devletleri safında yer almaları için Almanya’nın baskısıyla 22 Zilhicce 1332-29 Teşrin-i evvel 1330 {11 Kasım 1914} günü Cihâd-ı Ekber ilân etmiştir. [14] İngilizler sırasını savmış sıra Almanlara gelmiştir. Bu çağrının ne ölçüde karşılık bulduğu savaşın sonucundan ve savaş esnasında Arapların tutumundan bellidir.

Ancak bu cihad çağrısı dünyanın öbür ucunda hiç alakası olmayan garip bir biçimde karşılık buluyor. Avustralya’ya uzanıyoruz.

Avustralya, İngiliz Deniz Subayı James Cook tarafından 1770 yılında keşfedilince, bu kıta İngiltere’ye bağlandı. Sanayi devriminden sonra, hammadde arayışı bu kıtada da yoğunlaştırıldı. Motor gücü elde edilmiş ancak bu tarihlerde henüz geniş alanlarda kullanılmamaktaydı. Taşımacılık, ulaşım genelde hayvan ve insan gücüyle yapılmaktaydı. Kıta bâkir olduğu için kıyılardan iç bölgelere ulaşmak zordu. Bu ulaşım develer ile yapılmaya çalışıldı. Ama deve sürmek de öyle her babayiğidin harcı değildir. Bu sebeple deve yetiştiriciliği ve sürücülüğünden anlayan insanlar bu topraklara götürüldü. Bunlar da pek tabii ki Müslümanlardı.

Kuzey-Batı Hindistan’dan (şimdiki Pakistan) deve sürücüsü olarak Avustralya’ya gelen Molla Abdullah ve Kul Badsha Muhammed adındaki iki Müslüman Avustralya’ya savaş açıp “Broken Hill Savaşı”nı gerçekleştirmiştir. Molla Abdullah, 1879 yılında Hindistan’dan (Şimdiki Afganistan) Avustralya’ya gelen Abdul Wade’ın organize ettiği deve taşımacılığı işinde çalışmak üzere 1890 yılında Avustralya’ya gelmiş, 1910 yılına kadar deve taşımacılığı yapmıştır. Molla Abdullah Hindistan’da medrese eğitimi görmüş ve Avustralya’ya gelen Müslümanların dinî liderliğini ve İslâm esaslarına uygun hayvan kesimi işini yapmaya başlamıştır. Bu hayvan kesimi işi izinsiz yapıldığından, birkaç defa cezalandırılmış hatta mahkûm olmuştur. Avustralya’da ilk mescit, bu iki Müslüman tarafından yapılmış Molla Abdullah bu mescidin faaliyetlerini yürütmüştür. Bu mescit, az sayıdaki Müslümanın kendi inançlarına göre yaşama ve beslenme merkezi olduğu sanılmaktadır.
Kul Muhammed ise okur-yazar olmayıp bir müddet deve sürücülüğü yaptıktan sonra, Avustralya’da yollar yapılıp ulaşımın motorlu vasıtalar ile yapılmaya başlaması ve buna paralel olarak deve taşımacılığının ikinci plânda kalması üzerine, seyyar dondurmacılık yapmıştır. Buraları neden bu kadar detaylı anlattığım az sonra anlaşılacak biraz sabır ahali. Özellikle de dondurma ayrıntısına dikkat edin.

Kul Muhammed’in muhtemelen Hilâl-i Ahmer Cemiyeti veya Osmanlı Devleti ile Hindistan arasındaki ticarî ilişkiler münasebetiyle 1900 yılında İstanbul’a gelip Osmanlı Ordusu’nda Balkan Savaşlarına gönüllü olarak katıldığı, bu sebep ile dört defa İstanbul’a gelip devecilik yaptığı ve 1912 yılında Pakistan’a döndüğü bilgisi mevcuttur. Bu bilgiye göre Osmanlı Devleti’ni tanıyan biridir. Kul Muhammed ve Molla Abdullah’ın bu cihad ilânından nasıl haberdar oldukları bilgisine ulaşılamamış ancak kendilerine bu emrin verildiğini geride bıraktıkları notta belirtmişlerdir. Bu iki Müslüman, cihâd emrine uyarak Avustralya’ya savaş açtıklarını bir dilekçe ile yetkililere bildirdiler. Ancak bu dilekçeyi hiçbir yetkili doğal olarak sallamamıştır. Savaş plânı yapan bu iki Müslüman, 1 Ocak 1915 günü yılbaşı gezisi için Silverton’a giden, üzeri açık 40 vagonlu ve 1200 kişinin bulunduğu trene Broken Hill’e 3 km uzaklıktaki, bugün Türk Kayalığı ismi verilen yerde ateş açarak savaşı başlattılar. Bu ateş sonucunda 3 kişi ölüp yedi kişi yaralandı. Olay üzerine Broken Hill Polisleri olay yerine gelince, yakındaki beyaz kayalıklara (Bu günkü ismi Türk Kalesi “Turks’ stronghold”) kaçarken bir oduncuyu da öldürüp kayalıklara siperlendiler. Üzerlerine gelen polis güçleriyle 90 dakika çatışmışlardır. Molla Abdullah bu çatışmada ölmüş, Kul Muhammed ağır yaralanmıştır. Kul Muhammed Broken Hill Hastahânesi’ne kaldırılırken yolda ölmüştür.
Bu çatışmada o günkü Osmanlı Devleti’nin kullandığı el yapımı Ay Yıldızlı bayrak iki Afganlı tarafından olay yerine asılmıştır. Bayrak Türk bayrağı olduğu için 2 Ocak 1915 tarihli gazeteler “Broken Hill Savaşı”nın Türkler tarafından yapıldığını yazmışlardır. Olay sonrası yapılan incelemede olayın Türkler tarafından değil, iki Hintli (Pakistan) Müslüman tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkmıştır.



