27 Aralık 2018 Perşembe

Bir Medeniyetin Çöküşü; Anadolu Selçuklularında Akılcılık ve Tasavvuf Mücadelesi

Selam ahali, bu blogda tasavvufla ilgili çok yazı yazdım. Bu zamana dek anlattıklarım genel itibariyle;
  •          Tasavvufun İslam inancıyla taban tabana zıt olduğu
  •          İslam’da tanrının tasavvufta ise varlığın tek olduğu
  •          Tasavvufun İslam’a Doğu’dan yani Hint ve İran kültürlerinin torna tezgâhlarından geçerek geldiği
  •          En nihayetinde ‘’İslam’ın altın çağı’’ olarak tanımlanan 8 ve 13. yüzyıllar arası hüküm sürmüş olan üretken, bilimsel faaliyetler yürüten akılcı geleneği yok ettiği


gibi şeylerdi. Ancak bu ‘’altın çağın’’ nasıl bittiğini anlatmamıştım. Şimdi işin detayına ineceğiz. Topumla tüfeğimle geliyorum.


İslam, Arap coğrafyasında daha önce sağlanamamış ‘’siyasi birliği’’ sağladığı için Araplar, İslam’la beraber bir çıkış yakalamışlardır ancak esas ‘’altın çağ’’ olarak tanımlanan dönem 8. yy’da akılcı Mutezile akımının İslam medeniyetinde güç kazanmasıyla başlar. Mutezile öncesi İslam döneminde de birçok fetih olmuştur ancak yeni kazanılan topraklarda karşılaşılan kültürlere mesafeli bir tutum sergilenmiş, kitaplar da ‘’siz Kur’an’a alternatif mi çıkarıyorsunuz lan’’ diyerek yakılmıştır. [1] Arapların yeni coğrafyalardaki temel stratejileri Kur’an’ı benimsetmek üzerineydi. Bu çalışmalar esnasında Hıristiyanların, İsa peygamberin tanrı ya da tanrı oğlu olmadığı, Meryem’in de tanrısal özellikler barındırmayan yalnızca saygıdeğer inançlı bir kadın olduğu gibi görüşlere sahip oldukları için ötekileştirdikleri Nesturiler ile karşılaşılmış ve bazı ortak noktalarda buluşulduğu için de en baştaki katı tutum yumuşamaya başlamıştır. Bu yumuşama beraberinde bilgi alışverişi ve kültür etkileşimini getirmiş dolayısıyla bilimsel gelişmeler için iklim ve zemin müsait hale gelmiştir. Nesturiler, Bizans’tan dışlandıkça Müslümanlarla yakınlaşmış ve gruplar halinde Müslüman olmalar başlamıştı ancak bu geçişler Sabetaycıların yaptıkları gibi yüzeysel geçişlerdi. Araplar da bu ‘’tam Müslüman olmamış’’ Nesturilerin durumundan rahatsızlık duymuşlar ve Nesturilerle giriştikleri tartışmalarda üstünlük elde edebilmek için Aristo mantığından başlayarak Yunan literatürünü öğrenmeye girişmişlerdir. İslam’da akılcı Mutezile hareketi işte bu şekilde ortaya çıkmıştır ahali. Bu hareketin öncüsü de Vasıl bin Ata’dır, kendisi yenilikçi ve isyankar bir kişiliktir hakkında okumalar yapmanızı tavsiye ederim. Ben yazının konu bütünlüğü gereği oraya giremeyeceğim.


Ortaokul tarih bilgilerinizi hatırlayın, Emeviler Arap milliyetçisi baskıcı bir yönetim sergilemiş, onlardan sonra gelen Abbasiler ise hoşgörülü bir politika benimsemişti hani. İşte o baskıcı Emevi dönemi politikalarının sonucu olarak İslam dünyasında iki önemli akım ortaya çıkmıştır ahali, birincisi boyun eğen, silik, pasif Sufi(Tasavvuf) akımı diğeri ise akılcı ve isyankâr Mutezile akımı. Emeviler, Mutezile’yi ezmeye yönelmiş ve sürekli baskı uygulamıştı daha sonra Abbasilerin hâkimiyetinde ise Mutezile’nin akılcı yöntemlerinin Hıristiyanlarla girişilen tartışmalarda etkili bir teknik olduğu anlaşıldığı için Mutezile akımı güç kazanmaya başlar. 7. Abbasi Halifesi Me’mun döneminde akılcı Mutezile’nin devletin resmi ideolojisi olarak benimsenmesi İslam medeniyetinde 400-500 yıl sürecek önemli bir akılcı, bilimsel üretim geleneği ortaya çıkarmıştır.[2]


Paki nükleer fizikçi Pervez Hoodbhoy bu süreci şöyle anlatır;

‘’Araplar, fetihler sonucu kendilerini antik uygarlıkların muhteşem entelektüel hazinelerine sahip olmuş bir durumda buldular. ‘’Ulum-el-avail’’(İslam öncesi bilimler) olarak isimlendirdikleri bilimleri dini tartışmalarda kullanmaya başladılar. Basra ve Bağdat sokaklarında özgür iradecilerle kaderciler arasındaki kanlı çatışmalardan Mutezile diye bilinen akılcı bir akım ortaya çıktı. Bu felsefenin Müslüman düşünce ve toplumu üzerindeki etkisi yüzyıllar boyu yankılanacaktı. Halifelerden Me’mun ve Mutaasım bunu bir devlet ideolojisi haline getirdi. Mutezile inançla akılı bağdaştırmayı amaçlıyordu. Müslüman teolojisi ile Yunan mantığı ile oluşturulan sentez İmparatorluk aracılığıyla İspanya’ya ve oradan da Endülüs’e yayıldı. Akılcılık cami ve medreselerde vaaz edildi. Toplumun nüfuzlu sınıfları(şehzadeler, saray mensupları, kadılar…) Mutezile’yi kendi inançları olarak kabul ettiler. Pozitif bilimlerde olağanüstü ilerlemeler Mutezileci yöneticiler zamanında gerçekleşirken, büyük İslam hocalarının ve bilim adamlarının çoğu ya akılcılığa olan bağlılıklarını açıkça ilan ettiler ya da büyük ölçüde bu akımın etkisi altında kaldılar. Mutezileciliğin İslam’ın dışında veya karşısında değil içinde gerçekleştirilen büyük bir devrimci hareket olduğunu anlamak önemlidir. [3]


Hatırlarsanız ben de ‘’İslam’ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf’’ başlıklı yazıda başta Biruni olmak üzere İslam medeniyetinin altın çağını yaşatan akılcı hareketin temsilcilerinden örnekler vermiştim. Ancak Selçuklu dönemi Anadolu’sunun da herkesin huzur içerisinde bilim ile uğraştığı bir ‘’yitirilmiş cennet’’ ortamı olmadığını söylemek gerekir. Anadolu’da akılcı hareket ile tasavvuf hareketi bir savaş halindeydi, akılcılığın başını Ahi Evren, tasavvufun başını ise Celaleddin Rumi çekmekteydi.

Son yazdığım yazılardan ‘’Ego,Bencillik, Kibir, Önyargı’’da ‘’egonun yüksek olanı makbuldür’’ gibi bir laf etmiştim hatırlarsanız. Ahi Evren de esasında hemen hemen bu çizgide olan özgüveni ve benlik duygusu yüksek olan bir kişiliktir. Şöyle ki, Letaif-i Giyasiyye isimli eserinde maddenin başlangıcı olmayan(ezeli) bir şey olmadığından bahsederken; ‘’Eski ilim adamlarından hiç kimse bu delile muttali olamamışlardır.’’ [4] Selçuklu sultanı Alâeddin Keykubad’a sunduğu Yezdan Şinaht isimli eserinde ise yine; ‘’İlahi ve tabii ilimlerin meselelerinden hikmet sırlarını bu eserde derç ettim. Yunanlılardan bugüne dek muhakkik hükema ve ilimlerde rasih olanlardan hiç kimse bu sırları böylesine ifşa etmeği reva görmemişler ve bunu tehlikeli bulmuşlardır. Aristoteles bu yüksek sırların ancak isti’dad sahibi olanlara açılabileceğini söylemiştir. Cahillere, kabiliyetsizlere fitnecilere ve ehil olmayanlara açmak caiz değildir. Fakat ben Sultan Alâeddin’de isti’dad gördüğümden bu özlü risaleyi tasnif edip bu yüksek hediyeyi huzura göndermeyi vacip gördüm. … Vasiyetim şudur ki, bu eserin nüshasını kabiliyetsizlere vermesin.’’ [5] gibi ifadeler kullanmıştır. Celaleddin Rumi ise Hoca Ahi Evren’in bu özelliğinden dolayı kendisine ‘’iblis’’ demiştir. [6] Ayrıca Selçuklulara en parlak dönemini yaşatan Alâeddin Keykubad da Ahi Evren’i desteklediği için Celaleddin Rumi ve Şems tarafından topa tutulmuştur; ‘’O hiçbir işe yaramaz, cimrinin biriydi. İki hüneri vardı. İyi ok atar ve satranç oynardı.’’ [7]

Ahi Evren’in bilgiye ulaşma metodu yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzerine bol bol okuma, araştırma, deney ve gözlem yapmaktır. Ancak Rumi’nin tasavvufunda bilgiye ulaşmanın tek yolu doğrudan Allah’tan vahiy almak ya da durun Sufi jargonuyla söyleyelim; ‘’ilham ve keşiftir’’. Rumi, Mesnevisinin ön sözünde gayet de vahiy aldığını iddia etmektedir; ‘’Bu Mesnevi kitabıdır. O Allah’a kavuşma ve onun hakkında kesin bilgiye ulaşma sırlarını açan dinin aslının aslının aslıdır. O yüce Allah’a dair bilgi veren ve Allah’ın yolunu aydınlatan ve onun varlığının en açık belgesidir. Mesnevinin nuru içinde kandil bulunan bir oyuktan yayılan ışığa benzer. Sabah aydınlıklarından daha aydınlatıcıdır. Bu kitap, yeşillikleri ve pınarları bulunan cennetlerin cennetidir. … Bu Kitap Mısır’daki Nil nehri gibidir. … Cenab-ı Allah’ın Kuran-ı Kerim hakkında buyurduğu gibi Mesnevi ile niceleri sapıklığa sapar, niceleri hidayete erer. Çünkü o kalplere şifa, üzüntülere cila, Kur’an’ı açıklayan, rızkı bollaştıran, ahlakı güzelleştirendir. Melekler ona yalnızca temiz olanların dokunmasını sağlar. Âlemlerin rabbinden indirilmiştir. Önünden ve arkasından batıl ona yaklaşamaz. Çünkü Allah tarafından korunmaya alınmıştır.’’ [8]

Bu önsözde yer alan ‘’ içinde kandil bulunan bir oyuktan yayılan ışığa benzer’’ cümlesi Nur suresinden, ‘’Âlemlerin rabbinden indirilmiştir’’ cümlesi Vakıa suresinden, ‘’Allah tarafından korunmaya alınmıştır’’ kısmı ise Fussilet suresinden Kur’an’ı tanımlayan ayetlerdir. Rumi’nin oğlu olan Sultan Veled’in aktardığı bir olaya göre ise bir gün Rumi’nin bir dostunun Rumi’ye gelerek neden Mesnevi’ye Kur’an dediğini sormuş ve Rumi’den ‘’Ey köpek neye Kur’an olmasın? Ey eşek neye Kur’an olmasın? Ey bacısı kahpe neye Kur’an olmasın? Söz ve mana olarak peygamberlerin ve evliyanın ilahi sırlarının nurlarını ihtiva etmiyor mu?’’ cevabını almıştır. [9]

Celaleddin Rumi’nin akılcılık düşmanlığını en iyi yansıtan örneklerden biri de Mesnevi’deki ‘’Kel Papağan Hikayesi’’dir. [10] Rumi akılcılara şu beyitlerle yüklenir;




