13 Aralık 2016 Salı

Toplumsal Çürüme ve Okyanus Ötesinden Gelen Tipolojiler

Selam ahali, biraz Türkiye’den bahsetmek, Türkiye ile ilgili yazmak, Türkiye hakkında konuşmak istiyorum. Zira ülkemiz uluslar arası arenada her daim üzerinde politik, ekonomik, ezoterik, ilahi ve sosyal operasyonlar planlanan, yapılan ve yapılmış bir coğrafyada konumlanmaktadır. Bu yazıda ise toplum üzerine yapılmış bir tipolojiye(toplumu sınıflandırmak) değinmeyi planlıyorum.

Daniel Lerner ve Lucille Pevsner isimlerini daha önce duydunuz mu?

Bu herifler Amerikalı ‘’bilim adamı’’ ve yazar olarak tanınıyor. Esasında pek de tanınmıyorlar, zira internette kendileriyle ilgili yeterli bilgi yok. Bi’ aratın internette, ne söylemek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.

‘’Bilim adamı’’ dediğime de bakmayın, laboratuvarda Ortadoğu üzerinde politikalar üretmenin, hayali haritalar oluşturmanın neresi bilim anasını satayım. Sosyoloji böyle bir şey değil siz çok yanlış gelmişsiniz.

Daniel Lerner 1950 yılında Ankara Balgat’tan hareketle Türkiye üzerine bir araştırma başlatıyor. Araştırma Türk tarafından da destek buluyor ve Türkiye hükümeti ile koordineli bir şekilde ilerliyor. Araştırmanın ilk etabında Lerner Türkiye’de değil, Tosun B.’den aldığı bilgiler-raporlar doğrultusunda yürütüyor araştırmasını.

Günümüzde Ankara-Çankaya’nın bir semti olan Balgat 1950 itibariyle bir köy, Tosun B. de buraya köylülerle bir dizi röportaj ve gözlem yapmaya gidiyor. Ancak muhtar gözlemleri ve temasları esnasında Tosun B.’yi hiç rahat bırakmıyor, çobanla görüşmek istiyor ‘’sana tahsis ettiğimiz odada görüşme bu sana saygısızlık olur’’ deyip müdahil oluyor, köylülerle iletişim kurmaya çalıştığında kendi ailesinden birileriyle görüşmesini tavsiye ediyor falan. Ayrıca görüşmeler esnasında da mümkün mertebe köylülerle de yalnız bırakmıyor. Tabi bizim Tosun ayar oluyor bu muhtara raporlarında da belirtiyor bunu.[1] Muhtar bir asker emeklisi.

Esasında Tosun’un sevmediği bir karakter daha var köyde, o da bakkal. Zira bu bakkal benim tabirimle ifade etmek gerekirse tam bir dalyarak. Köyde tarımla uğraşmayan tek kişi olduğu için farklı görüyor kendini, hiçbir bilgisi olmamasına rağmen Amerikaperest*, Amerikan filmlerinde gördüğü süper maketlerden kurmak gibi vizyonsuz da bir hayali var ayrıca kravatla falan dolaşıyormuş ortalıkta[2].

Ancak Lerner ise Tosun B.’nin tam aksi bir kanıya sahip. Lerner’e göre bakkal ve muhtar modernleşmekte olan Türkiye’nin baş aktörleri! Zaten Daniel Lerner bu çalışmanın sonunda yazdığı makaleyi de ‘’The Grocer and The Chief’’ başlığıyla yayınlıyor.[3] Yazının sonunda verdim bu makalenin linkini, zaten makaleye de pek benzemiyor karakterleri bir roman karakteri gibi içselleştirerek yazdığı için hikâyeye benzemiş mutlaka okuyun derim.

Gelelim Lerner’in muhtar ve bakkal karakterlerine ayrı bir önem atfetmesinin ve onlara ‘’modernleşmekte olan Türkiye’nin baş aktörleri’’ yakıştırmasını yapmasının sebebine; Lerner’e göre muhtar Türkiye’nin o an içinde bulunduğu koşulları temsil ediyor. Bakkal ise farklı, cesur, geniş görüşlü köyün dogmalarıyla bir başına mücadele eden bir adam(!)[4]

Hadi oradan!

Ya zaten bu güruha göre bu coğrafyada ne kadar içinden geldiği kültürü-geleneği aşağılayan, bölücü, ayrıştırıcı, ötekini hakir gören unsur varsa kahramandır, devrimcidir. Neyse şimdilik konunun akışını daha fazla bölmeyelim daha sonra tekrar değineceğim buraya.

Heh şimdi bu görüşmelerin en önemli kısımlarından birine geldik. Tosun B. köylülere;
Sizce memleketin en büyük sorunu nedir?
Şayet başbakan olsaydınız bunu nasıl çözerdiniz?
sorularını yöneltiyor.

Ancak köylüler genelde bu soruya ‘’yav yeğenim başvekillik bizim ne haddimize’’ gibi cevaplar vermiş.

Muhtar ise ‘’ben bu küçücük köyü bile zor yönetiyorum koca memleketi nasıl yöneteceğim?’’ diye başlayıp köylülere yakın bir çizgide pozisyon alıyor ancak bu giriş cümlesinin sadece bir ‘’zemin yapma’’ olduğu muhtarın daha sonraki ifadelerinde ortaya çıkıyor. Zira muhtar bu cümleden sonra sanki yıllardır bu mesele için kafa patlatmış gecesini gündüzüne katmış gibi uzun uzadıya tarım kredileri, tohum destekleri ve bazı teşvik planlarından bahsetmiş.

Gelelim bakkala; bakkal bu soruya cevap verirken dahi yine köylüleri ezmenin peşindedir. ‘’bu garipler bir kez dahi olsa büyük şehir yaşamını görebilsin diye geniş geniş yollar yapar bu zavallı deliklerinden çıkıp dünyayı tanımalarını sağlardım’’ diye küstahça bir cevap vermiştir.

Bu tavır tanıdık geldi mi lan?

Kendini ‘’baba’’ olarak tanıtan siyasetçiler, ardından gelip de ‘’devletten baba olmaz’’, ‘’eğer devlete baba derseniz şöyle olur, böyle olur’’ diyerek bu anlayışın yıkmaya çalışan siyasetçiler, ‘’genişçe yollar yaptık’’ diyerek belediyecilikle ülke yönetmeye çalışan siyasetçiler…

Ve hepsinin CFR’lerden, Bilderberg’lerden gelmiş olması…

Bir ülkenin siyasi iklimini belirlemede ve o iklimi bir çırpıda değiştirmede bu ve bu tip araştırmaların önemini görün.

Tekrar Balgat’a dönmek gerekirse;

Tosun B.’nin köylülere yönelttiği bir diğer soru ise ‘’Türkiye dışında hangi ülkede yaşamak istersiniz?’’ olmuştur. Tabi bakkal hemen atlamış ve hepinizin rahatça tahmin edebileceği üzere ‘’Amerika!’’ cevabını vermiştir. Muhtar ve köylüler ise soruyu yanıtsız bırakarak ‘’vatanımdan ayrılacağıma ölürüm’’ demişlerdir.