Avustralyalılar, Broken Hill Savaşı ile tarihlerinde ilk defa kendi topraklarında bir savaşa şahit olmuşlar ve resmî tarihlerine bunu böyle kaydetmişlerdir. Avustralya’nın milli bilincinin oluşması aslında biraz da bu savaş sayesindedir. Bu konuda epey akademik çalışma vardır.

Broken Hill olayından üç gün sonra, olay mahallinde inceleme yapılmış bir taşın altında Molla Abdullah’ın bozuk Darî ve Urduca diliyle yazdığı bir not ve Kul Muhammed için yine Molla Abdullah tarafından yazıldığı belirtilen ikinci bir not bulunmuştur. Bu notlar, 12 Ocak 1915 gününe kadar çoğaltılıp halka dağıtılmıştır. Kul Muhammed’in kemerinde Padişah’ın mührünü taşıyan bir mektup ele geçirilmiştir. Kaynaklarda mektup olarak geçen belgenin, büyük bir ihtimal ile Enver Paşa tarafından her tarafa gönderilen Padişah’ın Cihâd-ı Ekber ilânının bir sûretidir. Padişah’ın daha önce Osmanlı ordusunda görev yapmış bir kişinin şahsına mektup yazıp orduya katılmasını istemesi gibi bir usul söz konusu değildir.

Erzincan Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. N. Fahri Taş, ‘’ Avustralya’nın Çanakkale Savaşı için yazdırdığı 12 ciltlik kitaptaki bilgilere ve bazı kaynaklarda Broken Hill Savaşı’nın gönüllü Avustralya gençlerinin savaşa yazılmalarını sağlamak için yapıldığını belirtmektedirler. Bu konuda bir belge temin edilememiştir. Ancak iki Afganlı Müslüman’ın dinî duyguları sebebiyle, kendilerini sorumlu hissedip bu olayı gerçekleştirdikleri, üzerlerinden çıkan notlardan anlaşılmaktadır. Bu hâdise, İngiltere’nin gönüllü gençleri savaşa sokmak için yapılmış ise iki Müslüman maktulün üzerinden çıkan notların yazılması ve Türk bayrağının çatışma noktasına dikilmesi de bu plânın bir parçası olabilir’’ demektedir. Kesinlikle mantıksız bir teori değil.

Geçen sene Türk İşi Dondurma diye bir film çıkmıştı hatırlarsınız. Film işte bu anlattığım Broken Hill olayını konu ediniyordu. Ancak bizim Molla Abdullah ve Kul Badsha Muhammed filmde Afgan veya Paki değil Türk yaptıkları iş ise fevri bir cihat değil vatan savunusu olarak gösterilmişti.



Tarihi de maşallah büken bükene. Son tarih bükücüler!

Hani böyle bir olay hiç yaşanmamış olsa ve çıkıp böyle bir senaryo yazsanız buna eyvallah derim, kurgudur, sanattır. Ancak şu şartlarda bunun adı tarihe ihanettir. Ayrıca hafızanızı biraz zorlayın filmin yayınladığı 15 Mart günü Yeni Zelanda’da Müslümanlara yönelik bir terör saldırısı gerçekleştirilmişti. Üzerine çeşitli teoriler de yazıldı hatta. Bunlar enteresan şeyler olum. Sinema yalnızca sadece sinema değildir propaganda yapmanın kitlelere ulaşmanın en kolay yolu olan bu mecrada ülkece böyle enayilikler yapmayalım artık. Misal yine aşağı yukarı aynı dönemde vizyona giren Çiçero bu bağlamda oldukça başarılı bir iştir. Ancak Türk İşi Dondurma için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim ahali. Bu olsa olsa Türk İşi Manipülasyon ya da kendi ayağımıza sıktığımız için Türk İşi Fiyasko olabilir.

Evet, Presidente Kültür & Sanat bölümünün de sonuna geldiğimize göre yazıyı bitirmenin vakti gelmiştir. Hayırlı ramazanlar diliyorum.