Dönemin ünlü tasavvufçularından Sadreddin Konevi, Ahi Evren’in de ilginç bir şekilde saygı duyduğu bir kişiliktir ahali. Sadreddin Konevi bir gün Tacüd-din Şehristani isimli bir Sufi’nin ‘’el Musaraa’’ adlı eserinde İbn-i Sina’ya salladığını ifade eden bir mektup yazar. El Musaraa, ‘’güreş tutmak’’ anlamına gelir ahali. Hoca Ahi Evren de bunun üzerine ‘’güreşenle güreş tutan’’ anlamına gelecek şekilde ‘’El Musaraatü’l-musaari’’ eser yazarak İbn-i Sina’ya sahip çıkmış ve Şehristani’ye de reddiye çekmiş olur.[11] Bu tartışmanın konusu ise en özet tabirle ilmi meselelerde aşkın yeridir ahali. Konu aşk olur da Rumi olaya müdahil olmaz mı sizce? Rumi de yine her zamanki gibi Hoca Ahi Evren’e giydirmiştir; ‘’Ey Hace sen şaşkına döndün. Âşıkları alaya aldın. Kendi sersemliğinle Allah’la güreşmeye kalktın.’’ [12] Mevlana yine bildiğimiz gibi ahali. 100 metre engelli şirk koşma dalında altın madalyaya uzanıyor, kendisini tebrik ediyoruz. Hazır Rumi’nin Divan-ı Kebirine el atmışken oradan devam etmek istiyorum. Rumi, Ahi Evren’in yanında yer alan kendi oğlu Alaeddin Çelebi’ye eşek, Hoca Ahi Evren’e ise öküz demektedir [13];









‘’Eşeğim öldü’’ kısmından zaten çıkarmış olabileceğiniz gibi bu beyitler A. Çelebi’nin ölümünden sonra yazılmıştır. A. Çelebi ve Hoca Ahi Evren’in öldürülmelerine, eğer unutmazsam geri döneceğiz ahali. O kısım işin siyasi boyutuna kaçıyor biraz. Önce şu soğuk savaş ortamını bi’ halledelim istiyorum. Ardından kronolojiye uygun bir biçimde oraya kadar geleceğiz.

Rumi’nin oğlu A. Çelebi, Şems ve Rumi arasında geçen ve önemli gördüğüm bir mesele de Kimya Hatun meselesidir ahali. Şems-i Tebrizi 1244’de Konya’ya gelince Celaleddin Rumi henüz 15 yaşında olan cariyesi Kimya Hatun’u Şems’e nikâhlar. Şems bu esnada 65 yaşındadır! Öte yandan Rumi’nin oğlu A. Çelebi ve Kimya Hatun da birbirlerini sevmekte ve hatta evlenmeyi düşünmekteydi. Aşiret dizisi senaryosu gibi gelişen bu olaylar elbette birçok probleme de sebep olmuştu. Şems ve Kimya Hatun Mevlana medreselerinin bir hücresinde kalmaktaydı. A. Çelebi de babasını görme bahanesiyle buraya sık sık gelip Kimya Hatun ile görüşmekte, Şems de bu durumdan rahatsızlık duymaktaydı. Şems’in bir gün A. Çelebi’nin önünü kesip ‘’Hey delikanlı bir daha buradan geçersen ayağını kırarım’’ dediği nakledilir. [14] Şems, Kimya Hatun’a çok düşkünken Kimya Hatun doğal olarak dedesi yaşındaki bu adamla beraber olmaktan mutlu değildi ve sık sık yanından kaçmaktaydı. Ancak Rumi, adamları vasıtasıyla her seferinde kızı bulup geri getirmeyi başarmıştı. [15] Ancak bu kaçışların sonuncusunun ardından Şems bu küçük kızı boynunu kırarak öldürmüş ve olayın ardından Konya’yı terk etmiştir. [16] Ancak Mevlana daha sonrasında diğer oğlu Sultan Veled’i, Şems’in ardından gönderip onu geri getirmesini istemiş ve Şems’in geri dönüşüyle de şu beyitleri yazmıştır;






Evet ahali, Celaleddin Rumi gerçekten çok çok iyi bir şairdir ancak ne insanlık anlamında ne de teolojik olarak onaylanacak bir kişilik değildir. Yaptıkları yenilir yutulur şeyler değildir. Hele bazılarının anlattığı gibi ‘’hazreti’’ hiç değildir. Hele ki Mevlana hiç hiç değildir. Hem ‘’Vağfu annâ, vağfir lenâ, verhamnâ. Ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn’’ diye ayet okuyacaksın [17], ki Türkçesi ‘’Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın. Kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et" demektir, sonra da Allah’ın yarattığına ‘’Mevlana’’ diyeceksin! Siz şaka mısınız Allah aşkına? Böyle bir şey olabilir mi ya? Çıldırdım yine. Ne diyorduk lan? Heh Şems tekrar Konya’ya dönmüştü en son.

Şems-i Tebrizi, Konya’ya bu ikinci gelişinden bir yıl sonra öldürülür ahali. Önemli bir Sufi olan Eflaki’nin anlatımına göre Alaeddin Çelebi, Kimya Hatun meselesinden dolayı bazı kötü niyetli kişilere uyarak ve onlarla ittifak ederek Şems’i katletmiş ve evlatlıktan reddedilmiştir. [18] Zaten Hoca Ahi Evren’in yanına, yani Kırşehir’e, geçişi de böyle olmuştur.

Bu arada, hani Nasreddin Hoca diye bir fıkra karakterimiz vardır ya. İşte o kişi aslında Ahi Evren’dir ahali. Ahi Evren’in kullandığı anlatım tekniklerinden biri de mizahtır. Ancak Rumi ve taraftarlarının Anadolu topraklarında ve İslam âleminde gücü eline geçirmeleriyle yürüttükleri algı ve itibarsızlaştırma operasyonları neticesinde Nasreddin Hoca gülünç ve saçma sapan bir karakter olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaten Ahi Evren’in tam adı Hace Nasirüd-din Mahmud’dur. [19] Hace zaten bildiğin Hocadır, Nasirüd-din Selçuklular döneminde isimlerin önüne alınan lakaplardan biridir ve ‘’dine yardımı dokunan’’ anlamına gelir. Selçuklu dönemi lakaplarının mantığını anlamak adına Nizamülmülk’ün Siyasetname’sini okumanızı tavsiye edebilirim ahali. Oldukça eğlenceli bir kitaptır. Reklamların ardından devam ediyorum. Yani adamın adı bildiğin Mahmut’tur ahali. Ahi ve Evren de aslında ayrı ayrı lakaplardır. Ahi lakabı esnaflığına ve deri ustalığına, yılan anlamına gelen Evren kelimesi de doktorluğuna atıf yapmak için verilmiştir. [20] Bu kadar çok yönlü bir kişilik ne yazık ki ‘’birileri’’ tarafından sansürlenmiş ve itibarsızlaştırılmıştır. Aslında bu bilge kişiliğe itibarını geri kazandırmak hepimizin boynunun borcudur. Bu iade-i itibar işine girişen Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi kitabının(şiddetle tavsiyedir) yazarı sayın Prof. Dr. Mikail Bayram’ı da kutlarım. Şimdi gelin bu itibarsızlaştırma sürecini oluşturan siyasi konjonktürün nasıl geliştiğine göz atalım.


Son yayınladığım yazı olan ‘’Politika Yapabilmek İçinBilinmesi Gerekenler III; Ekonomi’’de Gazali’den bahsetmiş ve tasavvufçudur ancak bazı konulara yaklaşımıyla büyük felsefecidir demiştim. Esasında o Gazali, İslam’da akılcılığı bitiren adamlardan biridir ve bunu yapmak için devlet tarafından görevlendirilmiştir! Sonda söyleyeceğimi başta söylemiş oldum ancak şimdi işin siyasi kısmını ele alıyoruz ahali.

Öncelikle Gazali’nin zihin yapısını anlayabilmeniz için şu alıntıyı koyuyorum buraya[21];






Gazali’nin bu fikirlerinin Anadolu’da ve İslam medeniyetinde kabul görmesine sebep olan iki önemli gelişme vardır ahali;
  •          Haçlı Seferleri
  •          Moğol İşgali


Hatırlayın, Nevrotik Bir Vaka Olarak Türk Toplumu; Tasavvuf ve Çilecilik başlıklı yazımda tasavvufun toplumumuzda travmatik bazı alışkanlıklara yol açtığını söylemiştim. İşte Gazali’nin de felsefeci kimliğini, akılcılığı bırakıp Sufiliğe geçişi de İslam toplumlarında tasavvufun akılcılığa baskın gelmeye başlaması da aynı ölçüde travmatik olmuştur ahali. Şöyle ki, bu dönüşümün yaşandığı 1100’lü yıllar Haçlı ordularının Gazali’nin yaşadığı yer olan Bağdat’ın yakınlarına kadar geldikleri dönemdir (bknz. 1096 I. Haçlı Seferi). Gazali’nin kendi hatıratında yaptığı anlatı[22] dönemin psikolojisini anlamak için önemli ahali, göz ucuyla da olsa lütfen okuyunuz;  






Şimdi süreci neden travmatik olarak tanımladığımı daha iyi anlamış olduğunuzu düşünüyorum. Ya aslında bu, duygusal anlamda kötü hissettiğinde MFÖ’nün depresif şarkılarını dinlemek gibidir. Hatta MFÖ’nün de ‘’Adımız Miskindir Bizim’’ ve ‘’Allah Allah’’ gibi pantesit-tasavvufi şarkıları da vardır. İnsanlar karşılaştıkları güçlükler karşısında teselliyi arabeskte bulma eğilimi gösterebilirler ve hâlihazırda tasavvuf da zaten çileci-arabesk bir kültürdür. Bunun bir örneği de aslında yakın Cumhuriyet tarihinde de görülmüştür. Türkiye 1961-1979 arası birçok atılım yapmış ve her anlamda üretken bir gelenek edinmişti, Devrim otomobilleri, Kıbrıs barış harekâtı ve ASELSAN da bu dönemde gerçekleşen hadiselerdi. O dönemin müzik kültürü bile bir başkadır aslında. Anadolu Rock olarak tanımlanan bu tarz, hem müzikal anlamda çok kaliteli işlere imza atmış hem de şarkıları genel olarak toplumsal meseleleri konu edinen sözler içermekteydi. Ancak 1980 darbesiyle bu üretim bir anda ‘’pat’’ diye kesilmiştir. 80 darbesinin ardından arabesk kültürü toplum üzerinde daha baskın hale gelmiştir. Yani demem odur ki 1980 darbesinin Türkiye’den ne çok şey götürdüğünü sırf 70’lerin Anadolu Rock şarkılarını dinleyerek bile anlayabilirsiniz. Hatta adres de vereyim youtube’da Anatolian Rock Revival Project isimli bir kanal var takip etmenizi tavsiye ederim deyip bir Presidente Kültür&Sanat’ın daha sonuna gelmiş olalım. Neyse fazla kaynatmayın nerede kalmıştık?