Lerner’in bakkal karakterine tutulmasının sebeplerinden bir tanesi de budur esasında. Şimdi bu araştırmayı daha iyi anlayabilmek adına dönemin konjonktürüne odaklanalım istiyorum.

Yıl 1950 demiştim, Türkiye Marshall yardımı alıyor ve ABD’nin etki alanında sosyal ve ekonomik bir dönüşüm içerisinde, liberalleşme sürecinde. Yani Mustafa Kemal’in devletçilik ilkesi terk edilerek liberalizme doğru yelken açıyoruz. Balgat da bu dönüşümde pilot bir belde ve sembolik bir öneme sahip. Zira Ankara Türkiye’nin başkenti ve Balgat da tam da bu başkentin merkezinde. Bugün dahi birçok siyasi partinin genel merkezi Balgat’ta yer almaktadır.

Şimdi takvimleri ileri alıyoruz; yıl 1954!

Lerner Türkiye’yi ziyaret ediyor. Esasında bu seyahat bir Ortadoğu seyahati, İran, Suriye, Lübnan, Mısır ve Yunanistan’ı ziyaret ettikten sonra son durak olarak Balgat’a ulaşıyor.

Balgat 4 yılda inanılmaz değişmiştir. Tosun B’nin 1950’de köydeki görevinin bitmesinin hemen ardından Dışişleri Bakanlığı bünyesinde Kuzey Afrika’da görevlendirilmiş olması sebebiyle Lerner’e Tahir S. rehberlik etmiş. Bu şahıs da aynı araştırmanın İzmir ayağını yürütmüştür. Amerika’lılar memleketi karış karış gözlemleyip profil çıkarma derdindedir.

Peki, nasıl bu kadar rahat hareket etmişlerdir? Hükümetten aklıselim biri çıkıp da hayırdır diyememiş midir?

Maalesef, diyememiştir. Bunu tarihten bazı örneklerle açıklayacağım;

Türkiye 11 Mart 1947’de IMF’ye üye olmuş, 12 Mart 1947’de ise Truman doktrini kapsamına dahil edilmiştir.[5] O tarihlerde kimse ‘’IMF nedir?, Bretton Woods nedir?, Dünya Bankası nedir?’’ bilmiyordu maalesef buna siyasetçilerimiz de dahil. Ancak tüm bunların öncesinde daha da vahim bir gelişme olmuştur. Türkiye 6 Eylül 1946’da tarihinin ilk devalüasyonunu yapmış, Mustafa Kemal’in Türk parasını koruma kanunu bertaraf edilerek Türk Lirasının değeri dolara oranla %117 düşürülmüştür çünkü dolar kredisi alınacaktır. Devalüasyon’un ne olduğu bilinmediğinden, mevzu zamanın Başbakanı Recep Peker tarından gizli oturumla milletvekillerine anlatılır. Çoğunluk ‘’biz bu kararın sorumluluğuna katılmıyoruz’’ der, bunun üzerine Peker; ‘’Sizden bu sorumluluğa katılmanızı beklemiyoruz, izin de istemiyoruz sadece haber veriyoruz.’’[6] Bu konuşmanın meali; valla beyim emir büyük yerden.

TBMM’nin cehaleti korkunç boyutlardadır;

IMF’ye üyelikle ilgili yasa tasarısı TBMM Ticaret Komisyonu’nda görüşülürken, Hazine Genel Müdürü Sait Naci Elgin, konu hakkında 3 saatlik bir konuşma yapar. Konuşmanın içeriği ‘’TUR101 Ekonominin Temel Kavramları’’ seviyesindedir, işte IMF, devalüasyon gibi kavramları anlatmaya çalışmaktadır meclistekilere, ülkeyi yönetenlere! Ancak bu üç saatin ardından milletvekillerinden gelen yanıt; ‘’Siz iyi anlattınız ama biz pek anlayamadık, yeniden anlatır mısınız?’’[7]

Ben açıkçası bu bilgilere ilk ulaştığımda beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Sizlerin de kaskatı kesilmiş olabileceğinizi tahmin ediyorum. Gidin bi’ yüzünüze su çarpın lan.

Velhasıl kelam bu ortamda yapılan oylama neticesinde o gün mecliste bulunan 305 vekilin 305 oyuyla yani oybirliğiyle kabul edilmiştir bu tasarı.[8] Kimse neye, ne için oy verdiğini dahi anlamamış, yasa hiçbir gerginlik olmadan ‘’tatlı tatlı’’ geçmiştir meclisimizden.

ABD ilmek ilmek işlemiş ve Türkiye’yi kontrolü altına almıştır. Bizim millet de Amerika bize yardım edecek, çağdaşlaşacağız deyip olanları alkışlamıştır. Bakın cahillik kesinlikle saflık, temizlik gibi olumlu sıfatlarla aklanacak bir şey değildir. Kişinin cahilliğinden sorumlu tutulamayacağı anlayışı da çok yanlış bir anlayıştır, cahillik en alasından günahtır ve şartlar her ne olursa olsun hesabı sorulmalıdır, sorulacaktır. İnsanları cehalete sürükleyenler ve cahil içinde âlim olanlara ise ben bir şey söylemeyeyim siz en yaratıcı küfürlerinizle selamlayın kendilerini. Yazının sonunda bir adres gösterdim, Türkiye ile ABD arasında ilk imzalanmış olan yardım anlaşmalarını mutlaka inceleyin.**

Şimdi tekrar Balgat’a dönebiliriz. Konuyu fazlasıyla dağıtığımın farkındayım ama bunları burada anlatmayacaksam başka nerede anlatacağım? Bu iş de biraz böyle olmak zorunda. Hemen toparlamak gerekirse;

Lerner Nisan 1954’de yanında Tahir S. ile beraber Balgat’a ayak basar. Balgat inanılmaz ölçülerde değişmiştir. Tıpkı bakkalın tarif ettiği gibi ‘’Duble yollar’’ yapılmış ve merkeze, Çankaya’ya bağlanmıştır. Balgat artık bir köy değildir, Ulus’tan saat başı otobüsler kalkmaktadır, yepyeni, gıcır gıcır otobüsler… Hatta otobüslerdeki yazılı uyarılar bile hala Almanca’dır, ‘’Achtung’’ falan yazıyormuş kapılarda. Yani özetle Lerner’in başlattığı araştırma Balgat halkına yol, su ve elektrik olarak geri dönmüştür.