Hadi selametle…


 -------------------------------------------------------------

[1] Bilal N. Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, 1. Cilt CXXII/460

[2] Turgut Özakman, ‘’Vahidettin, M. Kemal ve Milli Mücadele’’, 1998, Bilgi Yayınevi
[3] C. Kutay, ‘’İstiklal Savaşının Maneviyat Ordusu ; Yakın Tarihimiz 2C’den aktaran T.Özakman, age
[4] Şevki Yazman, ‘’İstiklal Savaşı Nasıl Oldu?’’dan aktaran T.Özakman, age
[5) Rüknü Özkök, ‘’Düzce-Bolu İsyanları’’ndan aktaran T.Özakman, age
[6] S. Tansel, ‘’Mondros’tan Mudanya’ya’’ 3.C’den aktaran T.Özakman, age
[7] D.Arıkoğlu, ‘’Hatıralarım’’dan aktaran T.Özakman, age
[8] T.Özakman, age
[9] Jeschke, ‘’TKS Kronolojisi I’’, ‘’KS Günlüğü 1.C ve 3.C’’, ‘’Yüzbaşı Selahattin’in Romanı 2.C,’’ Durmuş Yalçın, ‘’Milli Mücadele’de İdareciler’’, AAMD 21 Temmuz 1991 sayısı, R. Özkök, ‘’Düzce Bolu İsyanları’’ ve T.M Göztepe, ‘’V.M Gayyasında’’dan aktaran T.Özakman, age
[10] Jeschke, ‘’TKS Kronolojisi’’ , Taner Baytok, ‘’İngiliz Kaynaklarından Türk Kurtuluş Savaşı’’ ve Bilal N. Şimşir, ‘’İngiliz Belgelerinde Atatürk’’’den aktaran T.Özakman, age
[11] T.Özakman, ege
[12] Doğan Avcıoğlu, ‘’Milli Kurtuluş Tarihi’’den aktaran T.Özakman age
[13] Mufassal Osmanlı Tarihi
Abdülbaki Gölpınarlı, ‘’Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar’’ ve F.Belen, ‘’20. Yüzyılda Osmanlı Devleti’’nden aktaran T.Özakman, age
[14]  TAŞ, N. F. (2016). BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI, ÇANAKKALE MUHAREBELERİNİN AVUSTRALYA’DA DOĞURDUĞU SONUÇLAR. Erzincan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 9(1), 47-54



22 Mart 2020 Pazar

İbretlik Savrulma! Yozlaşan İdeolojiler; Feminizm ve Sol



Selam ahali, ideolojilerin geneli milyonlarca insan tarafından benimsenmiş olduğu esnada, ilk ortaya çıktığı noktanın fersah fersah uzağında olur. Bu dezenformasyonun çeşitli sebepleri vardır elbet. Kimi ideolojiler liderinin zaman içerisinde değişen çıkarlarının kurbanı olur kimi ise ilk ortaya çıktığı anki konjonktürün değişmesiyle farklı bir noktaya evirilir ancak en nihayetinde çoğu ideoloji özünü koruyamaz.


İyi bilinen farkların altında benzerlikler gizlidir ahali. Bugün birbiriyle taban tabana zıt görünen ideolojiler bile el altından bir şekilde birbirlerine bağlanmaktadır. Bu blogda Hegel diyalektiğinin önemini birçok kez vurguladım. Diyalektik kabaca bir tez ile antitezi çarpıştırarak sentez elde etmektir. Normal şartlar altında kabul ettiremeyeceğiniz bir talebi bu yolla çok daha kolay bir şekilde kabul ettirebilirsiniz. İki tarafı da kontrol ettiğiniz bir savaşı kaybetmeniz mümkün değildir. Ortaya önce bir tez atar ardından karşısına bir anti-tez koyarsınız ve bunların çarpışmasından elde edeceğiniz sentez ile yolunuza bakarsınız. Kapitalizm v Komünizm ve sağ v sol bunun en net örnekleridir. Hatta Feminizm de antitezi olmamasına karşın vaat ettiklerini karşılamaktan uzaktır.


Sol, büyük bir eksen kayması yaşamaktadır. Solun çıkış noktası iktisadi bir düzlemdeydi. Adil ekonomiyi, gelir eşitliğini savunuyordu. Bugünlerde ise sol, tam da birilerinin istediği gibi, etnikçilik, mezhepçilik ve cinsel kimlik gibi magazinel işlere kaydı. İbretlik bir savrulma! George Soros’u tanıdığınızı varsayıyorum; hani şu meşhur tek dünyacı Macar Yahudi’si Amerikalı işadamı ve finans spekülatörü! G.Soros, faaliyetleri gereği solun azılı düşmanı olması gereken bir karakterdir. Ancak bugünlerde Soros, sağcıların hedefi olurken solcuların ise Soros’un peşine takıldığını görüyoruz.