Gazali’nin akılcılığı terk edip daha soyut bir inanç olan tasavvufa yönelmesi işte bu ortamda gerçekleşmiştir. Haçlılar Bağdat’ın kapılarına dayanmış, Suriye’de, Filistin’de, Kudüs’te Haçlı flamaları dalgalanıyor, Müslümanlar ise Haçlı ordusuna karşı bir ordu toplayamıyordu. Peki, dünyada bilimsel faaliyetlerin öncüsü olan, her anlamda Batı’dan üstün Müslümanlar nasıl oluyor da bu gerici yobaz bilim ve akıl düşmanı Haçlılara karşı koyamıyordu? Bunun aslında çok basit bir cevabı vardır ahali. Papazlar kafası çalışmayan yobaz Hıristiyanları iki tane dini nutukla kolaylıkla savaş meydanlarına sürebilirken öte tarafta Aristo mantığını hatmetmiş Müslümanlar savaşmak için kendilerini motive edemiyorlardı. Bir tarafta ölümü bir kurtuluş olarak gören oldukça güçlü körlemesine bir iman diğer tarafta ise erişilmiş entelektüelite ve refah düzeyinin gözü kapalı ölüme koşmaktan alı koyduğu Müslümanlar…

İhtiyaç çok açıktır ahali; Haçlı askerleri gibi coşkuyla savaş alanına koşacak gözü kapalı ölüme gidecek, sorgulamayan Müslüman askerler… Haçlı askerleri, Töton şövalyeleri gibi tarikatlarla beyinleri yıkanarak savaş alanlarına akın etmekteydi, bu durumda Müslümanlık içinde de ‘’beyin yıkayan’’ tarikatlara ihtiyaç vardı. İşte bu ihtiyaca binaen İslam dünyasındaki iktidar sahipleri haçın karşısına hilali dikmek uğruna İslam dünyasında akılcılığa karşı gericiliği diriltmeye karar verdiler. Bu iş için de Gazali görevlendirilmiştir. Gazali ilk iş olarak ‘’İhya-i Ulum Ud Din’’ yani Dini İlimlerin İhyası(diriltilmesi) anlamına gelen kitabını yazar. Devlet desteğini de arkasına alan Gazali çeşitli muhalefetlere rağmen 300 yılda zor inşa edilen akılcı geleneği yerle bir etmeyi başarır. Gazali doktrinini Antik Yunan ve felsefe düşmanlığı üzerine inşa etmiş ve tıpkı daha sonraları Celaleddin Rumi’nin çevresinin de yapacağı gibi İbn-i Sina’ya kafir diye saldırmıştır. İşin ilginç yanı felsefe ve Aristo mantığı karşıtlığı Gazali ile Haçlıların ortak payesidir ve Haçlılar bu sebeple Gazali’yi onore de etmişlerdir. Miguel Asin Palacios’un ‘’Gazali’de Hıristiyan Tesiri’’ isimli tuğla gibi kitabı vardır. [23] Gericilik her yerde gericiliktir ahali. Bu dayanışma her ne kadar tezatmış gibi görünse de aslında gayet doğaldır.

1105’de Selçuklular da resmen Mutezileciliği terk edip Gazaliciliği devlet politikası haline getirmiştir. [24] Selçuklu devleti bu dönemde yoğun Moğol baskısı altındadır ahali. Moğolların fethettikleri ülkelerdeki genel taktikleri aslında bir kaos stratejisidir. Bu strateji, farklı etnik ve dini grupları, zayıf olanı destekleyerek, birbirine çarpıştırmak ve sürekli bir kaos ortamı yaratmak olarak özetlenebilir. Bu strateji gereği Anadolu’da da Ahileri kendilerine tehdit olarak görüp Celaleddin Rumi’nin Sufilerini desteklemişlerdir. [25] Hatta Moğollar Celaleddin Rumi’ye Pir-i Rum(Anadolu’nun Şeyhi) unvanını vermişlerdir. [26] Daha önceleri Anadolu’da Abbasi Halifeleri tarafından atanan Fütuvvet Teşkilatının ‘’Şeyhu’ş-şuyuhi’r Rum’’u (Anadolu’daki şeyhlerin şeyhi) bulunuyordu. Moğollar bu makamı da Rumi’ye teslim edip Sultandan Rumi’ye bağlanma ve Mevlevi tarikatına girme zorunluluğu getiren bir ferman da yayınlamışlardır. [27] Bu fermanla başka gruplara ait olan tekkeler, medreseler tüm mal mülk, sahiplerinin ellerinden alınıp Rumi ve çevresine veriliyordu. [28] Anadolu’da böylece farklı sesler zor kullanılarak baskıyla, hukuksuzlukla kesilmiş oluyordu. Tüm bu olaylar Moğol desteğiyle, II. İzzettin Keykavus’un yerine, iktidara gelen IV. Rükniddin Kılıç Arslan döneminde gerçekleşmiştir. Bu dönem II. Keykavus ve Ahi Evren yanlılarının yoğun baskı ve katliamlara tutulduğu bir dönem olmuştur, malları ellerinden zorla alınıyor, attıkları adımlar sürekli takip ediliyor ve birçok katliam yaşanıyordu. Ahi Evren Kırşehir’de bir katliama tabi tutulmuş ve katliam öncesi de malları yağmalanmıştır. Ahi Evren bu olayları şöyle anlatır; ‘’Zamanımızın kurt tiynetli padişahları, kişilerin varisleri olsa bile mallarına el koymaktadırlar. Şeriatın hükümleri bütünüyle ortadan kalktı. İslam’dan sadece bir ad kaldı.’’ [29]

Şu son alıntıyı sırf Ahi Evren’in tüm yaşadıklarına rağmen ağzını bozmayışını göstermek için ekledim. Bir de Rumi’nin başından geçen bir miras davası var. Ona da bir göz atalım fark zaten ortada. Hatırlarsanız Rumi, oğlu A. Çelebi’yi evlatlıktan reddetmişti. Bu yüzden de yasal olarak miras talebinde bulunamazdı. Kadı Mecdüd-din-i Merendi de A. Çelebi’nin mirasından Rumi’ye pay vermemiştir. Rumi de bunun üzerine Mesnevisinin 6. beyitinde Kadıyı, Ahi Evren’in karısıyla yasak bir aşk yaşayan biriymiş gibi gösterdiği bir hikâye yazar. [30]


Rumi attığı bu iftirayla epey çirkinleşmiştir. Hani tarih nasıl bir olgu ki böyle bir adam geniş kitlelerce ‘’saygı değer’’ hazret olarak anılıyor gerçekten ne diyeceğimi bilemiyorum.


En nihayetinde Ahi Evren Kırşehir isyanları esnasında 90 yaşındayken katledilmiştir.[31] Hoşgörü timsali olarak pazarlanan Celaleddin Rumi bitmek tükenmek bilmeyen bir kine sahiptir. Yüzleşin. Hem Ahi Evren’i hem de kendi oğlunu öldürtmüştür. Rumi’nin Ahi Evren ve Türkmen çevrelere olan kini inanılmaz boyutlardadır. Yine Eflaki’nin anlatımına göre Sultan IV. Rükniddin Kılıç Arslan başlangıçta Rumi’ye mürid olup onu baba edinmişken daha sonra Baba Merendi isimli bir Türkmen şeyhi ile tanışmış ve Rumi’nin de bulunduğu bir toplantıda Merendi’ye övgüler yağdırınca Rumi sinirlenerek ‘’Öyle ise biz de başka birini kendimize oğul ediniriz’’ deyip toplantıyı terk etmiştir. Sonraki süreçte Rumi Moğol Noyanı Alıncak ile ittifak ederek Kılıç Arslan’ı da öldürtmüştür. [32] Yani sırf Türkmen çevrelere hafif bir meyil etmesi öldürülmesine yetmiştir. Pardon da hoşgörü bunun neresinde ya?

Bunlar gayet de toplumumuza dışarıdan pazarlanmaktadır ahali. 1970’li yıllarda American Board isimli Hıristiyan Misyoner örgütünün yayınevi olan Redhouse Yayınevi cayır cayır tasavvuf kitapları basıyordu. [33]







Peki, Beyonce’nin yeni doğan çocuğuna verdiği ismi gördünüz mü?






Sahi ya, Graham Fuller de kızının adını Ankara koymuştu değil mi? Bunlar garip şeyler olum. Ya vallahi çok bir şey istemiyorum sadece birazcık düşünün.

Lütfen sevgili kardeşim.



Hadi selametle…


----------------------------------------------

[1] Cengiz Özakıncı, Çoktanrıcılıkta Yahudilikte Hıristiyanlarda Gericilik ve Müslümanlıkta İrticanın Tarihsel Kökenleri İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü(827-1107)

[2] age
[3] Pervez Hoodbhoy, Islam and Science: Religious Orthodoxy and the Battle for Rationality
[4] Ahmed Eflaki, Menakibul Arifin, Mevlana Müzesi Kitap N.1727’den aktaran Mikail Bayram
[5] Ayasofya(Süleymaniye) Kitap N. 4819’dan aktaran Mikail Bayram
[6] Mikail Bayram, Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlana Mücadelesi s. 139
[7] Makalat-ı Şems-i Tebrizi
[8] Konya Yusufağa Kitap N. 5547 olan Mesnevi nüshasından aktaran Mikail Bayram
[9] Ahmed Eflaki, Menakibul Arifin s. 291
[10] Mevlana Celaleddin Rumi, Mesnevi V, 916, 4144-4146. Beyitler
[11] Mikail Bayram, İbn-i Sina ve Ahi Evren, İbn-i Sina’ya Armağan
[12] Mevlana Celaleddin Rumi, Divan-ı Kebir, s. 549
[13] age
[14] Sipeh-salar, Menakıb-i Hz. Hüdavendigar, s. 176’dan aktaran Mikail Bayram
[15] Ahmed Eflaki, Menakibul Arifin, 637-638
[16] Mikail Bayram, Sosyal ve Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren – Mevlana Mücadelesi s. 176
[17] Kur’an-ı Kerim, Bakara, 285-286
[18] Mikail Bayram, age
[19] age
[20] age
[21] Pervez Hoodbhoy age’den aktaran Cengiz Özakıncı age s. 245-246
[22] Gazali, El Munkızu Mined Dalal’dan aktaran Cengiz Özakıncı age s. 247
[23] Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar’dan aktaran Cengiz Özakıncı age s. 284
[24] Cengiz Özakıncı, age
[25] Mikail Bayram, age s. 172
[26] age s. 114, 159, 245, 259
[27] Ahmed Eflaki age’den aktaran Mikail Bayram age s. 115
[28] Mikail Bayram age s. 115
[29] Bursa Eski Eserler Kütüphanesi Kitap N. 1184’ten aktaran Mikail Bayram age
[30] Mesnevi VI’dan aktaran Mikail Bayram age s. 217
[31] Mikail Bayram, age
[32] Ahmed Eflaki age
[33] Cengiz Özakıncı, Türkiye’nin Siyasi İntiharı Yeni-Osmanlı Tuzağı s. 187






















6 Kasım 2018 Salı

Politika Yapabilmek İçin Bilinmesi Gerekenler III; Ekonomi

Selam ahali, hazır herkes para meselelerine bu kadar ilgiliyken ekonomiyle ilgili anlatmam gerekenleri anlatayım istiyorum. Gün o gündür ahali. Öncelikle şunu belirtmem lazım ki, konsept olarak bu ve bu yazıların devamı niteliğinde bir yazı olacak. O yüzden önce bunları okuyun ondan sonra gelin.


Daha önce de söylediğim gibi oy verme işlemi yeterliliğe, ehliyete bağlanması gereken çok büyük bir sorumluluktur. Bir Ortadoğu ülkesinde politika yapacak iseniz -hele de bu ülke Türkiye ise- bilinmesi gereken çok şey vardır. Evanjelizm’i ve Siyonizm’i iyi bilmeniz gerekir, Hegel diyalektiğini bilmeniz gerekir. ABD ve AB tarihini -özellikle de Reform hareketleri sonrasını- genel hatlarıyla bilmeniz gerekir. Almanya’da Nazizim’in Rusya’da Komünizm’in Wall Street bankerlerince kurulduğunu ve palazlandırıldığını bilmeniz gerekir. CFR’ı, Bilderberg’i, Trilateral Comission’u, Bones & Skulls’u bilmeniz gerekir. Sermaye sahibi uluslarüstü hanedanları bilmeniz gerekir. Morton Abramowitz’i, Paul Wolfowitz’i, Graham Fuller’i iyi tanımanız gerekir. RAND ve Stratfor gibi think-thank’leri çok iyi bellemeniz gerekir. Sosyoloji ve ekonomi gibi disiplinlere de temel seviyede dahi olsa hakim olmak gerekir.