Lerner ve Tahir önce muhtara gider. Muhtar da başlar anlatmaya; Her şey Demokrat Partilierin köye gelmesiyle başladı, köylüleri dinlediler, taleplerini sordular ve vaat ettiklerini yaptılar. O gün Balgat Demokrat Partili oldu. Lerner köylüler ile konuşmak istediği an 4 sene içinde Balgat’ta değişmeyen tek şeyin Muhtar olduğu anlaşılır, muhtar yine kendi ailesini öne sürer. O dakika zaten Lerner’in kafasında ampul yanar, Tosun’un raporları gerçekleri yansıtıyordu. Daha sonra Lerner ve Tahir soluğu kahvede alır, köylüler de hemen yanlarına toplanır ve Balgat hakkında konuşmalar başlar. Köylüler Tosun’u hatırladıklarını, Balgat’ın yol, su ve elektrik ile artık çok geliştiğini ve köy olmaktan çıktığını, 4 CHP’linin dışında kimsenin çiftçilik yapmadığını ve Ankara’da fabrika ve inşaatlarda çalıştıklarını, bunun sonucunda köyde tüketilen gıda maddelerinin artık ithal olduğunu ve yine bunu takiben Balgat’ta artık 7 tane bakkalın bulunduğundan bahsetmişler. Tabi bakkal muhabbeti geçince Lerner hemen ‘’has adamının’’ akıbetini sorar köylülere. Bakkal ölmüştür, hikayenin başındaki çoban ise artık Balgat’ta sürü bulamadığı için başka bir köye göç etmiştir. Lerner aldığı vefat haberi üzerine çok üzülür zira o bakkalı görmeyi çok istemekteydi.

Köylüler ile olan sohbetinin ardından Lerner tekrar muhtarın yanına döner. Muhtar Balgat artık Ankara’ya bağlandığı için bir sonraki yerel seçimlerle beraber muhtarlığın kaldırılacağından bahseder. Son muhtar olduğu için gururludur ancak bu değişimde şikayetçi olduğu bazı noktalar da vardır. Genç nesil artık giyim kuşam ve eğlence odaklı bir hayat sürmekteydi ve vatan-millet gibi konuları hiç umursamamaktaydı. Hatta muhtarın oğlu da bu furyaya kapılanlardandı ve köyde bir giyim mağazası açmıştı. Ancak tüm bunlara rağmen muhtar DP’nin başlattığı dönüşüm tamamlanınca bunun da çözüleceğine inanmaktaydı. 

Lerner tüm bunlardan o kadar etkilenir ki çalışmasının final cümlesi; ‘’Bakkal öldü. Muhtar ise oğullarının bedeninde bakkalı reenkarne etti.’’ olmuştur. Adam iyice roman yazma havasına bürünmüş anasını satayım.

Neyse bırakın şimdi makarayı. Bu çalışma çok önemli çünkü buradan alınan sonuçla Daniel Lerner ve Lucille Pevsner Türkiye için bir tipoloji ortaya koyuyor. Bu tipolojiye göre toplumumuzu üçe ayırıyorlar;

  • ·         Modern(Tüketen)
  • ·         Gelenekçi(Tüketimi reddeden)
  • ·         Arada Kalanlar

Şayet sen bir toplumu bu şekilde sınıflandırırsan ulusal birliği kökünden sarsmış olursun. Ondan sonra muhtarın yakındığı gibi sikimsonik nesiller türer, üretmeden tüketen, düşünmeyen, düşünemeyen ve düşünmek istemeyen yığınlar ile karşılaşırsın. Bunun adı toplumsal çürümedir.

Benim ülkede kaç tane darbe olmuş, darbelere kimler gelmiş, kimler gitmiş bilmeyen üniversite üçüncü sınıf öğrencisi arkadaşım var lan. İşte toplumsal çürüme budur.

27 yaşına gelmiş iki üniversiteye başlayıp yarıda bırakmış evde CS GO oynayan heriftir toplumsal çürüme.

Birileri bir iş yapsın ben de oradan komisyon alıp yolumu bulayım zihniyetidir toplumsal çürüme. Evet, komisyonculuk toplumsal çürümedir. Zira bu adamın bir şey üretmek, geliştirmek, faydalı olmak gibi bir gayesi yoktur. Bu adam memlekete bir artı değer katamaz, katmaz hatta katmak için çaba bile göstermez.

Sabahtan akşama kadar kafelerde oturup ‘’kız düşürmeye’’ çalışan Arizona kertenkeleleridir toplumsal çürüme.

Toplumsal çürüme kafeyi ‘’c’’ ile yazmaktır.

4 sene üniversite okuyup hizmet sektöründe çalışmaktır toplumsal çürüme.

En büyük ekonomik hareketliliğin inşaat sektöründe olmasıdır toplumsal çürüme.

Geçen sene Ekim ayı falan olması lazımdı, dayımla derin bir tartışmaya girdim. Ona üretmeden tüketmenin yanlış bir şey olduğunu ve yeni bir ekonomik model ortaya koymamız gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Sabaha karşı 4’e kadar konuştuk ve son cümlesi şu oldu; ‘’Sen bunlara kafa yoracağına yarın bir gün babanın dükkanının başına geçtiğinde 3 liraya aldığın malı nasıl 5 liraya satarsın bunu düşün.’’ Harcadığım onca zamana mı yanayım, aldığım cevaba mı? Evet, ben dayımda gördüm toplumsal çürümeyi.

Toplumsal çürüme başlatmanın ve bunu hızlandırmanın bazı metotları vardır. Toplumsal çürüme yediğin ekmekten başlar, GDO’dan başlar sonra bir bakmışsın ki üç tarafı denizlerle çevrili verimli arazilere ve iklim çeşitliliğine sahip ülke Allah’ın çölünde konumlanmış İsrail’den tohum ithal ediyor.

Hayat işte.

Toplumsal çürümenin en önemli aşaması ise eğitimdir. Her kabine değişikliğiyle Milli Eğitim Bakanını değiştirirsen, sürekli sistemi değiştirirsen, öğretmek yerine ezberletir sürekli hizmet sektörüne adam yetiştirirsen üniversite üçüncü sınıfa gelmiş olmasına rağmen kaç tane darbe olmuş, bu darbelerle kim gelmiş-kim gitmiş bilmeyen öğrencilerin olur. Peki, 1949’da ülkedeki eğitim müfredatının ABD’nin eline verirsen[9] bu eğitimin ‘’milli’’liği nerede kalır? Ayrıca bu icraatı gerçekleştiren adama da ‘’Milli Şef’’ demenin adını ne koymalı?

 Ne diyem Mahmut mu diyem?

Hadi selametle…




---------------------------------------------------------------------------------------------------------


[1] Lerner, D. (1958) “The Chief and The Grocer” The Passing of Traditional Society: Modernizing the Middle East. Glencoe, IL: The Free Press
[3] Age
[4] Age
[5] Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke Oltadaki Balık Türkiye – M. Emin Değer, Kilit Yayınları, 27. Baskı Eylül 2016
[6] IMF Kıskacında Türkiye – Yalçın Doğan, Toplum Yayınevi, 1980
[7] Age
[8] Tutanak Dergisi, 1947 Yalçın Doğan
Peace in Turkey 2023: The Question of Human Security and Conflict Transformation - Tim Jacoby,Alpaslan Özerdem


* Erol Bilbilik’in bu isimde bir kitabı var. Erol Bilbilik – Amerikaperestler mutlaka okuyun, okutun.
** Mehmet Emin Değer Oltadaki Balık Türkiye isimli kitabının sonunda ekler bölümünde bahsettiğim anlaşmaların yazılı metinlerine yer vermiştir. Oradan okuyabilirsiniz. 22 Mayıs 1947’de ABD Kongresinden çıkan Yunanistan ve Türkiye’ye Yardım Kanunu’ndan tutun da 29 Mart 1980’de imzalanan Türkiye-ABD Savunma ve Ekonomik İşbirliği Antlaşması(SEIA)’na kadar hepsi tam metinleriyle mevcut. İşin vahametini bunlara göz atarak çok daha iyi bir şekilde kavrayabilirsiniz.