İki yıl önce falan, Soros’un kapısının önüne irice bir sarı zarf bırakılır. FBI ajanları tarafından açılan zarfın içinden Soros'un üzerine kırmızı kalem ile çarpı işareti konmuş bir fotoğrafı çıktı. Fotoğrafın yanısıra zarfta 15 santimlik plastik bir boru, küçük bir saat, teller, pil ve kara baruttan imal edilmiş bir tür el yapımı bomba da vardı. FBI bombaların izini sürdü ve Florida'da bir süpermarketin otoparkına bırakılan, Trump yanlısı ve Demokrat karşıtı çıkartmalarla süslenmiş beyaz bir minibüse ulaştı. Sonunda zarflarla ilgili olarak Cesar Sayoc adında 56 yaşında Floridalı biri tutuklandı. Sayoc, mahkemede adam öldürmeye ya da yaralamaya teşebbüs de dahil hakkındaki 65 farklı suçlamayı kabul etti ve 20 yıl hapis cezasına çarptırıldı.[1]


ABD’de sağın Soros nefreti 2003'te Irak savaşını kınaması ve Demokrat Parti'ye milyonlarca dolar bağış yapmaya başlamasıyla tırmanmaya başlamıştır. Bundan önce ise Amerikan dış politikası, Soros’un Open Society isimli think-tank kuruluşu ile benzer doğrultuda yayılmacı, neo-liberal poltikaları dayatan tarzda ve başta belirttiğim etnikçilik, mezhepçilik ve cinsel kimlik gibi magazinel işleri gündemde tutar vaziyetteydi. Ancak başını Rusya ve Çin’in çektiği blok dünyada varlığını hissettirmeye başlayıp Atlantik sistemini tıkayınca ABD’nin de dâhil olduğu Batılı devletler özellikle ekonomide daha korumacı politikalar izlemeye başladılar. Küreselciliğin terkedilip ulusal poltikaların revaçta olduğu sağ Amerikan siyaseti bu noktada Soros gibi ‘’doğası gereği’’ küreselci olan uluslarüstü aktörlerle derin ayrılıklar yaşadı. Batı dünyasında yükselen sağ, seçimini korumacı ve içe dönük politikalardan yana yapınca küreselcilik de solculara kaldı. Böylece Soros ve sol bir anda kendilerini aynı kampta buldular. Bu noktada bana etnikçilik, mezhepçilik ve cinsel kimlik gibi kavramların sağda zaten yaşam alanı bulamayacağı ve bunların solun enstrümanları olduğu şeklinde itirazlar gelebilir ancak inanın bana bunların hepsi teferruat. Şayet dikkat ettiyseniz asıl kopuş ekonomi politikalarında oluyor. Zira dünyada en başından beri birbiriyle mücadele halinde bulunan iki sınıf vardır; varsıllar ve yoksullar! Bunun dışındaki tüm ayrımlar ikinci sırada kalır. Çünkü bir sınıfın sahip olduğu imkanlara ve refaha diğer sınıf sahip değilse bu sınıfların etnik kökeni, dünya görüşleri veya cinsel tercihleri ne olursa olsun bu sınıflar arasından çatışma başlar. Bu bir hak meselesidir! İşte sol ideolojinin de çıkış noktası aslında burasıdır ancak zaman içerisinde bu ideoloji adalet kavgasından uzaklaşarak daha magazinel sahalara yönlendirilmiştir. Böylesi güç ve iktidar sahiplerinin işlerine gelmiş sendikalar ve siyasi partiler uluslararası fonlarca finanse edilmiştir. Unutulmamalıdır ki, iki tarafı da kontrol ettiğiniz bir mücadeleyi kaybetme şansınız yoktur. Benim de söylemlerim yumuşadı galiba bu cümleyi ilk kurduğumda mücadele yerine savaş demiştim. Ancak bahse girerim ki ben söylemesem fark etmeyecektin.


Türkiye’de sağ ne kadar leşse sol da bir o kadar leştir. Sol gazetesinin yaptığı şu kaypaklığa bir bakar mısınız?



Tamam, Alija İzetbegovic’in aldığı ve almadığı kararlarla pay sahibi olduğu bir soykırım var ortada, Bosna’da kendisini soykırıma göz yummakla suçlayanlar da var ancak olayın bilfiil içerisinde olan insanlar bile bu kadar net bir yargılama yapmıyor hüküm vermiyorken[2] bu yapılan hadsizliktir. İlk çıkış noktasındaki değerlerini muhafaza eden bir sol bu ahlaksızlığı yapmaz. Ancak yozlaşmış kaypak sol pek tabii ki yapar. Ha bu arada pek tabi ki bu tarz bir sol eleştirisi yaptığın zaman kuvvetle muhtemel zalimlikle, emperyalistlikle ve hatta sömürgecilikle suçlanacaksın. Sanki hakça bir paylaşım ve fırsat eşitliği her iyi eğitimli ve güzel ahlak sahibi insanın üzerinde mutabık olduğu evrensel bir şey değilmiş gibi. Savunduğu ideolojiyi akıl yoluyla edinmemiş bir insanı, ideolojisinin yanlış olduğuna akla dayanan kanıtlar sunarak ikna edebilmek mümkün değildir.