Ekonomiden anlamak için rakamlarla aranızın çok iyi olmasına gerek yok, sorgulayan bir zihin yapısına sahip olmanız yeterlidir. Basit mantık kaidelerini işletebiliyorsanız anlaşılmayacak hiçbir şey yok. Ortaya ‘’net’’ ve ‘’brüt’’ diye kavramlar attılar. Bugün işçilerin maaşı vergiler düşülmeden, net değil de brüt olarak verilse ve bu vergiler daha sonra talep edilse isyan çıkar isyan. Hem de bu isyan o kadar büyük olur ki, koskoca Fransız İhtilali bu isyanın yanında meslek lisesi kavgası gibi kalır. Zira bir insanı ne kadar siktiğinden ziyade nasıl siktiğin daha önemli olur bazen. Misal bugün bir de Gayri Safi Milli Hâsıla diye bir kavram var. GSMH koca bir palavradır. Bugün Koç gibi Boyner gibi büyük oluşumlardan yalnızca biri kârını arttırsın, ticari hacmini genişletsin ülke ekonomisi büyüyor, GSMH artıyor. Kişi Başına Düşen Milli Gelirmiş(!) benim cebime 1 lira daha fazla girmiyor ki, ekmeğin fiyatı düşmüyor ki, bunun vatandaşa bir faydası yok ki. GSMH züğürt tesellisidir ahali. Tiyatrodur. Bir taraftan alım gücü 15 yılda %68 düşen bir halk diğer taraftan ekonomisi büyüyen bir ülke. İki istatistik de kağıt üzerinde doğru. Ancak refah böyle bir şey değil ahali. Bir bilim olarak ekonomide bu ve bunun gibi zibilyon tane uyduruk içi boş kavram vardır. Tüm bunların amacı bir algı operasyonu yapmaktır. Şöyle ki; ‘’Siz avamsınız, sizin kafanız böyle işlere basmaz para-finansman işlerini bu işin profesyonellerine bırakın’’ Ancak, öyle bir dünya yok ahali. İnsanlar kendi kaderlerini kendileri tayin edebilmelidir. Belki ‘’birilerinin’’ tanrıcılık oynama hayallerini baltalayacağız ama herkes bu işlerden asgari düzeyde de olsa anlamak mecburiyetindedir. Arka taraf dinle burayı.


Dünyada satın alınabilecek her şeyi düşünün, işte tüm bu malı metayı 10 defa satın alabilecek kadar para bankalar tarafından BORÇ olarak üretilmiştir. Evet, tarafından. Peki, nasıl? Şöyle ki; T.C anayasasında Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri maddesi altında, para basma ifadesi de yer alır.





Ancak bu yetki 1930 yılında Merkez Bankasına devredilmiştir. [1] Bu noktadan itibaren ise ekonomik sistem adım adım bozulmaya başlamıştır. Merkez Bankası Kanunu'nda 21 Nisan 1994 tarih ve 3985 sayılı değişiklikle Merkez Bankası banknot ihracı yetkisine sınırlama tamamen kaldırılmıştır. [2]





Yani, anayasada TBMM'ye verilen para basma yetkisi, kanunla süresiz olarak Merkez Bankası'na devredilmiştir. Şimdi bu noktadan sonra sorulması gereken asıl soru şudur; para basma yetkisi artık devlete ait olmayan bir kuruluşta, devlet bu paraya nasıl erişecek? Bu sorunun da, Kemal Derviş’ten önce ve Kemal Derviş’ten sonra olmak üzere iki cevabı vardır. Sömürge valisi Kemal Derviş IMF tarafından gökten zembille indirilmeden evvel Türkiye’deki sistem de tıpkı ABD ve FED arasında işleyen sistem gibiydi. Yani, devlet lüzumu hasıl olduğunda merkez bankasından borç alıyordu.


Şimdi araya bir reklam alıyorum. 1801-1809 tarihleri arasında ABD başkanlığı yapmış olan Thomas Jefferson, ‘’Eğer ABD halkı özel bankaların kendi paraları üzerinde basma haklarının kontrolüne müsaade ederse önce enflasyon gelecek, sonra para arzı düşürülecek, kamu harcamaları kısılacak, vergiler artacak, deflasyon olacak. Bu esnada şirketler büyürken halk ellerindeki mülklerden olur ve çocuklar evsiz ve barksız olarak uyanır. Ben banka kurumlarının hürriyetimiz açısından ordulardan daha tehlikeli olduğunu düşünüyorum’’ demiştir.[3] Tabi ki vergilerin artması, şirketler zenginleşirken halkın fakirleşmesi falan bunlar Türkiye’de olacak şeyler değildir ahali bunlar ABD’ye özgü şeylerdir(!) ABD’de 5 Nisan 1933 tarihinde çıkan başkanlık kararnamesi tüm Amerikan vatandaşlarının ellerindeki altınları Amerikan hazinesine teslim etmeleri gerektiğini buyurmuş aksi halde davrananların da hapis cezasına çarptırılacaklarını bildirmişti. Roosevelt aynı zamanda altın ihracatını da yasaklamıştı.[4] Bugün, Türkiye’de vatandaştan ‘’enflasyonla topyekün mücadele’’ ve ‘’boz doları boz oyunu’’ diyerek altın ve dolarlarını bozdurmasını “rica edenler” yarın işler daha kötüye giderse yalnızca rica etmekle yetinmeyebilir deyip reklamların ardından devam ediyorum.


Kemal Derviş Türkiye’ye tepeden yıldırım gibi düşmüş ve 15 günde 15 ayrı yasa çıkarmıştı. Bu yasalardan biri de Merkez Bankası Yasası 56. Maddedir [5];







Yani, devlet, merkez bankası tarafından basılan paraya hiçbir şekilde erişemez. IMF’nin, Atatürk’ün devletçilik ilkesiyle taban tabana zıt, devletin piyasa üzerindeki rolünü tamamen kısıtlayan politikalarının özeti bir kanun değişikliğiyle karşı karşıyayız ahali. Özel bankaların tiranlığına hoşgeldiniz. Bankalar insanlara kafalarına göre krediler verecek, piyasada kredilerin ve faizlerinin tahsilini karşılayacak yeteri miktarda para bulunmayınca bankalar, Merkez Bankasına diyecek ki; ‘’para bas’’ Merkez Bankası para basacak, ülkede Merkez Bankasının bastığı parayı karşılayacak bir üretim, maddi bir varlık olmadığı için de aradaki fark vatandaşın sırtına yüklenecek. Enflasyon yükselecek, fakirleşeceğiz, Ne güzel İstanbul be! Anayasada TBMM'nin olan para basma yetkisini Merkez Bankasına devretmek sonra da Merkez Bankası devlete hiçbir şekilde borç veremez diye yasak çıkarmak. Affedersiniz ama böyle iş[:)] olur mu?


Bankadan kredi çekmek işte tam da bu mantıki kaideler gereği çok büyük bir ahlaksızlık, sorumsuzluk ve en nihayetinde enayilik ve hırsızlıktır hem de başkaları adına yapılmış bir hırsızlık. Taşeron hırsızlar! Kur’an’da faizin ‘’O ribayı yiyenler, şeytanın bir dokunuşla çarptığı kişinin kalkışından başka türlü kalkamazlar. Bu böyledir, çünkü onlar, "Alış-veriş de riba gibidir." demişlerdir. Oysaki Allah, alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır. … Yeniden ribaya dönene gelince, böyleleri ateşin dostlarıdır. Sürekli kalacaklardır orada. … Ey iman sahipleri, Allah'tan korkun. Ve eğer inanıyorsanız ribadan geri kalanı bırakın. Eğer böyle yapmazsanız, biliniz ki Allah'a ve Peygamberine savaş açmış olursunuz…’’ [6] gibi oldukça net ve sert ifadelerle yasaklanması da yine bu yüzdendir.


Gazali, benim teolojik açıdan onaylamadığım bir kişiliktir zira kendisi tasavvufçudur, akılcı hareketlerin karşısındadır. Ancak bu yönünün zıttı bir biçiminde bazı konulara yaklaşımıyla da büyük bir felsefecidir. Gazali, ‘’Dirhem ve dinarlar belli bir amaç için yaratılmamışlardır, kendi başlarına hiçbir işe yaramazlar; tıpkı taş gibidirler. Elden ele dolaşmak, alışverişi yönetmek ve kolaylaştırmak için yaratılmışlardır. Malların değerini ve derecesini gösteren SEMBOLLERDİR.’’ … ‘’Tam da bu yararsızlıkları sebebiyle ancak ölçüm birimi olabilirler.’’ … ‘’Bir şey ancak kendine özgü özel bir formu ya da niteliği olmadığı takdirde diğer şeylerle tam olarak ilişkilendirilebilir –örneğin yalnızca renksiz bir ayna tüm renkleri yansıtabilir aynı şey para için de geçerlidir– kendi başına bir amacı yoktur. Ama malların değiş tokuşu için aracılık hizmeti yaparlar.’’ … ‘’Başka mallarla ilişkili olan dirhemler cümledeki edatlar gibidir’’ diyerek çok doğru tespitler yapmıştır. Zira para,  bir sembol olmaktan çıkıp yatırım aracına dönüştüğü an vahşi kapitalizm başlar.

İyi bilinen farkların altında benzerlikler gizlidir ahali. Bugün birbiriyle taban tabana zıt görünen kapitalizm ile komünizmin ikiz kardeş olduğunu çok az kişi dile getirebilmektedir. Kapitalizmin temel doktrini kâr ve faizdir. Kapitalizmde küresel şirketler faiz ile insanları ezer. Komünizm ise bu ikisini, kâr ve faizi, ortadan kaldırır. Böylece komünizmde de, kâr etme imkanı olmadığı için, insanlar bu kez de devlet tarafından ezilir. Hegel diyalektiğine yerleştirelim; kapitalizm(tez)+komünizm(antitez) = ‘’ooo kardeşim eziliyorsun bugün’’(sentez) Bu durumda lazım olan şey kârın ve özel mülkiyetin olduğu ancak faizin olmadığı, paranın ise yalnızca malı, metayı sembolize eden bir kavram olarak varolduğu bir sistemdir.


Geçenlerde ‘’Trump tweet attı, dolar fırladı: borsa sert düştü’’ başlıklı bir haber metnine denk gelmiştim. Eskiden Bahçeli hapşırdı diye yükselen dolar artık Trump tweet attı diye yükseliyormuş. Şayet siz kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomi inşa edemezseniz suyun üzerinde sürüklenen bir yapraktan farkınız kalmaz. Ortamlarda ‘’yerli ve milli’’ edebiyatı yapmayla olacak işler değildir bunlar. Atatürk’ün konuyla ilgili çok güzel bir sözü vardır; ‘’Siyasi ve askeri zaferler ne kadar parlak olurlarsa olsunlar iktisadi zaferlerle taçlandırılmazlarsa bu zaferler sürekli olmaz hemen sönüverir’’ [7] Mustafa Kemal Paşa burada nokta atışı yapmıştır. Biz Çanakkale’de, Dumlupınar’da, Lozan’da kazandıklarımızı daha sonrasında ABD ile imzalanan ikili anlaşmalarla bir bir kaybettik. Kemal Derviş de zaten ölmüş bitmiş olan ekonominin üzerine 2001’de tüyü dikti. Türkiye’yi IMF ile tanıştıran Recep Peker’i Toplumsal Çürüme ve Okyanus Ötesinden Gelen Tipolojiler başlıklı yazıda anlatmıştım, önce onu daha sonra da ABD ile imzaladığımız ikili anlaşmaları çarşaf çarşaf ortaya serdiğim Bağımsızlığı İpotek Ettirmek; İkili Anlaşmalar! Başlıklı yazıyı okuyup burada anlattıklarımla birleştirin. 2018 yılı itibariyle Türkiye’nin en değerli 100 firmasının toplam değeri 27,5 Milyar dolardır, ki buna THY de dâhil, öte yandan yalnızca Toyota’nın değeri ise 44 Milyar dolardır. [8] Sosyal devlet anlayışını, gelir adaletini sağlayamadığımız gibi son vagonuna bindirildiğimiz neo-liberalizmin, kapitalizmin bile hakkını veremiyoruz. 