30 Ekim 2016 Pazar

Teknolojik İstihbarat; Facebook NSA ve ECHELON

Selam ahali,

İstihbaratçılığın belli raconları vardır. Günümüzde istihbaratçılığı ikiye ayırabiliriz. Birincisi; eski usul, insanla yapılan istihbaratçılık yani bildiğiniz ajanlık ve sızma faaliyetleri, ikincisi ise modern istihbaratçılık olarak tarif edebileceğim teknoloji kullanılarak yapılan istihbarati faaliyetler olacaktır.  Nedir bunlar? İşte ortam dinlemesi, hacking ve uydulardan görüntü elde etmek gibi eylemler.

Bizim bu yazıdaki konumuz ise ikinci grup faaliyetlere dahil olabilecek ECHELON olacak.  

Ama önce NSA;

NSA yani Ulusal Güvenlik Müsteşarlığı 4 Kasım 1952’de dönemin ABD başkanı Truman’ın emriyle kurulmuştur[1] ABD’de şu an CIA’den bile daha fazla istihbarat toplayan bu teşkilatın uzmanlık alanı ise kriptolojidir. Yani e-postaları ve telefonları diniyorlar. Ayrıca ABD’nin iletişim ağlarını diğer istihbarat teşkilatlarından korumak da yine NSA’nın görevidir. NSA ile ilgili daha fazla ansiklopedik bilgi vermek de gereksiz olacaktır zira artık az çok konuya vakıf oldunuz.

John Perkins’in ‘’Bir Ekonomik Tetikçi’nin İtirafları’’ serisini okudunuz mu?

4 kitaptan oluşan bu seride NSA’nın başta ekonomik manipülasyonlar olmak üzere başka hangi alanlarda faaliyet gösterdiği birinci ağızdan anlatılmakta. Ayrıca çok da akıcıdır. Merakı olan arkadaşlara tavsiyemdir, okuyun.

Şimdi dümeni yavaştan ECHELON’a kırabiliriz;

ECHELON, NSA liderliğinde ortaya çıkmış bir uluslarası çok kapsamlı gizli servis sistemidir. ‘’Bu nasıl tanım anasını satayım?’’ dediğinizi duyar gibiyim ancak ECHELON öyle elma, armut gibi tek cümlede belirli bir tanıma oturtulabilecek bir kavram değil. Zaten bu yüzden tek başına bir yazının konusu olabiliyor.

ECHELON, 1948 yılında UKUSA isimli bir anlaşmayla Birleşik Devletler(NSA), İngiltere(GCHQ), Kanada(CSE), Avustralya(DSD) ve Yeni Zelanda(GCSB) ittifakıyla kuruldu.[2] Bu 5 ülkenin ortak özelliği İngilizce konuşuyor olmalarıdır. Zaten bu sebeple ortaklığa gidilmiştir. Bir not olarak şunu da belirteyim ülkelerin yanlarında parantez içinde verdiğim kısaltmaları mevcut ülkelerin NSA’sı gibi düşünebilirsiniz. Hepsini tek tek açıklayıp yazıyı manasız yere uzatmak istemiyorum.

Bu anlaşmada NSA öncelikli taraf, diğer 4 ülke ikinci taraf ve bu projeye daha sonradan dahil olan; Almanya, Japonya, Norveç, Güney Kore ve Türkiye ise üçüncü taraf olarak yer almaktadır. ECHELON sistemi bilgisayarların konuşmalardaki, yazışmalardaki daha önceden tanımlanmış anahtar kelimeleri yakalaması ve bu noktadan itibaren bunları kayıt altına alması prensibiyle çalışıyor.[3]

Bilmem hatırlar mısınız Kurtlar Vadisi dizisinin bitmesine yakın final bölümlerinde bir ara Polat’ı paketleyip kaçırmış ve Suriye’ye göndermişlerdi hani her, yakınlarıyla iletişim kurmaya çalıştığında pat diye sinyali kesiyorlardı. Gerçi iş orada baya abartılmıştı her ‘’Polat’’ dendiğinde sinyal kesiliyordu. Bu ülkede binlerce Polat adlı kişi ve işletme var kardeşim, ulan onu da geçtim Ankara’da Polatlı diye ilçe var. Heh işte orada biraz abartılı da olsa bir ECHELON tasviri yapmıştı artık senaristler mi desem işte o işlere kim bakıyorsa.

Zira o dönem yani 2000’lerin ilk yarısı dünya Soğuk Savaş sonrası artık bittiğini, tarihe karıştığını zannettiği bu telekulak ve ECHELON skandallarıyla çalkalanıyordu.

Hatta Avrupa Birliği Parlamentosu da konuyla ilgili bir rapor yayınlamıştı. Raportör İngiliz fizikçi-gazeteci Duncan Campbell’a göre ABD önderliğinde bir grup ülke ECHELON isimli casus uydular sistemi aracılığıyla yıllardır Avrupa’daki telefon, faks ve e-mail iletişimlerinin %90’ını dinliyor, denetliyor ve kontrol altında tutuyordu.[4] ECHELON projeye ortak 5 ülkenin oluşturduğu ‘’Dictionary’’ isimli anahtar kelimeleri barındıran bir veri elde edildiğinde o konuşmayı, yazışmayı ya da artık o iletişim nasıl sağlanıyorsa bunu anında istihbarat bilgisayarlarına düşürüyor.[5]

Peki, ECHELON’un sembolü ne ola ki? Hiç de yabancı olmadığınız bir şey; ‘’all seeing eye’. Gerçi gelen tepkiler üzerine 2002’de kaldırdılar bu logoyu ancak niyetlerinin ne olduğunu biz zaten biliyoruz ve basit imaj çalışmalarıyla da bunu bertaraf edemezler.

Bir de gelen tepkiler demişken size ‘’Jam Echelon Day’’ isimli bir şeyden bahsetmek istiyorum.
İlk kez 1999’da organize olmuş sivil bir eylemdir. Mantığı ise ECHELON’un filtresine yakalanacağı bilinen içerikli bol miktarda mail gönderip alarak sistemi çok kısa bir süreliğine de olsa kilitlemek üzerinedir. Hehehe ellerinize sağlık beyler.  http://uid0.sk/echelon/mail_en.php şöyle de bir siteleri varmış vakti zamanında. Mailleri bu site üzerinden gönderiyorlarmış ancak şu anda bu siteyi uçurmuşlar. İletiler Echelon’un kurulduğu gün olan 21 Ekim günü postalanmak üzere saklanabiliyor veya hemen gönderilebiliyordu. Ne diyelim güzel bir sistem yapmışlar da devamı gelmemiş herhalde.