Benzer bir tablo feminizmde de karşımıza çıkmaktadır ahali. Daha önce blogda ‘’Modernizmin Dayatmaları I; Feminizm ve Liyakat’’ başlıklı bir feminizm eleştirisi yayınlamıştım[3]. Aynı çizgide devam edeceğim. Feminizm bir kadın hakları savunusundan ziyade doğuştan gelen ve elde etmek için herhangi bir çaba sarf edilmemiş olan doğum özellikleri üzerinden bir ayrıcalık elde etme uğraşıdır. Güncel bir örnek vereyim; bu kısacık görüntü birkaç gün evvelki 8 Mart organizasyonundan;



Göstericilerden biri kadın polise, ‘’sen kadınların yüz karasısın’’ diyor. Pardon da ablacım neden? Önceki feminizm yazımdan kısa bir kesit aktarıyorum; ‘’İnsanlık tarihi boyunca gerek bilimsel çalışmalarda olsun, sanatta olsun, gerekse diğer üretkenlik gerektiren alanlarında olsun erkeklerin kadınlara oranla ezici çoğunlukta oldukları görülür. Feministlerin bu konu üzerindeki bir numaralı argümanları, kadınların engellendiği, kadınlara fırsat verilmediği, kadınların geri plana atıldığıdır.’’[4]


Peki madem öyle önemli bir varlık savaşı vermiş, senin giremediğin topa girerek polis olmuş(polis olması da önemli değil herhangi bir alanda varlık göstermiş) bir kadına neden çemkiriyorsun. Aynı yazıdan aktarmaya devam ediyorum; ‘’Bu kısmen doğrudur ancak kesinlikle tüm sebep bu değildir. Zira bu fırsat eşitliğinden ziyade daha çok bir yönelim meselesidir. Bugün bilgisayarın başına geçtiğinizde kimse size ‘’şu siteye girmeyeceksin, akademik makale indirmeyeceksin, instagram’a gireceksin’’ diye baskı yapmaz ya da ‘’Oktay Sinanoğlu’nu okumayacaksın Elif Şafak okuyacaksın’’ diye de baskı yapmaz, en fazla Vikipedi’yi falan kapatıyorlar ona da VPN ile falan giriyorsun bir şekilde. Yani demem odur ki mevcut şartlar altında bilim ile politika ile felsefe ile ilgilenmenize mani olacak bir şey yok. Ancak gel gelelim, Sorgulayan Müslüman, Evrim Ağacı veya Bilimoloji gibi ciddi meselelerle uğraşan sayfaların takipçilerini, yorumlarını falan inceleyin yine erkek ağırlıklı olduğunu göreceksiniz. … Sen politika ile felsefe ile bilim ile ilgilenmek yerine burçlarla, fallarla ilgileniyorsan bundan erkekleri sorumlu tutamazsın ve bu durum fırsat eşitsizliği ile değil yönelim ile alakalıdır.’’[5]

Şayet ki 2 yıl önce yazdığım satırlar daha birkaç günlük hadisenin üzerine cuk diye oturuyorsa feminizm gerçekten de kadınların ayaklarında birer prangadan başka bir şey değildir. Başarılı kadına tahammülü olmayan, kadının sırf kadın olduğu için bazı ayrıcalıklar elde etmesi gerektiğini savunan faşizan bir ideolojiden bahsediyoruz.

Yine güncel bir örnek veriyorum. Geçtiğimiz günlerde Ankara BŞB Başkanı Mansur Yavaş, çalışan annelere yönelik yapılan bir düzenlemeyi duyurdu.



Gazeteci ve ‘’aktivist’’ Melis Alphan ise duruma saçma sapan bir tepki gösteriyor.



Yine önceki feminizm yazımdan aktarıyorum; ‘’Önce şunu bi’ oturtalım, kadın erkek eşitliği modernizmin dayattığı en büyük palavralardan biridir. Herhangi bir insan herhangi bir başka insanla eşit olamayacağı gibi erkek ve kadın da eşit değildir. Kendini, herhangi başka biriyle tamamen aynı, yani eşit gören var mı? Erkek ve kadın, tıpkı tüm insanlar gibi, haklar itibariyle eşittir. Aslında buna eşit değil de eş değer demek daha doğru olacaktır. Bu da zaten aklı başında, eğitimli, iyi ahlak sahibi tüm insanların üzerinde anlaşacağı ve sahip çıkacağı temel bir haktır.’’[6] Burada söylediklerime bugün bir ekleme daha yapmak istiyorum. Her ne kadar kimi çevrelerce çeşitli maksatlarla inkar edilmeye çalışılsa da toplumsal cinsiyet rolleri vardır. Anne çocuk bakımında her zaman daha çok rol üstlenir. Sağlıklı bir çocuk psikolojisi için de bu böyledir sosyolojik bir konu olarak da bu böyledir ve bunun aksini iddia etmek de saçmadır.