CIA, İran’da Musaddık rejiminin devrilmesiyle sonuçlanan darbeyi organize eden ve resmen CIA personeli olan Kermit Roosevelt’in, meşhur FDR’nin de uzak akrabasıdır, kimliğinin açığa çıkmasından sonra yabancı ülkelerde yürütülen operasyonlarda doğrudan kendi ismiyle çalışma işine son vermiş, kendini gizleme yoluna gitmiştir. Bu amaçla bir diğer Amerikan istihbaratı olan NSA’in bünyesinde MAIN isimli özel bir teşebbüs kurmuştur. MAIN’in amacı yabancı ülkelerdeki ekonomik manipülasyonları yürütmektir. John Perkins de burada görev almış, kendi deyimiyle, eski bir ekonomik tetikçidir.  Perkins, gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere aslında halkın ihtiyacı olmayan projeler ve yatırımlar için kredi verdiklerini, verilen kredileri de yine kendi şirketler grubundan hizmet ve malzeme alımı için kullandıklarını, proje bitiminde kurulan tesisin gelirlerini de kendilerinin aldıklarını aktarır. [9] Böylece kredi faizi, mal veya hizmet satışı ve kurulan teşebbüsten elde edilen gelir olmak üzere ayrı ayrı kalemlerden milyonlarca dolar gelir elde edilir. Ülkenin bu yatırımlarla kalkınması imkansızdır. Somut konuşalım bu modelin adı; YAP-İŞLET DEVRET modelidir. Bugün Türkiye’de yapılan tüm otoyol, köprü ve inşaatlar hem borç para ile yapılmış hem de üretime katkısı olmayan yatırımlardır. Şu an Türkiye’nin dış borcu trilyonlarla ifade edilecek seviyelerdedir. 15 yılda özelleştirmelerden 60-70 milyar dolar gelir elde edildi. Ancak yine bu 15 yıllık süre zarfında faiz lobisi olarak tarif edilen güruha ödenen para; 216 milyar dolardır Yani elde edilen gelirin 3,5 katı! . Hazine müsteşarlığının sitesi halka açık girin kontrol edin. Delik o kadar büyük ki, ne vergi zamlarıyla ne de özelleştirmelerle kapanacak gibi değildir.


Türk Lirasının yaşadığı değer kaybı da bu yüzdendir. Ülkenin içi boşalıyor ahali. Bazı denyolar da çıkıp ‘’TL’ye operasyon çekiliyor, reise sahip çıkalım’’ gibi yaklaşımlar türetiyor. Ancak böyle bir tavır içine girebilmek için ülke menfaati adına çekilmiş bir rest görmek gerekir. Mesela Kıbrıs Barış Harekatı sonucunda ülke ciddi yaptırımlarla karşı karşıya bırakılmış, köşeye sıkıştırılmıştı. İnsanlar, yağ kuyruklarına Kıbrıs uğruna katlandı. Ancak bugün ise küresel sermayenin ‘’iki dediğini bir etmeyen’’ ‘’ne istedilerse veren’’ hatta o yağ kuyruklarından da ağır demagoji içeren propagandalar çıkararak iktidara gelmiş bir ekip var. Yani, ne uğruna bedel ödenecek bir dik duruş ne de sahip çıkılacak bir reis vardır ortada. Ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik durumun sebebini, ‘’dış güçlerin Erdoğan karşıtlığı’’ yahut Rahip Brunson’un tutuklanması olarak ilan etmek en hafif tabirle alıklıktır. Ülkemiz üretmiyor, üretmediği gibi de sürekli tüketiyor. Dışarıya sattığın herhangi bir şey yok. Yaptığın ihracat bir metayı iki parça halinde İTHAL edip montajını yapıp satmaktan ibaret. Yani ihracat yapmak için bile ithalat yapmak zorundasın. E dünyaya herhangi bir değer sunamayan bir ülkenin de parasını kim neden kullanmak istesin ki? Dışarıya ürün satamadığın, ülkene de ziyaretçi veya yatırımcı da çekemediğin için döviz stokların eridi. Aylık cari açığın 3 MİLYAR DOLAR!


Neyse benim yine ateşim çıkmaya başladı. Yazıyı burada bitiriyorum. Şimdi siktirin gidin azıcık kitap mitap okuyun.


Hadi selametle…


---------------------------------------------------


[3] Ralph Keyes, Rules of Misqutation – 1992
[4] James Rickards, Çöküşe Giden Yol, 2017
[6] Bakara - 275,278 ve 279
[7] Atatürk’ün Söylev ve Demeçlerinden Seçmeler - http://www.ata.tsk.tr/content/media/01/soylev_ve_demecleri.pdf
[8] BrandFinance Brand Value by Country 2018 Global 500 2018
[9] John Perkins, Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları





11 Ağustos 2018 Cumartesi

Ego, Bencillik, Kibir, Önyargı

Selam ahali, anlamları kaydırılmış bazı kavramlar üzerinde konuşacağız. “Kelimeler ve Kavramlar” başlıklı yazıyı okumamış olanlar okuyup öyle gelsin.

Bir insanın fikrini değiştirmenin, onu yeni bir şeye inandırmanın iki yolu vardır. Birincisi konu üzerine argümanlarınızı, akla mantığa hitap eden delillerinizi sunmak, karşıdakinin de bunları layığıyla dinleyip değerlendirmesi sonucunda da ikna olması ve kabul etmesi ikincisi ise bilinen kelimelere ve kavramlara farklı bazı anlamlar yükleyerek kişiyi farkında olmadan dönüştürmektir. Bu yöntemlerden ikincisi hem daha kolay olanı hem de daha çok tercih edilendir. İnsanlar kullandığı sözcüklerin değişen anlamlarını fark edemeden bir zamanlar çok sevdiği, değer verdiği şeylere sövüp sayarken öte yandan bir zamanlar nefretle baktığı şeyleri sevip bağrına basmaya başlar. Gayriahlaki midir? Evet, gayriahlakidir ancak uygulanan şey budur.

İngilizceden hiç değiştirmeden direkt olarak aldığımız “ego” diye bir kelime var. Anlamı oldukça karıştırılan bu kelime “benlik” demektir. Her insanda mutlak suretle olması gerekir ve yüksek olanı makbuldür. Bu kelime en çok, kendini beğenmişliği ifade eden “kibir” ile karıştırılır. Ancak İngilizce’de kibiri karşılayan bir sözcük zaten vardır; “arrogance”

Yani ego kavramına karşı gelişen düşmanca yaklaşımlar aslında İngilizcede “ego” ve “arrogance” Türkçede ise “benlik” ve “kibir” kelimelerinin birbirine karıştırılmasından temel bulmaktadır. Ego kavramına yani benliğe topyekün savaş açan yaklaşımlar ise çok farklı noktalara kapı açabilir. Nereye mi? “Ben aslında yoğum”, “varlık tektir” diyen Celaleddin Rumi’lerin, Yunus Emre’lerin panteizm yoluna ya da nefse zulmedip onu yok etmeye çalışan tasavvuf ve Hıristiyan çileciliğine! Kur’an’da ise nefis zulmedilmesi gereken bir şeyden ziyade memnun edilmesi gereken bir şey olarak karşımıza çıkar.[1] Ancak görüldüğü üzere kelimelerin anlamlarında yapılan ufak bir oynama bir Müslümanı, yani Kur’an’a inandığını söyleyen bir kişiyi, inandığını iddia ettiği kitabın tam zıttı yöne itip spiritüalistlerle ve Hıristiyan asketizmi ile aynı çizgide buluşturabiliyor. Görüyorsunuz ahali kimleeer kimlerle beraber yan yana geliyor kadere bak.

Ego, ben ve benlik kavramlarını oturttuğumuzu düşünüyor ve izninizle bir başka galat-ı meşhura geçiyorum; bencillik!

Ahali, bencillik kötü bir şey değildir, nötr bir kavramdır. Bencillik, iyiye veya kötüye kanalize edilebilir. Meşhur iktisatçı Adam Smith şöyle der; “Akşam yemeğimizi soframızda bulmamız kasap biracı veya fırıncının cömertliğinden değil, onların kendi menfaatlerine saygılarından ötürüdür. Biz de onların insanlığına değil, öz-sevgilerine hitap ederiz. Sermaye ve emek harcayan her birey ne kamu menfaatini destekleme niyetindedir, ne de ona ne kadar destek olduğunu bilir. Adeta görünmez bir el vasıtasıyla, kendi menfaati peşinde koşmakla, toplumun da menfaatine destek olmuş olur.” [2] Yani salt bir bencilliği iyi veya kötü olarak tanımlayabilmek mümkün değildir. Zihinlerinize kodlanan “bencillik kötüdür” algısını kırın. Bencilliği iyi veya kötü yapan şeyler vardır. Mesela bencilliğiniz sizi başarılı bir rakip karşısında “daha iyisini” yapmaya itiyorsa o iyi bir bencilliktir. Ancak bencilliğiniz sizi aynı durumda “daha iyisini” yapmak yerine rakibinizi “aşağı çekmeye” yöneltiyorsa o bencillik artık iyi bir bencillik değil kötü bir bencilliktir. Bu yaptığınız net orospu çocukluğudur. Para, iyi ve güzel eşyalar, güzel veya yakışıklı bir eş istemek, kendi çıkarını gözetmek, bunlar kötü şeyler değildir. Önemli olan bunlar için çalışırken izlediğiniz yöntemdir. Adam Smith’in bahsettiği gibi kendi öz saygıları yani bencillikleri adına yaptıkları işin en iyisini yapmaya uğraşan insanlardan oluşan bir toplum düşünün. Bu müthiş bir şey olurdu lan. Vasatlığı(yazının sonunda buraya bir parantez açacağım unutturmayın), kalitesizliği, pespayeliği bitirecek yegane doktrin bencillik olabilir aslında hehehe.

Benzer bir durum önyargı kavramı için de geçerlidir. Tıpkı bencillik gibi salt önyargı da iyi veya kötü bir şey değildir. Önyargı ile ilgili de yanlış algılarımız var. Önyargı hep düşünülenin aksine kötü değil nötrdür. Şayet yargı doğruysa önden gelmesinin bir sakıncası yoktur hatta böyle bir durumda önden gelmesi daha bile iyidir. Önyargıyı, “yargısız infaz” ile karıştırmamak gerekir. Değerlendirilecek bir şeyi ya da kişiyi direkt yargısız infaz ediyorsanız bu kötü bir şeydir. Ancak değerlendirilecek şey veya kişi hakkında önyargılara sahip olmak yargılarınızın ve tespitlerinizin isabet oranlarınca iyi veya kötü olarak değişebilir. Ancak işin başında da söylediğim gibi bir kavram olarak önyargı tek başına nötrdür.

Ben anlatacaklarımı anlattığımı düşünüyorum. Bonus olarak vasatlığa da ufak bir parantez açıp bitiriyorum artık. Vasat kelimesi sanılanın aksine bir şeyin kötü olduğunu ifade etmek için kullanılmaz. Gerçi şu an kullanılıyor ama kullanılmaması gerekir. Vasat, ortalama demektir, bir şeyin “iyi olmadığını” ifade etmek için kullanılır. Vasat, “eh işte”dir.

En başında da söylediğim üzere kelimelerin zaman içinde uğradıkları ya da uğratıldıkları anlam kaymaları dikkat edilmesi gereken bir konudur. Kullandığınız ve duyduğunuz kelimelerin anlamlarını iyi öğrenin ki yarın öbür gün farkında olmadan, aslında hiç onay vermediğiniz şeyleri savunur hale gelmeyin.


Hadi selametle...

------------------------------------------------------------


1- Kur’an 2/57, 2/87, 3/117, 3/135, 4/29, 4/64, 4/97, 7/23, 7/177 ve daha yüzlerce ayet
2- Adam Smith - Ulusların Zenginliği

1 Ağustos 2018 Çarşamba

Modernizmin Dayatmaları II; Demokrasi ve İnsan Hakları

Selam ahali, her kim ki demokrasi, insan hakları, özgürlük, kardeşlik gibi kavramlardan bahsediyorsa bilin ki o kişinin amacı bu kavramların kendisi değil, bu kavramlardan yararlanmaktır. 