Neyse işin magazin kısmını bir yana bırakıp tekrar sistemin nasıl çalıştığına geri dönelim;

ECHELON veri toplamak için birçok farklı yöntem kullanır. Gelişmiş anten sistemleriyle uydu haberleşmelerini dinlemek, dünya üzerindeki telefon hatlarını dinlemek, internet bağlantılarını gözetlemek ve kıtalararası iletişim hatlarını dinlemek gibi sağlam altyapı, uzmanlık ve kansızlık gerektirecek metodları vardır. Hatta ABD'nin okyanus tabanındaki kıtalar arası telefon hatlarını kontrol altında tutabilmek için bu kablolara dinleme cihazları yerleştirdiği bilinmektedir, bu cihazlardan biri 1982'de kabloların bakımını yapan bir Fransız sualtı ekibi tarafından bulunmuştur. Velhasıl kelam ECHELON tarafından düzenli olarak elde edilen bu veriler daha evvel bahsetmiş olduğum Dictionary filtresinden geçer ve ayıklanan veriler ise uzmanlarca tasnif edilir ve tehlikeli görülenler ise takibe alınır.  Echelon'un, uydu haberleşmelerini dinleyen gelişmiş anten sistemleri, ABD, İngiltere, Yeni Zelanda, Kanada, Avustralya, İtalya, Türkiye, Pakistan, Kenya topraklarında ve adları açıklanmayan bazı diğer ‘’müttefik ülkeler’’de faaliyet halinde. Bunlardan birinin de Kıbrıs Rum Kesimi’nde olduğu iddia ediliyor, ki bana mantıklı gelen de bir iddiadır zira Kıbrıs adası tarihin her döneminde stratejik açıdan önemli olagelmiştir ayrıca adada ABD üslerinin varlığından da haberdarız. Tüm bunları üst üste koyduğumuzda; evet, mantıklı bu sistemlerden biri de Kıbrıs’ta yerleşik vaziyette olabilir.

Gelelim Türkiye’ye;

Türkiye’deki üs Karamürsel’deydi. Geçmiş zaman eki kullanıyorum çünkü bu üs soğuk savaş esansında etkili bir biçimde kullanıldıktan sonra cihazların eskimesi ve miadını doldurması sebebiyle terkedildi ve şu an o arazide bir okul bulunuyor. Cihazlar ise ‘’hadi yine iyisiniz heh heh heh’’ diyerek MİT’e verilmiş.

İşte tam da bu noktada olayı çok farklı bir boyuta taşıyacağım ahali;  ARKA KAPI!

Arka kapı denen şey yazılımlarda sadece yazılımı üretenlerin girebileceği bir açık kapı bırakılması olayıdır. Amerikalılar buna Chipper Chip der. Peki, bu arka kapı ne işe yarar? Şöyle ki bu arka kapılar vasıtasıyla arka kapı barındıran yazılım kullanılarak yapılan her işlemden haberdar olabilirsiniz ayrıca bu yazılımın kurulu olduğu sistemdeki tüm bilgileri kullanıcı farkında olmadan elde edebilirsiniz. Şimdi bu durumda Amerikalıların MİT’e vermiş olduğu cihazlarda böyle bir portun bulunduğunu iddia etsem çok mu tutarsız davranmış olurum hem de Microsoft’un bile bunu yaptığı iddia edilen bir ortamda!  Benim bu yaptığım sadece basit bir akıl yürütme ve mantıksal çıkarımdı ancak dünyanın kabul gören gerçekleri ise çok farklıdır. ABD ECHELON’un varlığıyla ilgili tüm iddiaları reddetmektedir.(Çıkar onu aklından öyle bir şey yok) ancak 23 Mayıs 1999'da Avustralya, Canberra'daki Savunma Sinyalleri Müdürlüğü (DSD) başkanı Martin Brady'nin yaptığı açıklama ile ECHELON’un varlığını resmi olarak kabul etmesi bu çabayı boşa çıkarmıştır. Hatta daha da öncesinde Rusya'ya göç eden iki NSA görevlisi, Bernon Mitchell ve William Martin, 6 Eylül 1960'da Moskova'da bir basın toplantısında NSA'nın 2000 dinleme istasyonuyla, bunların kurulu oldukları ülkeler de dahil olmak üzere en az 40 ülkenin gizli haberleşmesini dinlediğini açıklamışlardı ancak Brady’nin olayı resmi olarak kabul etmesi çok daha büyük bir gelişmedir. Bu şeffaflık modasının öyle bir boku çıkarıldı ki NSA’nın kendi sitesinde açıkça sinyal istihbaratı yapıldığı ve bu verilerin hangi amaçlarla kullanıldığı inciğine cinciğine kadar tüm ayrıntılarıyla açıklanıyor.

Yuh be kardeşim! Hani arsızlık tepki görmediği müddetçe sürekli olarak artar ya bunlarınki de o hesap.

Şimdi olayı yine başka bir boyuta taşıyacağım; İnternetin ve akıllı telefonların bu denli yaygınlaştırılması da bu planın bir parçası olabilir mi? Neden olmasın ki.

Bir kişinin facebook profilinden pek ala o kişi hakkında istihbarati bilgi edinilebilir, hem de malum sazan bu bilgileri kendi eliyle teslim etmiştir.  

Bugün akıllı telefonların bazılarının tuş kilidi(gerçi telefonda tuş da yok ya neyse) parmak iziyle açılıyor. Yahu parmak izi kadar kişisel bir bilgi olabilir mi? Ama sen parmak izini zaten ehliyet alırken emniyet genel müdürlüğüne vermiştin. Ha bir eksik ha bir fazla…

Çipli kimlikler geliyor lan. Adım adım izleneceksin, attığın her adım takip edilecek. Çipli kimlik hakikaten büyük kolaylık! Ama kimin için?

Şimdi sizlere yaşadığım bir olayı anlatayım;

Geçtiğimiz günlerde akıllı telefonların bizi dinlediğine dair bir BBC haberini[6] tweet attım. Daha sonra da arkadaşıma Whatsapp üzerinden ‘’son attığım tweet’deki habere bak’’ diye mesaj attım, bu esnada şarjım %9 ve ben o mesajı atar atmaz telefonum kapandı. Ki normal şartlar altında %1’e kadar kullanabiliyorum telefonumu. Ben açıkçası bu olayın ne kalibrasyon bozukluğundan ne de bir batarya probleminden kaynaklandığını düşünmüyorum takdir haklarını size bırakıyorum zira aklıma geldikçe sinirleniyorum.

Ya ahali galiba ben 3310’a falan döneceğim.

2012 yılında CHP Uşak milletvekili Dilek Akagün Yılmaz’ın ‘’Facebook CIA ve FBI ile işbirliği yapıyor’’ deyip meclise konuyla ilgili soru önergesi verdiğini biliyor muydunuz?

Peki, aynı Facebook’un ortaklarına bi’ göz atalım mı?
  • ·         Mark Zuckerberg
  • ·         James Breyer
  • ·         Dustin Maskowitz
  • ·         Eduardo Savern
  • ·         Peter Thiel
  • ·         Bill Gates
  • ·         Jeff Rothschild
  • ·         Matt Cohler
  • ·         Reid Hoffman
  • ·         Sherly Sanberg

Bu son saydığım üçü ayrılmış ve Bill Gates hariç hepsi Yahudi’dir.[7]

Daha önce hiç CTY(Center for Talented Youth) diye bir şey duydunuz mu?