Tarihçi Emrah Safa Gürkan, olayı bağlamından kopararak bambaşka bir tartışma konusu olan ‘’kadın=annelik’’ konusunu ortaya atarak, ki burada konu da o değil, Melis hanımı destekler nitelikte bir tavır alıyor.





Peki sonra ne mi oluyor? Buyurunuz efendim;



Normalde hiç adetim değildir ama ben burada random gülmek istiyorum ya;

Ahahahkklhjgkfşlsldkf


Ah be hocam militarize bir ideoloji ile muhatap olduğunun farkında değil misin?  

Tekrar ediyorum. Savunduğu ideolojiyi akıl yoluyla edinmemiş bir insanı, ideolojisinin yanlış olduğuna akla dayanan kanıtlar sunarak ikna edebilmek mümkün değildir.

Hadi selametle…

----------------------------------------------

[1]Soros sol; https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-49606460?ocid=socialflow_twitter
[2] Srebrenica massacre: A survivor’s fight for justice BBC Documantary
[3] Modernizmin Dayatmaları I; Feminizm ve Liyakat - https://selamahali.blogspot.com/2018/07/modernizmin-dayatmalar-i-feminizm-ve.html
[4] agy
[5] agy
[6] agy


8 Mart 2020 Pazar

Politika Yapabilmek İçin Bilinmesi Gerekenler IV; Jeopolitik


Selam ahali, bu serinin en son yayınladığım yazısı olan ‘’PolitikaYapabilmek İçin Bilinmesi Gerekenler III; Ekonomi’’ başlıklı yazı blogun en çok okunan yazılarından biri olmuş. Teveccühlerinize teşekkür ederim.
Bu yazıda ise dünyadaki politik gelişmeleri okurken temel teşkil edecek bir disiplinden bahsedeceğim. Jeopolitik, mevzubahis; politika, ekonomi veya uluslararası ilişkilerse ortaya önemli bir düşünce yöntemi koyar.

Politika yapıcılar, politika yaparken bir taraflarına tarihi bir taraflarına ise coğrafyayı koymak zorundadırlar. Zira tarih referans, coğrafya ise kaderdir. Bizi bu noktada daha çok ilgilendirecek kısım ise coğrafya olacak. Zira dış politika veya uluslararası ilişkiler konusunda hiçbir şey bilmiyorsanız bile önce elinize bir harita alıp bakarsınız. Mesela şayet 1950’lerde birileri eline bir harita alıp ‘’benim Kore’de ne işim var?’ deseydi o kadar insanımız oralarda telef olmayacak bugün ‘’Kore gazileri’’ diye bir şeyden hiç bahsetmiyor olacaktık.

‘’Ne telefi onlar şehit oldu. Saygısızlık ediyorsun’’ diye bana çıkışacak arkadaşıma da bir şeyler söylemek istiyorum. Evet, ‘’Allah yolunda öldürülenler için ‘ölüler’ demeyin. Tam aksine, onlar dirilerdir ama siz farkında olamazsınız’’[1] ayetinden haberdarım ancak Allah aynı kitabın bir başka yerinde ‘’Allah aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır’’[2] da demektedir. Bunun da farkında olunması gerekir. Zira Kore’de sırf NATO’ya kabul edilmek için 892 kişiyi telef etmek[3] pek de ‘’Allah yolunda öldürülmek’’ olmasa gerek. Bilahare aynı NATO’nun, Kore Savaşından yıllar sonra ortaya çıkan belgelerde, olası bir komünist tehdidi durumunda savunma hattını Sofya-Belgrad’a çekmiş olduğunu da öğrenmiştik. Yani ne Stalin’in hak iddia ettiği Kars ve Ardahan savunulacaktı ne de Anadolu, bırakın İstanbul’u Atina bile terkedilecekti. Türkiye ve NATO ilişkilerini tartışmak yazının kapsamı dışında kalacağı için bu kısmı uzatmayacağım ama hazır NATO ve Sovyetlerin lafı açılmışken bir soru sorayım.

SSCB Soğuk Savaşı neden kaybetti?

SSCB’nin daha adından bile ideolojiyi net bir şekilde görüyoruz. Sovyet ‘’Sosyalist’’ Cumhuriyetler Birliği derken bu topluluğun ortak paydasının ‘’sosyalizm’’ olduğunu alenen haykırıyor bu isim. Öte yandan SSCB’nin karşısında konumlanan NATO’da, North Atlantic Treaty Organization (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) derken ortak paydanın Kuzey Atlantik ‘’coğrafyası’’ olarak belirlendiğini görüyoruz. Batı, jeopolitik yasaları ön plana çıkardığı için bu savaşı kazanırken Sovyetler, ideolojiyi merkeze koyduğu için bu sürecin sonunda çöküşü yaşadı.