Günümüzde demokrasiye en ufak bir eleştiri getirmek dahi linç sebebidir. Demokrasi, günümüz paradigmasındaki bir insan için, tam olarak ikna olmamış olsa bile, asla eleştirilemeyecek, aleyhine beyanat verilemeyecek bir dogmayı ifade eder. Blogda ismi çok defa geçmiş olan Walter Lippmann’ı hatırlıyor musunuz? Walter Lippmann “stereotype” kelimesini politik literatüre sokan kişidir. CFR’ın da kurucusudur.[1] “Stereotype” basmakalıplığı ifade eden bir kavramdır. Demokrasi de modernizmin dayatmalarıyla şekillenen 20. ve 21. yüzyıl paradigması içindeki en önemli stereotype’lardan biridir. 

Bugün, “ama demokrasinin de şöyle dezavantajları var” diyerek bir cümleye başladığınız an, ne kadar nahif olursanız olun, ardını nasıl getirirseniz getirin, tezinizin altını nasıl doldurursanız doldurun, insan hakları düşmanı, cahil, yobaz ve gavat ilan edilirsiniz. O dakikadan itibaren tukakasındır, dünyanın en kötü adamısındır. 

Reddediyorum ahali, ben böyle bir gerizekalılığı reddediyorum. Düşünsel meselelerde insanların yaptığı en büyük hata hiç şüphesiz ki, araçların amaç yapılmasıdır. Toplum paradigmasının dışına çıkmayı başarabilmiş insanların üzerinde anında demokrasi kılıcını sallandıran bu kuru sıkı şövalyelerin gözden kaçırdığı en temel nokta budur. 

Her insan temel haklarının garanti altına alındığı, özgür ve müreffeh bir ortamda yaşamak ister. Ha “bazı insanlar da dünyanın yandığını görmek ister onlara asla ulaşamazsınız”[2] ama konumuz bu değil, sağlıklı bir insandan bahsediyoruz. Yani amaç adalet, özgürlük ve refah ise bunun tesis edilmesi için izlenecek yöntem demokrasi olabilir, lider iyi olduğu sürece otokrasi olabilir, teokrasi olabilir, isterseniz tirbuşon rejimi veya muz cumhuriyeti bile olabilir.

Buraya kadar anlatmaya çalıştığım şey içi boş demokrasi şövalyeliği ve esas amaca ulaşmaya çalışırken detaylarda kaybolduğumuzdu. Gelelim şimdi demokrasinin kendisine. 

Ben kendimi hiçbir zaman “demokrat” olarak tanımlamam. Demokrasi bana fayda sağladığınca, işime geldiğince var olması gereken bir kavramdır. Yaklaşımı bencilce mi buldunuz? Evet, oldukça bencilce bir yaklaşımım var. Ancak esasında bencillik de kötü bir şey değildir, bencillik ile ilgili yanlış bir önyargı var. Hatta önyargının kendisi ile ilgili de yanlış algılarımız var. Ancak tüm bunları başka bir yazıda açıklayacağım. Zira bu meseleye de burada değinirsek yazı iyice dağılacak. O yüzden “coming soon” deyip hız kesmeden devam ediyoruz. 

Aysun Kayacı’nın “dağdaki çoban ile benim oyum bir mi?”[3] diye meşhur bir çıkışı vardı. Hatırladınız mı? Kadını boşu boşuna linç etmişlerdi. Neden mi? Demokrasinin en temel iddiası nedir? Tüm vatandaşların yönetimde söz sahibi olması yani insanların “kendi kendini yönetmesi” öyle değil mi? Ancak bu çoğulcu sistemde liyakate tamamen ters, büyük bir yanlışlık vardır. Çoğunluğun tercihleri her zaman doğru mudur? Unutmayın ki Hitler Almanya’da seçimle göreve gelmişti. Yani o dönemki Alman vatandaşlarının “çoğu” Hitler’i seçmişti. Hadi bırakalım Almanya’yı, “çoğunluğu” Müslüman olan bir ülkede yaşıyoruz öyle değil mi? Kur’an’dan bir örnek vereceğim. Bunlar Kur’an’ın çoğunluğun tercihleri üzerine ifadeleri;[4]



Cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık ve milletvekilliği profesyonel birer meslek midir? Bu insanlar maaş aldıklarına göre gayet de öyledir. Peki, her meslek için olduğu gibi bu meslekler için de bir uzmanlık gerekmez mi? Gerekmez de de ağzının ortasına bir tane çarpayım. Cumhurbaşkanlığı, başbakanlık, bakanlık ve milletvekilliği yapmak da bu makamlara gelecek kişileri seçmek de bir uzmanlık gerektirir. Oy kullanmak temel bir haktan ziyade bir liyakat meselesi olmalıdır. Aysun Kayacı’nın sözlerine bu bağlamda kesinlikle hak veriyorum. Ha insanları aşağılamak adına “çoban” kelimesini kullanmak tabi ki yanlıştır, sırf bu sebeple ise kendisini linç edebilirsiniz ancak oy kullanmak için yani ülke yönetiminde söz sahibi olmak için kesinlikle yalnızca vatandaş olmak yetmemelidir. 

Alternatif bir seçim sistemi öneriyorum. Oy pusulalarını herkese koşulsuz şartsız teslim etmek yerine sandık başına, bankalarda ve postahanelerde olduğu gibi dokunmatik ekranlı bir banko yerleştirelim. Genel politika, ekonominin temel kavramları ve yakın tarih konulu 100.000 adet soru barındıran bir havuzdan rastgele gelecek şekilde 10 soruluk mini bir test yapalım. Seçmen adayları TC kimlik numaralarıyla testi çözsün, testi başarıyla bitirenlere de banko bir oy pusulası yazdırsın. Testi geçemeyenlere de oy pusulası verilmesin hatta boş akbil sesi gibi rencide edici bir ses de çıkarsın bankomuz hehehe. 

İnsan haklarına aykırı olduğunu mu düşünüyorsunuz? Hayır güzel kardeşim, içinde bulunduğun toplum paradigmasında biraz sıyrılıp bağımsız düşünebilirsen göreceksin ki olması gereken de, adil olan da budur. Liyakati başka türlü devreye sokma imkanı yoktur. 

Düşün, bir şirket sahibisin, bir yönetim kurulu oluşturacaksın ve bu yönetim kurulu da şirketin CEO’sunu yani şirketi yönetecek adamı seçecek. Bu oluşturacağın kurula alacağın kişilerin donamımlarını sınamayacak mısın? Kaldı ki burada bir şirket değil içinde yaşadığımız koca bir ülke söz konusu. İnsan haklarını da adaleti de refahı da yalnızca bilgili, donanımlı ve konu üzerinde uzmanlığı olan kişiler tesis edebilir.

“Halka rağmen halk için” hareketleri çoğulcu demokrasilerin en büyük çıkmazıdır. Kendi iyiliği, faydası, çıkarı, refahı için yapılması gerekenleri dahi bilmekten aciz bir çoğunluğun iradesindense liyakat sahibi bir avuç insanın iradesi evladır. Bu hususta içi boş hümanistlik yapmayın, insan hakları diye bir kavrama gerçekten inanıyorsan olması gereken budur. 

Hadi selametle...

------------------------------------------------------------------
4- https://www.instagram.com/sorgulayanmusluman



10 Temmuz 2018 Salı

Modernizmin Dayatmaları I; Feminizm ve Liyakat

Selam ahali yeni bir yazı serisine başlıyoruz, kaç tane yazarım, nereye kadar gider bilmiyorum. Modernizmin, yani 20. ve 21. yüzyıl paradigmasının, dayattığı, sorgulanmasına bile müsaade etmediği hatta bunlara karşı en ufak bir tepkiyi, hatta tepkiyi de geçtim lan ufacık bir ‘’acabayı’’ anında sindirdiği, toplumsal linç uyguladığı kavramları konuşacağız. Ezberde olan şeylere baya bi’ atıp tutacağım yani. Bu seriye de feminizmden başlamak istedim.

Önce şunu bi’ oturtalım, kadın erkek eşitliği modernizmin dayattığı en büyük palavralardan biridir. Herhangi bir insan herhangi bir başka insanla eşit olamayacağı gibi erkek ve kadın da eşit değildir. Kendini, herhangi başka biriyle tamamen aynı, yani eşit gören var mı? Erkek ve kadın, tıpkı tüm insanlar gibi, haklar itibariyle eşittir. Aslında buna eşit değil de eş değer demek daha doğru olacaktır. Bu da zaten aklı başında, eğitimli, iyi ahlak sahibi tüm insanların üzerinde anlaşacağı ve sahip çıkacağı temel bir haktır. Feminizm sanki bunları sadece kendileri dile getiriyormuş ve bu ''davaya'' yalnızca kendileri sahip çıkıyormuşçasına militarist bir tutum sergilemektedir. Esasında feminizm insanın temel duyarlılıklarına komple yabancı kalmış faşist bir ideolojidir. Nefret ideolojisidir. Bir taraf doğuştan masum, mazlum hatta üstün ırk diğer taraf ise aksi kanıtlanamadığı müddetçe potansiyel suçlu, ne güzel İstanbul be! Ya şimdi işin goygoy kısmını bir kenara bırakalım, feminizm denen ideoloji en çok da kadınlara zarar veriyor aslında. Burada konuyu başka bir yere götüreceğim, araya ufak bir reklam alacağım sonrasında tekrar aynı yere geleceğiz. Bu anlatacaklarımdan sonra kuracağımız bağlantı daha güçlü olacak.

Kadın ve erkek eşit değildir demiştim öyle değil mi? Erkek ve kadın DNA’larının farklı olduğunu biliyorsunuz. Peki, sizi bu DNA farkının yalnızca cinsel özelliklere ve dış görünüşe yansıdığını düşünmeye iten şey nedir? Böyle bir saçmalık olabilir mi? Erkek ve kadın arasındaki DNA farkı insan ile şempanze arasındaki fark ile aynı. İkisinin de farklılık oranı %1,5! [1] Şimdi yanlış anlaşılmasın bir tarafı şempanze ilan etmeye falan çalışmıyorum. Söylemeye çalıştığım şey bir şempanze ile insan ne kadar farklı ise kadın ve erkek de aynı ölçüde farklıdır. Siz bunları asla eşit tutamazsınız. Bu DNA farkının yalnızca dış görünüşe ve cinsel özelliklere yansıdığını düşünmek saçmalıktır. Bu fark pek tabi ki beyne de yönelimlere de yansır.