John Hepkins University ve CIA iştirakiyle oluşturulmuş bir programdır. Gelecek vaat eden gençleri yaz kamplarına alır. Şimdi dananın kuyruğunun koptuğu yere geliyorum, kamptan geçmiş başlıca isimler; Mark Zuckerberg, Sergey Brin(Google kurucularından) ve Lady Gaga.[8]

E yuh!

+ Peki sizce Facebook CIA ve FBI ile işbirliği yapıyor mu?
- Yöö
+ Gök kuşağının bittiği yere gel, orada olacağım.

Günümüz istihbarat bilgileri bir sürü başıboş savruk bilgiden ibarettir. Okumasını bilirsen haber kaynaklarının hepsi elinin altında, gazeteler, kitaplar, internet siteleri… Hepsi elinin altında.

Lütfen oku.

Hadi selametle…





-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


[2] Ali Çimen – ‘’ECHELON – İstihbarat Dünyasının Perde Arkası’’ Timaş yayınları, 3. Baskı, İstanbul, Şubat 2003
[3] age
[5] İlkin Mekhrabov, Echelon Sistemi, ODTÜ Biltek Dergisi, Ocak 2000
[7] Ramazan Kurtoğlu, ‘’Para Oyunu ve Psiko-Siber Savaş’’, Asi Kitap 3. Baskı, Ocak 2016, İstanbul
[8] age
- Teröristleri Duyamayan Dev Kulak: Echelon, Raşit Gültekin, TÜBİTAK Bilim- Teknik dergisi, Ekim 2001
- İnternet Suçları ve Mahremiyet, M. Niyazi Tanılır, Liberte Yay. 2002

23 Ekim 2016 Pazar

Kahraman Siyonistler Gelibolu'da!

Selam ahali, öncelikle bir bilgilendirme yapmak istiyorum. Artarda uzun araştırma yazılarından sonra bir süre bu kadar kallavi çalışmalara ara vermeyi düşünüyorum. Şimdilik tıpkı bu yazı gibi kısa, tadımlık konularla uğraşacağım ama bunu yaparken de sürekliliği yakalamayı hedefliyorum. Yazı yayınlama periyotlarını kısaltacağım yani. 

Şimdi başlayabiliriz;

‘’Oha lan o nasıl başlık?’’ diyerek yazıyı okumaya başlayanları daha fazla merak içinde bırakmadan şunu söylemek istiyorum ki bu başlık bana ait değil. Orijinal New York Times manşetidir.[1]

Şöyle ki;






Peki böyle bir başlığı neye istinaden atmışlardı? İşte bu yazının konusu bu olacak ahali.

Daha önce hiç ‘’Yahudi Katır Bölüğü’’ diye bir şey duydunuz mu?

‘’Yahudi Katır Bölüğü’’ ABD bandıralı gemilerin Rusya’dan Mısır’a taşıdığı Yahudilerden oluşan 562 kişilik bir taburdur. İrlandalı John Henry Patterson tarafından komuta edilen bu birlik 23 Mart 1915’de İngiliz ordusu himayesinde kurulmuştur.

17 Nisan 1915’de ise Anglo-Egyptian ve Hymettus isimli gemilerle yola çıkıp 25 Nisan 1915’de Osmanlı’ya karşı savaşmak üzere Çanakkale’ye Gelibolu’ya varırlar. İngiliz ordusu bünyesinde kurulduğunu söylemiştim, Çanakkale’de de İngiliz 29. Tümende görev almışlardır. Ancak İngiliz ordusunda yer almalarına rağmen yakalarına sarı renkli bir Davut yıldızı iliştirilmiştir.[2] Yani Yahudilerden oluşan bir birlik olduklarını yedi düvele duyurma niyetindelerdi. Zaten New York Times haberi de bu bağlamda yapılmış bir şeydi. 

Peki neden?

Çünkü bu birlik M.S 70’de Roma İmparatorluğu’na karşı savaşan askerlerden sonra kurulmuş ilk Yahudi ordusudur.[3] Burada derin bir kahpelik yatmaktadır ahali. Önce Roma imparatorluğu sonra Osmanlı…

Bildiğiniz üzere ‘’Yeni Dünya Düzeni’’ denen olgu için önce imparatorlukların ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bunun için 20. YY’da apar topar hepsini ortadan kaldırdılar; Osmanlı, Avusturya-Macaristan…

Ülkeler parçalandıkça parçalandı, yeri geldi iki karış toprağa ülke dedik. Balkanlar ve Ortadoğu paramparça edildi. Yugoslavya ve Çekoslovakya örneklerinde olduğu gibi en küçük birleşmeye dahi izin verilmedi. Hatta Yugoslavya öyle bir dağıldı ki; Slovenya, Hırvatistan, Makedonya, Bosna-Hersek ve Sırbistan-Karadağ olmak üzere tam 5 yeni ülke ile tanıştık. Peki bu iş burada bitti mi? Elbette ki hayır. Sırbistan bir daha bölündü Karadağ ayrıldı, 2006’dan beri Karadağ isimli bir ülke daha var sonrasında ise 2008’de Kosova bağımsızlığını ilan etti ve buradan iddia ediyorum ki Sırbistan yine bölünecek ‘’Voyvodina’’ ismine şimdiden alışmanızı tavsiye ederim, bir sonraki ayakta Voyvodina Sırbistan’dan kopacaktır.

Neyse, Balkanlar ve ayrılıkçı hareketler çok uzun bir konu, şayet şu an oraya girersek çıkamayız.

Ne diyorduk? Hah ‘’Yeni Dünya Düzeni’’ Bu ‘’Yahudi Katır Bölüğü’’nün Çanakkale’de savaşmış olması tamamen sembolik bir icraattır.  

Şimdi olayı farklı bir boyuta taşıyacağım. Bu malum orduda görev yapmış iki kişiden bahsedeceğim;

  • David Ben Gurion
  • Yitzhak Ben Zwi[4]

David Ben Gurion’u zaten tanıyor olduğunuzu var sayıyorum; İsrail’in kurucu Başbakanı. Yitzhak Ben Zwi ise 16 Aralık 1952 – 21 Mayıs 1963 tarihleri arasında 3 dönem İsrail Cumhurbaşkanlığı yapmıştır, yani İsrail’in ikinci Cumhurbaşkanıdır kendisi.