Ruslar geçmişten önemli dersler çıkararak bugünlerde Atlantik düzeninin yeminli düşmanı İran ve yine Atlantik düzeninin dışladığı Çin ile birlikte en doğal jeopolitik yasaları işleterek Avrasya çağının fitilini ateşledi. Bu bahsettiğim jeopolitik yasalar Türkiye’yi de er ya da geç bu kampa doğru sürükleyecektir. Gelinen noktada esas mesele, Türkiye’nin hangi kampta yer alacağı değil yer aldığı kampın içerisinde hangi statüde olacağıdır. Türkiye’nin doğrudan Rusya veya Çin’e yaklaşmak yerine izlemesi gereken strateji, zamanında Atatürk’ün kurmuş olduğu Sadabat Paktı gibi bölgesel anlaşma zeminleri bulmak şeklinde olmalıdır. Komşu ülkeler; İran, Irak ve Suriye ile güçlü ilişkiler geliştirdikten sonra Rusya ve Çin ile muhatap olmak daha doğru olacaktır. Aksi takdirde tıpkı ABD gibi emperyalist ülkeler olan Rusya ve Çin karşısında ülke kendi çıkarlarını savunacak duruşu ortaya koyamaz. Yine tıpkı ABD ile olan ilişkilerde olduğu gibi müttefik değil ancak müstemleke olunabilir!

Darwin’in doğal seçilim kuramı devletler için de geçerlidir. Güçlü olan değil coğrafi koşullara ve bu koşulların tertip ettiği konjonktüre en iyi uyum sağlayan hayatta kalacaktır. Atlantik kapısı Türkiye için kapanmıştır. Gerçi geçmişte de ne kadar açık olduğu tartışılır. Zira 1838’de İngilizler ile imzalanan Balta Limanı Anlaşması ile başlayıp, Tanzimat Fermanı ile devam edip oradan da bugünlere uzanan içimizdeki İrlandalılar(NATO’cu Amerikancı Batı Kulübü) ‘’Batı ile bütünleşmek Türkiye için jeopolitik bir zorunluluktur’’ diye bik bik öterken biz bu ‘’müttefikliğin’’ hiçbir faydasını göremedik. Aksine hep komploların hedefi olduk. Zeytinyağı tüketen Türkiye’ye önce ‘’yardım’’ diyerek soya yağı gönderdiler, zeytinyağı üretimi baltalanıp vatandaş soya yağına alıştığı zaman ise aynı soya yağı ücrete tabii oldu. [4] Kore’ye Libya’ya yapılan NATO müdahaleleri için Türkiye’den asker talep edildi ancak aynı Türkiye güney ve doğu sınırlarında terör ile mücadele ederken müttefiklik unutuldu. Hatta YPG müttefik ilan edildi. [5] Örnekleri çoğaltabilirim tarih bu tarz şeyler ile dolu! [6] Tüm bu saydıklarımı göremeyen Batıcı pembe götlü liberaller ‘’tarihin sonu geldi’’ diyen Fukuyama’cı söylemlerin duvara tosladığını da göremiyorlar. Türkiye er ya da geç Avrasya bloğu ile önemli ilişkiler geliştirecektir.

Ancak Türkiye’de jeopolitik zerre önemsenmediği için bu noktada ülkemiz iç hat(sıkışan) konumda bir ülke haline geldi. Şöyle etrafımıza bir baktığımızda Türkiye’nin Şam’da, Kahire’de ve Tel Aviv’de büyükelçisi bulunmamaktadır. Hadi bunlardan İsrail’i bir nebze olsun anlarım. Siyonizm’in içerdiği Arz-ı Mevud(vaat edilmiş topraklar) doktrini Türkiye’den de toprak talebi bulunan bir ideal. Bu noktada Türkiye jeopolitiği ile İsrail jeopolitiğinin çatışması çok da sürpriz değil. Ancak senin Suriye ve Mısır ile alıp veremediğin nedir?

Sahi ya bu kadar şey söyledim de jeopolitik denince aklınıza ne geliyor? Okullarda ezberletilen bir şey vardı nasıldı o? Hah hatırladım; ‘’Türkiye’nin jeopolitik konumu çok önem taşımaktadır.’’

‘’Nedir bu önem?’’ diye sorduğunda da ‘’eee üç tarafı denizlerle çevirilidir’’, ‘’İstanbul ve Çanakkale Boğazları’’ ‘’medeniyetler beşiği Anadolumuz Avrupa ve Asya arasında köprüdür’’ gibi cevaplar verilirdi.