İnsanlık tarihi boyunca gerek bilimsel çalışmalarda olsun, sanatta olsun, gerekse diğer üretkenlik gerektiren alanlarında olsun erkeklerin kadınlara oranla ezici çoğunlukta oldukları görülür. Feministlerin bu konu üzerindeki bir numaralı argümanları, kadınların engellendiği, kadınlara fırsat verilmediği, kadınların geri plana atıldığıdır. Bu kısmen doğrudur ancak kesinlikle tüm sebep bu değildir. Zira bu fırsat eşitliğinden ziyade daha çok bir yönelim meselesidir. Bugün bilgisayarın başına geçtiğinizde kimse size ‘’şu siteye girmeyeceksin, akademik makale indirmeyeceksin, instagram’a gireceksin’’ diye baskı yapmaz ya da ‘’Oktay Sinanoğlu’nu okumayacaksın Elif Şafak okuyacaksın’’ diye de baskı yapmaz, en fazla Vikipedi’yi falan kapatıyorlar ona da VPN ile falan giriyorsun bir şekilde. Yani demem odur ki mevcut şartlar altında bilim ile politika ile felsefe ile ilgilenmenize mani olacak bir şey yok. Ancak gel gelelim, Sorgulayan Müslüman, Evrim Ağacı veya Bilimoloji gibi ciddi meselelerle uğraşan sayfaların takipçilerini, yorumlarını falan inceleyin yine erkek ağırlıklı olduğunu göreceksiniz. Hani bizim babamız bizi kenara çekip de ‘’sana 6 yaşından itibaren Latince öğreteceğiz, piyano çalacak ve akşamları da amcanlarla yaptığımız felsefe sohbetlerine katılacaksın’’ falan demedi. Türkiye’de aristokrasi mi var olum? Sen politika ile felsefe ile bilim ile ilgilenmek yerine burçlarla, fallarla ilgileniyorsan bundan erkekleri sorumlu tutamazsın ve bu durum fırsat eşitsizliği ile değil yönelim ile alakalıdır. Ha erkekler hiç boş işlerle ilgilenmiyormuş gibi bir hava oluşturmaya da çalışmıyorum. Futbol, bahis gibi şeyler de ortalama bir erkeğin en çok ilgilendiği konulardır. Hatta ben de futbolu oldukça severim. Roberto Mancini’nin doktora tezinden, futbolun 4-2-3-1’den 4-3-3’e evrilmesi ve boşa çıkan 10 numaraların nerede değerlendirilmeleri gerektiğiyle ilgili sabaha kadar konuşabilirim. Ancak tüm bunlar ‘’eğlence’’ amaçlıdır. Kadınlar da aynı şekilde genel itibariyle ‘’makyaj, kozmetik, moda’’ gibi şeylerle ilgilenirler, bunlar da eğlence amaçlıdır, bunları anlarım. Ancak hayatın anlamını astrolojide arayan ve hayatını burçlara göre yönlendiren bir zihniyete kesinlikle saygı duyamam. İnsanın karakterini doğduğu ay değil genetik faktörler, sosyal çevre, ekonomik durumu, kendi inşa ettiği etik anlayışı ve değerler bütünü belirler. Gezegenlerin dizilişinden manalar çıkarmaya çalışmak ahmaklıktır. Bu noktada yollarımız ayrılır. Yönelim farkı dediğim olay işte burada kendini net bir biçimde gösterir. Astrolojiye göre hayatını belirlemeye çalışan bir cinsle de ben eşit değilim ama ya, kimse kusura bakmasın lütfen.

Kadın-erkek eşitliği olgusu da feminizm ideolojisi de oldukça temelsiz olmalarına rağmen modernizm tarafından sürekli pompalanırlar. Mesela bu yıl Eurovision’u İsrail kazandı, şarkıları da feminizm manifestosu gibi bir şeydi. Zaten ödülü de bu yüzden aldılar.





Şarkıda bir adet ‘’geniş araç’’ çıkıp kendini ilah ilan ediyor ve erkeklere hakaretler yağdırıyor. Buna benzer bir şarkıyı bir erkek söylese sanırım üçüncü dünya savaşı falan çıkardı. Neyse gelin biraz şu şarkının sözlerine bakalım, oynat Uğurcum;


‘’Look at me, I’m a beautiful creature
I don’t care about your modern time preacher’’

Meali; ‘’Bana bak, ben güzel bir yaratığım, senin modern zaman vaizlerini takmıyorum.’’


Ablacım bu işin modern zamanlar ile bir ilgisi yok, her ne kadar Artemis gibi ana-tanrıça kültünün hüküm sürdüğü antik çağlarda doğurganlığı sembolize ettiği için etli butlu kadınlar daha çok tercih edilmişse de tarihin hiçbir döneminde geniş karoserli kamyon gibi kadınlar güzel bulunmadı. Bu aynı şekliyle erkekler için de geçerlidir. Şişmanlık hoş bir şey değildir, cinsel seçilimde eksi puandır, oyna devam.


‘’Wonder Woman don’t you ever forget
You’re divine and he’s about to regret
He’s a bucka-mhm-buck-buck-buck-mhm boy
Bucka-mhm-buck-buck-buck
I’m not your bucka-mhm-buck-mhm-buck-mhm

I’m not your toy (Not your toy)
You stupid boy (Stupid boy)
I’ll take you down now, make you watch
We’re dancing with my dolls on the motha-bucka beat
Not your toy (Cululoo, cululoo, cululoo cululoo)’’

Meali; Wonder woman, hiç unutmaz mısın sen
Sen bi ilahsın ve o da pişman oldu olacak
O bir … bucka-mhm-buck-buck-buck-mhm çocuk
Bucka-mhm-buck-buck-buck
Ben senin değilim bucka-mhm-buck-mhm-buck-mhm’n

Ben senin oyuncağın değilim
Seni aptal çocuk
Şimdi seni olduğun yerden indireceğim, izle ve gör
Kötü bir ritimde dans ediyorum oyuncaklarımla
Senin oyuncağın değilim (Cululoo, cululoo, cululoo cululoo)


Feminizmin açık açık söyleyemediklerini alenen ifade etmiştir bu şarkı. Ulan şarkı yüzünden ben de devrik cümle kurar oldum. Feminizm bir kadın hakları savunusundan ziyade doğuştan gelen ve elde etmek için herhangi bir çaba sarf edilmemiş olan doğum özellikleri üzerinden bir ayrıcalık elde etme uğraşıdır. Bu ayrıcalık talebi ilahlık mertebesine kadar yükseltilmiştir. Bunun en basit örneğini şöyle bir mizansen ile açıklayayım. Dar bir yerden yürüyorsunuz karşınızdan da bir kadın geliyor, karşılıklı tavizlerle rahat bir şekilde geçebilecekken genelde erkekler bu geçiş esnasında Matrix’deki Neo’vari hareketler yapmak ‘’zorunda kalır.’’ Kibir, ayrıcalık talebi, ilahlık kompleksi, kötü şey…


‘’(Cululoo, cululoo) Wedding bells ringing
(Cululoo, cululoo) Money men bling-bling
I don’t care about your Stefa, baby
Drum drum ah ooh, drum drum ah ooh’’

Meali; Cululoo, cululoo) düğün zilleri çalıyor
(Cululoo, cululoo) zengin herif, paralı paralı (Gerçi sadece paralı da değil daha çok ‘kıroyum emme para bende’ gibi zenginliğin yanında hanzoluk da içeren bir ifade. Nasıl çevirsem bilemedim anasını satayım).
Senin paranla ilgilenmiyorum bebeğim
Drum drum ah ooh, drum drum ah ooh


Feminizmle ilgili bir diğer önemli nokta da burasıdır aslında. Var olan şeyler sanki yokmuş gibi yapılır. ‘’Senin paranla ilgilenmiyorum’’’ sözü büyük bir palavradır. Cinsel seçilimde kadında dış görünüş, erkekte de para, güç ve statü önemli X faktörlerdir. Eee bunlar var neden inkar ediyorsunuz ki?

Yakın zamanda Burcu Esmersoy söylediği bazı şeyler sebebiyle feminist linçi yemişti hatırlarsanız.




Youtube’da Burcu Esmersoy yazınca arama önerilerinde birinci sırada ‘’Burcu Esmersoy cüzdan’’ çıkıyor bu arada hehehe. Burcu Esmersoy’un burada linç yemesi tamamen modernizmin bir dayatması olarak feminizmin eseridir. Aslında kadın burada var olmayan bir şeyden bahsetmiyor bir gerçekliği ifade ediyor, bir nevi malumun ilanını yapıyordu. Sanki böyle bir şey yokmuş gibi davranmak en hafif tabirle samimiyetsizliktir.

Yukarılarda aslında feminizm en çok da kadınlara zarar verir demiş ve orada kesip araya bir reklam alacağımı söylemiştim. İşte şimdi o reklam bitti. Feminizm en çok kadınlara zarar verir demiştik oradan devam ediyorum. 2-3 hafta evvel bir cumhurbaşkanlığı seçimini geride bıraktık, adaylardan Meral Akşener partisinde %25 kadın kotası uyguladığını açıklamıştı. [2] İşin liyakat kısmına gireceğim nokta burasıdır ahali. Kendini feminist olarak tanımlayan bir kişinin kati suretle karşı çıkması gereken bir uygulamadır ‘’kadın kotası’’. Kadın, bir birey olarak liyakatiyle partiye giremeyecek bir durumda mı ki, bazı iş yerlerinde uygulanan en az bir engelli çalıştırma zorunluluğu gibi bir kotanın himayesine ihtiyaç duysun? Bu direkt olarak kadına yönelik bir aşağılama değil midir? Eğer mevzu gerçekten kadın hakları savunuculuğu ise bu meseleye karşı takınılması gereken tavır böyle olmalıdır. Ancak eğer iş daha evvel de belirttiğim gibi bir ayrıcalık talebiyse, nemalanma ise o zaman daha farklı konuşmak gerekir. Hem kadın hakları gibi söylemler kullanacaksın hem de kadınları bu denli aşağılayan bir uygulamaya sırf menfaat adına cevaz verecek, liyakatin de amına koyacaksın pardon da durun ‘’cinsiyetçi’’ bir ifade kullanarak sesleneyim, ananız güzel mi?

İster eşitlikçi, ister ayrıcalık talep eden, ister de kolektivist olsun liyakati devre dışı bırakacak her türlü yaklaşımın karşısındayım. Kolektivist hareketlerde herkes yeteneğince, güç yettirebildiğince çalışıp ihtiyacı kadarını alır ancak adalet böyle bir şey değildir. Adil olan herkesin yeteneğince ve çalıştığı kadarını almasıdır. Feminizme de komünizme de aynı felsefi temeller gereği karşıyım. Yeteneksizin, yetenekliyi sömürmesi veya çalışıp didinen ile miskinlik edenin eşit muamele görmesi zulümdür. Çünkü ‘gerçek şu ki, insan için çalışıp didindiğinden başkası yoktur’. [3] Serinin ikinci yazısının konusu demokrasi ve insan hakları olacak, onu da Temmuz ayı içerisinde yayınlarım diye düşünüyorum.


Hadi selametle...

----------------------------------------------------------

13 Haziran 2018 Çarşamba

Nevrotik Bir Vaka Olarak Türk Toplumu; Tasavvuf ve Çilecilik

Selam ahali, nevroz nedir bilir misiniz? Öyle lastik yakmalı bayram olanından bahsetmiyorum, psikiyatrideki nevrozu konuşacağız. Nevroz en özet tanımla kişinin düşüncelerine uygun yaşayamamasının oluşturduğu rahatsızlık hissidir. Yani, teori ile pratik birbirini tutmadığında ortaya çıkan huzursuzluk ve sonrasında gelişen davranış bozuklukları. Bunun temel kaynağı insanın kendi içinde ister istemez tutarlı olmaya meyil etmesidir. Hatta insanın bu tutarlılık arzusundan faydalanmak adına bazı manipülasyon teknikleri de geliştirilmiştir. Mesela bunlardan biri Benjamin Franklin tekniğidir. Benjamin Franklin etkisine göre kişi, birine iyilik yaptığı zaman bilinçaltında iyilik yaptığı kişi için ‘’ben bu kişiyi sevmeseydim bunu yapmazdım’’, ‘’ben bu iyilikleri yapıyorsam bu kişiyi seviyorumdur’’ düşünceleri oluşmaya başlıyor. Bunun sebebi de zihnin, yapılan eylemi tutarlı kılma, mantıklı bir zemine oturtma çabasıdır. Bu teknik halk arasında ‘’kız tavlama taktiği’’ olarak da anlatılır hehehe. Şimdi işin makarasını bir kenara bırakalım sonda söyleyeceğimi başta söylemek gibi bir aptallık yapayım müsaadenizle; tasavvuf öğretileri de pratikte uygulanamayacak saçmalıklardan oluştuğu için Türk toplumunda nevrotik bazı bozukluklara yol açmıştır.