Hadi diyelim ki; M.S 70 yılında Roma’ya karşı savaşan ordudan beri kurulan ilk Yahudi ordusunun Osmanlı’nın karşısına çıkarılıyor olması tesadüf, ki arada 1845 yıl var! İnsan 3-5 yıl görmediği arkadaşıyla bile aradan geçen zamandan sonra ilk buluşmasında özel bir şey yapmak ister, adamlar 1845 sene sonra ilk defa ordu kuruyor ve bu insanlar sıradan insanlar değiller; Yahudiler ve üzerine bir de Siyonistler…

Mutlak suretle sembolik bir olay olmalıydı. İşte bu olay Osmanlı’ya karşı savaşmaları işte, imparatorlukları yıkıp ‘’Yeni Dünya Düzeni’’ne geçmek. Avusturya-Macaristan Hanedanlığı gibi Osmanoğulları gibi hanedanlıkları yıkıp yerlerine demokrasiler içerisinde hüküm süren hanedanlıkları getirdiler; Rothschild, Rockefeller, Warburg vs. gibi hanedanlıklar. Yani bu işin tesadüf olma ihtimali yok arkadaşım ama senin gönlün olsun, hadi diyelim ki tesadüf; ulan bu ordudan bir tane Başbakan bir de Cumhurbaşkanı çıkmış bu da mı tesadüf? Bu kadar tesadüf ancak Türk filmlerinde olur.

Yetmedi mi? Son kez bir daha Çanakkale’ye dönelim o zaman;

Osmanlı birliklerini komuta eden Alman General Otto Liman Von Sanders’in babası Yahudi’dir.[5] Ayrıca kendisinin ABD’de bankacılık faaliyetleri gerçekleştiren Alman Yahudi’si Lehman hanedanlığı ile de kan bağı olduğu söylenmektedir.[6] Hani şu meşhur Lehman Brothers var ya lan o işte.

Tabi bunlar hep tesadüf(!)

Ya bakın devletler üstü güçlerin bu şekilde aklın mantığın sınırlarını zorlayan paradoksal bağlantılarla insanları aptal yerine koyarak meydanda at koşturmaları benim zoruma gidiyor açıkçası.

Şu an için elimden gelen tek şey ise tarihi didik didik edip araştırarak bu kanlı ellerin ipliğini pazara dökmektir. Yaptıkları hiçbir gizli anlaşma, kirli pazarlık gizli kalmayacak, yayınevlerine, medyaya, internete uygulanan tüm sansürlere rağmen gerçeklerin peşinde olan herkesin bu bilgilere ulaşması için çalışıyorum ve çalışmaya devam edeceğim.

Ahkam kesme faslını daha fazla uzatmadan yazıyı yavaştan bitiriyorum. Sizlerden ricam ise; lütfen bol bol okuyun ve araştırın. Bilincin karşısında hiçbir güç duramaz.

Son olarak Mustafa Kemal’in pek bilinmeyen bir sözü vardır onu nakletmek istiyorum;
‘’ Herkes ulusal görevini ve sorumluluğunu bilmeli, memleket meseleleri üzerinde o düşünceyle, düşünüp çalışmayı görev edinmelidir.’’

Bu adamın bu lafı boş yere söylediğini sanmıyorum yani öyle laf olsun diye söylenmiş bir söz değil bu. Tarihte araştırılması ve ortaya çıkarılması gereken çok şey var, Mustafa Kemal’in de bu sözü söylerken tam da buraya işaret etmiş olduğunu düşünüyorum. Bu noktada bizlerin yapması gereken şey gerçeklerin ardına düşmektir. 

Hadi selametle…


 ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


[2] John Henry Patterson, ''With Zionists In Gallipoli - Hutchinson and Co. London 1916

[3] age

[4] age

[5] Bernt Engelmann,"Germany without Jews"


[6] Ramazan Kurtoğlu - Psiko-Siber Savaş Para Oyunu

22 Ekim 2016 Cumartesi

Kur'an Neden İnanılmayı Hak Eder?

Selam ahali, daha önce ‘’İslam’ın Dejenere Edilmesi Spiritüalizm Tasavvuf ve Cemaatler’’ başlıklı yazımda insan yaşamının büyük bir çoğunluğuna din yön verir demiştim. Bu ifademin hala arkasındayım hatta bir adım öteye götürerek şunu söyleyebilirim ki; bir dine gerçekten iman eden insanın tüm yaşantısına din yön verir. Yani öyle ‘’ben inancımla günlük yaşantımı birbirine karıştırmıyorum’’ demek gibi bir seçeneğiniz yoktur.

Mesela günümüz toplum paradigmasının en büyük yanlışlarından biri de yalnızca kurum, kuruluş veya devlet gibi organizasyonların sahip olabileceği ‘’laik’’ sıfatının insan için de kullanılıyor olmasıdır. Bir dine inanıyor ve o dinin gerekliliklerini yerine getirmiyor, o dine göre yaşamıyorsan günahkar, münafık veya o din bu durumu nasıl isimlendiriyorsa osundur, bir dine mensup olmadan yaşamını idame ettiriyorsan haliyle yaşantına yansıtacağın gerekliliklerin de bulunmaz, bu durumda da ateist, deist ya da seküler olabilirsin yani insanın laiki olmaz. Ki kanımca kurum, kuruluş veya devlet gibi organizasyonların sahibi olabildiği ‘’laik’’ sıfatının insandaki karşılığı ‘’seküler’’ kelimesi olmalıdır. Bu kullanım böyle yapıldığı takdirde Türkiye Cumhuriyeti içinde herhangi bir dine mensup insanların rejim düşmanı gibi algılanmasının da önüne geçilerek yığınla gereksiz tartışmayı daha başlamadan bitirebiliriz.

Neyse, şimdi benim amacım kavram karmaşalarına son vermek ya da yenilerini ortaya çıkarmak değil ve özellikle de laikliğin tartışıldığı şu günlerde bu hassas konudan uzak durmakta fayda görüyorum. Anlatmak istediğim konudan hayli uzaklaşmaya başladığımı fark ettiğim için dümeni yavaşça Kur’an’a doğru kırayım.

Daha önceki yazılarımda hep Kur’an okumanın, anlayarak okumanın gerekliliğinden dem vurdum, alakalı, alakasız her yerde mutlaka Kur’an okuyun dedim, Hitler’in propagandacıları gibi hiç vazgeçmedim bu söylemimden ve yine söylüyorum şu kitabı lütfen okuyun. Kendiniz için okuyun. Çünkü Kur’an gerçekten çok acayip bir kitap ve okumalarım, araştırmalarım neticesinde kesinlikle inanılmayı hak eden bir kitap.

‘’Neden Müslümanım?’’