Eğer sen kendi jeopolitiğini ‘’köprüye’’ indirgersen o köprünün üzerine basıp da geçen çok olur. Jeopolitik de böyle bir şey değildir zaten. Evet, Türkiye’nin konumu gerçekten çok büyük nimet, üç tarafının denizlerle çevrili oluşu, enerji kaynakları, doğal zenginlikler vs. Dünya yeniden dağıtılsa bu coğrafyayı almak yine akıllılıktır ancak bugünlerde Doğu Akdeniz’de birtakım enerji sahalarının paylaşımı yapılıyor ve sen bundan dışlanıyorsun. Neden? Zira dış politikamıza jeopolitik yasalar yön vermiyor. Mezhepçi ve gerçeklikten uzak birtakım fantastik saplantıların yön verdiği dış politika seni her şartta tehlikeli bir biçimde yalnızlaştırır. Suriye’de kalkıp da sırf sünni diye ÖSO ile iş tutmaya kalkarsan bu iş olmaz. Zira Özgür Suriye Ordusu(ÖSO);
1- Özgür değildir
2- Suriyeli değildir
3- Ordu değildir

İhvancılık yaparak garip gayrimeşru örgütlerle müttefik olmak Türkiye’ye Mısır’da kaybettirmişken aynı şeyleri Suriye’de de yapıp farklı sonuçlar ummak her şeyden evvel akla aykırıdır. Ahmet Davutoğlu Dışişleri Bakanı olduğu dönemde, "1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız" [7] şeklinde bir açıklama yapmıştı bilmem hatırlar mısınız. Bakın bu gerçeklikten uzak yayılmacı ve saplantılı tavırlar dışarıdan hiç öyle hoş algılanmıyor. Dış politikasını bu temel motivasyonlar üzerine kuran bir Türkiye hakkında tüm bölge ülkeleri, ‘’bunlar acaba bizde de bir darbe örgütlemeye, suni bir muhalefet yaratmaya kalkar mı?’’ gibi endişeler taşır. Bunun sonucunda ise yalnızlaşırsınız. 2x2=4! Libya’da ülke topraklarının büyük bir bölümünün kontrolünü ele alan Halife Hafter, Türkiye’den nefret ediyor. Olur da yönetimi devralmayı başarırsa Türkiye’nin Sarraç yönetimiyle imzaladığı Akdeniz’deki deniz yetki anlaşmasını yırtıp çöpe atacaktır. Ee Hafter’i mi destekleyelim? Yine meşru hükümete karşı muhalefet pozisyonunda olmayacak mıyız? Hayır, Türkiye’nin Libya’daki pozisyonu Sarraç vs Hafter gibi sığ bir ayrımın üzerinde halkçı ve bölgenin refahını önceler tarzda kapsayıcı olmalıdır. Libya’daki varlığımız temellendirilmeye çalışılırken sık sık Atatürk referans verilmeye çalışılıyor ancak şunu hatırlatmamda fayda var Mustafa Kemal orada şu veya bu grubu desteklemeye gitmemişti. Yaptığı şey ayrık vaziyette bulunan Arap aşiretlerini İtalyanlar’a karşı birleştirip anlaşmazlıkları ortadan kaldırmaktı. [8] Bugün Türkiye de gönül bağı da bulunan bu coğrafyada hakeza aynı arabulucu tavrı takınabilirdi ancak bugünün devlet aklı böylesi bir tavrı göstermekten hayli uzak.

Son verdiğim örnek tarih referanslı bir dış politika hamlesiydi. Ancak sırf jeopolitik yasalar öncelense dahi bölgede barış ve istikrarın, meşru devlet yöneticileri ile diplomatik ilişkileri en iyi şekilde yürütmenin en akılcı ve çıkar yol olduğu ortadadır. Hiçbir şey bilmiyorsanız elinize bir harita alın ve bakın; tüm bölge ülkeleri ile problemler yaşayarak bir yere varılabilir mi? ‘’Komşularla sıfır sorun’’ diyerek çıkılan yolda sıfır sorun, sırf soruna dönüştü. Yazının başlarında verdiğim NATO ve SSCB örneğinde olduğu gibi ırk, din, mezhep veya ideoloji değil tek gerçek coğrafyadır ahali.

Coğrafya kaderdir, politika ise kaderi değiştirme uğraşı. Bu ikisi arasındaki dengeyi kuran da jeopolitiktir.

Hadi selametle…


-----------------------------------------------------------------------------------

[1] Kur'an - Bakara, 154
[2] Kur'an - Yunus, 100
[3] https://www.koresavasiveizleri.com/sehitlerimiz/
[4] Sessiz Savaş, Osman Nuri Koçtürk, 1969, Ararat Yayınevi
[5] https://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiye-ile-nato-aras%C4%B1nda-ypg-gerginli%C4%9Fi/a-51484972
[6] https://selamahali.blogspot.com/2018/05/bagmszlg-ipotek-ettirmek-ikili.html
[7] https://www.haberturk.com/gundem/haber/708252-kaybettigimiz-topraklarda-bulusacagiz
[8] Atatürk’ün Bütün Eserleri, 2004