Daha önce blogda tasavvufun hep Müslümanlar açısından, Müslümanları ilgilendiren sonuçlarından bahsetmiştim. Şimdi biraz, inanmayanları da ilgilendiren, tüm insanlığı etkileyen sonuçlarından bahsedeceğim. Öncelikle tasavvuf nedir ne değildir tekrar bi’ hatırlayalım. Tasavvuf tarihin bazı dönemlerinde panteizm(Vahdet-i Vücud) bazı dönemlerinde de panenteizm(Vahdet-i Şühud) olarak karşımıza çıkmaktadır. Panteizm ile panenteizm arasında da esasında öyle ahım şahım bir fark yoktur. Panteizm(Vahdet-i Vücud) tüm varlıkların bir olduğunu ayrı ayrı bir varlıklarının bulunmadığını, her şeyin tanrı olduğunu söyler, panenteizm(Vahdet-i Şühud) ise panteizmde olduğu gibi Evren'in kendisinin tanrı olduğunu kabul etmenin yanında tanrıya ayrı bir varlık daha verip evrenleri bu tanrının bir parçası olarak yorumlar. Matematikte kümeler diye bir konu vardı ya hani, panenteizmde(Vahdet-i Şühud) evrenler bir kümeyken tanrı da bu kümeyi kapsayan evrensel kümedir. Yani bu iki anlayışın birbirinden farkı yalnızca aynı rengin tonları kadardır. İslam’da ise Allah zamandan ve mekandan münezzeh olduğu için evrenlerle mukayese edilemez. Bu iki anlayış(panteizm ve panenteizm) da Allah’ı maddeye indirgediği için İslam tüm bu bakış açılarını toptan reddetmektedir.

Peki, her şeyin tanrı olması neden kötüdür? Eğer her şey tanrı olursa iyi ve kötü kavramları var olamaz. Çünkü herkes tanrı ise her şey ‘’olması gereken’ ’dir, hiçbir şey iyi veya kötü değildir. Çünkü tanrıları sorgulamak kimin ne haddine ki? Peki ya kötülük yapan tanrı olabilir mi? İyi ve kötü kavramlarının olmadığı bir dünyanın nasıl bir kaosa sürüklenebileceğini tahayyül edelim biraz. Hırsızlıklar, adam öldürmeler, tecavüzler… Bunların hepsi meşrulaşacaktır. Zira kötülük diye bir şey yok ki. Ceza mı? Tanrıları kim nasıl cezalandırabilir ki? New Age denen zımbırtı tam olarak budur. Küresel elitin Mevlana seviciliği de New Age ruhçu ve Sufi akımları finanse etmesi de tam olarak bu yüzdendir. Yeni dünya düzeninin dini bu olacaktır. Çünkü tanrılar(!) böyle istemektedir.

Tasavvuf ve İslam’ın taban tabana zıt öğretiler olduklarını gördük. Tasavvufun İslami bir şeymiş gibi servis edilmesinin sonuçlarını ise günümüz toplumunda net bir şekilde görmekteyiz. Celaleddin Rumi ‘’Tanrı dedi ki; bu veliler benim çocuklarımdır’’ [1] derken Allah Kur’an’da ‘’Rahman, çocuk edindi dediler. And olsun ki pek çirkin bir söz söylediniz’’ der. [2] Teoriyle pratiğin çelişmesini geçtim daha teoriler kendi aralarında çelişiyor. Doktrini bu olan bir toplumun sağlıklı olmasını beklemek saçma olur zaten.

Ruhçu felsefenin en önemli öğretilerinden biri de asketizm yani çileciliktir. Hıristiyan çileciliği de aynı şekilde spiritüalizm kaynaklıdır. Bildiğiniz üzere günümüz Hıristiyanlığını sistematize eden kişi Pavlus’tur. Roma vatandaşı olan Pavlus, Roma’nın pagan dinine mensup bir kişi değildi, Yahudi’ydi. Ancak bu pagan öğretilerden oldukça etkilendiğini görüyoruz. Zira Pavlus’un tezi tam anlamıyla Yahudilikten kopuştu. İsa peygamberin mirasını paganizmle yoğurup ortaya bir melez çıkarmıştı, tıpkı Mevlanaların, Yunus Emrelerin İslam’a yaptığı gibi. Pavlus’un dini günah temeli üzerine inşa edilmiştir. Şayet insanları doğuştan günahkâr olduklarına inandırabilirse kendisinin bulmuş olduğu kilise kurumunu ilelebet payidar kılabilecekti. Bu sebeple meşhur ilk günah teorisini geliştirmiştir.  Rahmetli Aytunç Altındal bu mevzuyu çok güzel ifade eder; [3]





Özellikle altı çizili yerleri dikkatle okuyun. Acı çekmek Pavlus’un sistematize ettiği Hıristiyanlık için önemli bir gerekliliktir. Çünkü Pavlus Yahudi olmayan herkesten vaftizle arınmasını ve çarmıha gerilen İsa gibi acı çekerek doğuştan sahip olduğu günahlarını affettirmesini istiyordu. Pavlus’a göre vicdanın temizliği yani Kur’an’da tevbe olarak tanımlanan derin pişmanlık hissiyle birlikte verilen sözler insanı masum kılmaya yetmezdi ve bir ‘’arınma’’ mutlaka gerekliydi. Hatırlarsanız Amerikan Emperyalizminde Terörün Retoriği; Manifest Destiny başlıklı yazıda Protestan kolonilerin Yeni Kıta’da terör estirmelerinden, katliamlar yapmalarından ve bu eylemlerinin dini temellerinden bahsetmiştim. Okumayanlar mutlaka okusunlar, bu kolonilerin oradaki yerlileri çoluk-çocuk, kadın, yaşlı demeden katletmeleri de Pavlus Hıristiyanlığının oluşturduğu nevrotik travmanın ürünüdür. Çünkü şayet acı çekmek insanı masum kılmanın tek ve kaçınılmaz yoluysa insanlara işkence etmek aslında onlara kötülük yapmak değil aksine iyilik yapmaktır. Böylelikle iyi ve kötü kavramları ıskartaya çıkar. Böylelikle her türlü kötülüğü, iğrençlikleri, sapıklıkları, katliamları ve tecavüzleri din adına meşrulaştırabilirsiniz. Heyoo kötülük diye bir şey yok ki ben sana aslında iyilik yapıyorum bu yolla tekâmül edecek, benliğinden kurtulacak ve tanrı olacaksın(!) Gelin farazi değil tarihten konuşalım. Meşhur engizisyon mahkemelerinin verdiği insan yakmalı, kazığa oturtmalı, kesmeli biçmeli cezalar Kilise tarafından esasında bir ‘’arınma’’ olarak nitelendirilmiştir. Batının tarihi bu tür şeylerle doludur. Pavlus’un Hıristiyanlık içerisine soktuğu pagan öğretiler en nihayetinde sırf çeyrek yüzyılda iki kanlı dünya savaşıyla 60 milyon insanın ölümüne sebep olmuştur. Bertrand Russel İspanyolların Meksika ve Peru’da bebekleri önce vaftiz edip ardından da beyinlerini dağıttıklarını ve böylece bu bebeklerin cennete gidişlerini garantilediklerini aktarır. [4] Bakın yine ‘’ben aslında sana kötülük değil iyilik yapıyorum’’ martavalı, olum bunlar cidden psikolojisi sağlam birinin yapacağı işler değil ya. Tarihten nesiller boyu aktarılarak gelen nevrotik bir travma!  Haybeye acı çekmeye çok ulvi anlamlar yüklemek oldukça sakat bir bakış açısıdır. Hayır, güzel kardeşim, acı çekince hayatta level atlamıyorsun. Üzerinden ders çıkarılmamış her acı boşuna çekilmiştir. Acı çekmek insana ille de bir şey katmak zorunda değildir.

Bu işkenceci çileci anlayışın tasavvuf ve İslam soslarıyla bezenmiş hali ise çilehanelerdir. Az yiyerek, az uyuyarak ve çeşitli bazı rahatsız koşullarda yaşamını idame ettirerek kurtuluşa ereceğine inanır bizim Sufiler de. Yoldan rastgele bir Müslüman çevirin, size bu çilehanelerde ömürlerini çürüten insanlığa zerre faydası olmamış, ‘’iyi amelden’’ fersah fersah uzak olan bu pasifist, uyuşuk, faydasız denyoları örnek gösterecektir ve şöyle de ekleyecektir; ‘’biz imanımızda onlar kadar samimi olamıyoruz, onların yaptığını yapamıyoruz.’’ E yapamazsın tabi, çünkü bunları yapmak saçma, mantıksız, akıl dışı. Tasavvufta fenafillaha ulaşmak için yapılması gereken üç şey vardır; terk-i yar, terk-i diyar, terk-i terk. Yalnız sonuncusu çok iyi ya, onu da terk ediyorum, bunu da terk ediyorum, seni de terk ediyorum, terk etmeyi de terk ediyorum ulan. T*rk you!

Durun lan dağıtmayın hemen konuyu, ne diyorduk hah, bu öğretilerin uygulanamazlığı kişide içten içe bir huzursuzluk ortaya çıkarır. Zira hem buna inandığını iddia edeceksin hem de yaşamınla bu iddianın fersah fersah uzağında olacaksın, nevroz için en müsait zemin. Böylelikle namaz kılan ancak yalan söyleyen, oruç tutan ancak türlü türlü ahlaksızlıktan geri kalmayan, domuz eti yemeyen ancak çatır çatır faiz ve kul hakkı yiyen insanlar ve bu insanlardan oluşan bir toplum elde edersiniz.

Peki, ne yapmalı? Hani son zamanlarda konuşuluyor ya ‘’İslam’da reform’’ diye, reform değil format atmak lazım format! İslam medeniyetinin 13. yy’da tasavvuf tarafından kaydırılan paradigması tekrar özgül eksenine oturtulmalıdır.  Hatırlarsanız İslam’ın Pasifize Edilmesi ve Tasavvuf başlıklı yazıda başta Biruni olmak üzere İslam medeniyetinin altın çağını yaşatan akılcı hareketin temsilcilerinden örnekler vermiş, 8-13. yüzyıllar arasını domine eden bu geleneğin tasavvufun benimsenmesiyle yerle bir oluşundan bahsetmiştim. Akılcılığın terk edilmesinden sonra insanlara oksijensiz ortamlarda hababam zikir çekmeyi, çilehanelerde vakit geçirmeyi ve miskinliği öğütleyen tasavvuf bu coğrafyanın hakimi olmuştur buradan sonrasını ise ben değil İbn-i Haldun söylesin; ‘’akletmek Müslümanlar tarafından terk edildi ve bu yüzden zelil bir hale düştüler.’’ [5]

Lütfen ‘’tasavvufu kim okuyor ki ya’’ diye düşünmeyin. 13. yüzyıldan günümüze çok uzun bir zaman var, bu kadar sürede bu öğreti insanların DNA’sına bile işler. Ki işlemiştir de zaten, Müslümanların son yüzyıllarda dünyaya ne katkısı oldu? Buluşların, bilimsel gelişmelerin hangi bölümünde varlar? Miskinliği öğütleyen tasavvuf öncesinde bilimde müthiş işler başaran medeniyet şimdilerde olduğu yere çöküp kalmıştır. Hatta şarkısı bile var, bakınız;




Adımız miskindir bizim diye şarkı söyleyen insanlar pek tabi ki üretimin, bilimsel gelişmenin hiçbir safhasında var olamazlar. Bu sadece dini bir mesele değil başlı başlına bir zihniyet problemidir. Format lazım derken kastım budur ahali, toplum olarak bir silkelenme şarttır. Üretmenin karşısında duran, pasifliği, miskinliği öğütleyen ne kadar öğreti, ideoloji, fikir akımı, kurum, kuruluş varsa topunun Allah belasını versin. Bize uyutan bir meltem değil, taş üstünde taş bırakmayacak bir kasırga lazımdır ahali. 

Bugüne kadar bildiklerimizi, bize anlatılagelenleri, kültürü, gelenekleri her bir şeyi bir kenara bırakarak ve yalnızca önümüzdeki metne odaklanarak Kur’an’ı okumak ile başlanabilir. Gerçi bu yalnızca var olanı geriye kalan şeylerden bağımsız bir şekilde ele alabilmek de ayrı bir zihniyet meselesidir.

Yalnızca karşındakini okumak, dinlemek tahayyül etmek ve başka herhangi bir parametre gözetmeksizin yalnızca ‘’onu’’ değerlendirmek, bize lazım olan şey budur ahali.



Selametle…


-----------------------------------

[1] Mesnevi Cilt 3, 7-8. Beyitler
[2] Kur’an 19:88,89
[3] Aytunç Altındal – İsa’nın Üç Yüzü
[4] age
[5] İbn-i Haldun – Mukaddime