Bu soru bence her Müslümanın kendisine sorması gereken en önemli sorulardan biri hatta belki de en önemlisidir. Ne yani Liverpool’da doğsaydım Hıristiyan mı olacaktım? Ya da Mumbai de doğsaydım Hindu mu olacaktım? Çoğunluk ve ya toplumun değer algıları diye ifade edebileceğim kabuller hiçbir zaman bu denli önemli bir konuda ölçü olamaz. Zira insan doğası gereği hata yapmaya mahkumdur. Kur’an’da da bu minvalde birçok ayet vardır;

‘’Allah'ın nimetlerini çok iyi tanıdıkları halde onları inkar ederler. Onların çoğu kafirlerdir’’.[Nahl,83]
‘’Biz bu Kuran'da her türlü örneği verdik, ne var ki halkın çoğunluğu inkarda direniyor.’’[İsra,89]
‘’Kulak verirler; ancak çoğu yalancıdır.’’[Şuara,223]
‘’Andolsun, size hakkı getirdik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmayanlarsınız.’’[Zuhruf,78]
‘’… Zira onların çoğu akıl etmiyorlar.’’[Maide 103]
vs, vs…

Özetle Kur’an’da çoğunluğun bir ölçü olamayacağı gayet net bir şekilde ifade edilmiş. Notlarım arasında bu konuyla ilgili 20 ayet vardı 5 tanesini örnek teşkil etmesi amacıyla buraya koydum. Zaten anlayana sivrisinek saz derler…

Ben açıkçası Kur’an’dan dolayı Müslümanım. Bu yazımda da beni inanmaya ikna eden ve Kur’an’ı inanılmayı hak eder kılan bazı örnekleri paylaşacağım. Haa bu demek değildir ki burada bir ispat çabasına gireceğim, hiç inanmayan birine iki ayet okutup beş dakikada kelime-i şehadet getirteceğim. Bir kişinin inanası varsa inanır inanası yoksa zaten hiçbir şekilde onu inanmaya ikna edemezsin. Yukarıda Kur’an’ı inanılmayı hak eden bir kitap olarak tanımladım bu yazıdaki amacım da bu kitabı ‘’inanılmayı hak eder’’ konuma getiren örnekleri teşhir etmek olacak. Daha fazla laf kalabalığı yapmadan başlamak istiyorum. Ha bir de en sağlam ve Arapçadan Türkçeye çevirisi güzel yapılmış meal olarak Ali Bulaç ve Yaşar Nuri Öztürk’ün(evet ciddiyim) çalışmalarını gördüğüm için ayetleri sizlerle paylaşırken bu iki meali karşılaştırmalı olarak göreceksiniz. Zaten okurken de birkaç meali karşılaştırmalı olarak okumanızı tavsiye edebilirim.

Hani bir klişe vardır ya ‘’bizim mevcut bilim düzeyiyle yeni yeni keşfettiğimiz şeyleri Kur’an 1400 sene evvel haber veriyürdü’’ diye hah işte o lafın belli ölçüde gerçeklik payı vardır aslında. Kur’an bir bilim kitabı değildir derler, evet buna kesinlikle ben de katılıyorum Kur’an kesinlikle Planetary Report gibi elinize alıp okuyabileceğiniz bir bilim dergisi değildir ancak zaman zaman dönemini aşan bilgiler vererek ‘’inanılmayı hak eden bir kitap’’ olduğunu göstermiştir. Ateistlerin iddiasına göre –hatta niye sadece ateistler olsun ki Müslüman olmayan insanların hepsi için geçerli bu- Kur’an Muhammed peygamberin elinden çıkmıştır. Ben ise bu yazıda bu kitabın değil Muhammed peygamber o dönemde yaşamış herhangi bir insan evladının elinden çıkmış olamayacağını savunacağım.

Mesela Zariyat suresinin 47. Ayetinde evrenin genişlemekte olduğu ve Ahkaf 3. Ayette de evrenin başlangıcı ve sonu olduğu bilgisi verilmiştir.

Zariyat 47
Ali Bulaç meali; ‘’Göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz.’’
Yaşar Nuri Öztürk meali; ‘’Göğe gelince, onu biz ellerimizle kurduk. Hiç kuşkusuz, biz, genişleticileriz.’’

Ahkaf 3
Ali Bulaç meali; ‘’Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları ancak hak ve adı konulmuş bir ecel (belli bir süre) olarak yarattık. İnkâr edenler, uyarıldıkları şeyden yüz çeviren(kimseler)dir.’’
Yaşar Nuri Öztürk meali; ‘’Gökleri ve yeri ve ikisi arasındakileri hak olarak ve belirlenmiş bir süre için yarattık biz. Küfre batanlarsa uyarılmış oldukları şeyden yüz çevirmektedirler.’’

İnsanlık ise bu bilgiyi 1920’li yıllarda teyit ediyor.[1] İnsanlık için evren konusunda her daim iki mantıklı ihtimal olagelmiştir. Birincisi evrenin ezeli, sabit ve durağan olduğu ikincisi ise evrenin bir başının ve sonunun olduğu ve sabit olmadığı, sürekli genişlediğidir. Bu ‘’ihtimallerden’’ birini seçip de kutsi kaynak olacak bir kitaba eklemek büyük bir kumardır ve tutmuş bir iddiadır. Müslüman olmayanlara göre Muhammed peygamber burada başarılı bir kumara imza atmıştır, Müslümanlara göre ise Allah kitabı kendisinin gönderdiğini kanıtlamıştır.

Yine Zariyat suresinden devam edelim 49. Ayete geldiğimizde ise şöyle bir manzara ile karşılaşıyoruz;
               
Ali Bulaç; ‘’Ve Biz, her şeyi iki çift yarattık. Umulur ki, öğüt alıp-düşünürsünüz.’’
Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Her şeyden iki çift yarattık ki düşünüp anlayabilesiniz.’’

Şimdi burada aslında çok önemli bir ayrım var. Özellikle ateistlerin ‘’Kur’an’da mantık hataları var’’ derken en çok öne sürdüğü ayetlerden biri budur.

Eşeysiz üreyen, cinsiyeti bulunmayan canlılar da vardır diyerek bu ayette hata olduğunu öne sürerler genelde, ancak ben bu ayette bir cinsiyet ifadesi göremiyorum ahali. Her canlıdan iki çift yarattık gibi bir ifade olsaydı evet gerçekten burada bir hata olduğu kabul edilebilirdi ancak her şey denmiş yani aklınıza gelebilecek her şey. Daha geniş kapsamlı düşünmemiz istenmiş zaten ayetin sonunda da düşünmeye bir vurgu var. Burada aksine evrendeki ikili sistemlere ve karşıtlıklara bir atıf yapılmaktadır. Bu olayı atomların + ve – ile yüklenmelerine, bilgisayarların kullandığı 0’lı 1’li ikili sistemlere, gece-gündüz, iyi-kötü gibi karşıtlıklara falan götürebilirsiniz ama cinsiyete götüremezsiniz. Bu sadece onu orada görmek isteyen birinin başarabileceği bir şeydir. Bir metni anlamaya çalışırken esas almanız gereken ilk şey o metnin kendisidir. Ön yargılarınızdan sıyrılın.

Mikrofizik ve yüksek enerji fiziğinde kuark ve elektronlar arasında eşler halinde görünümler vardır. Up kuark - down kuarklar ve parçacık-antiparçacıklar arasında bazı belli oranlar gözlenmiştir ve bunlar ikili sistemdedir, çifttir. Tıpkı Zariyat 49’da belirtildiği gibi.
Örneğin;

Proton iki up kuark ve bir down kuarkın bir araya gelmesi ile oluşur.[2]






Nötron ise iki down kuark ve bir up kuartan meydana gelir.[3]





İnsanlık ise kuark ile 1968’de tanışıyor ve ardından çok yakın bir tarih olan 1995’de ancak son kuark olarak üst kuarkı keşfediyor.[4] Haa bu söylediğim şey üzerine baya bi’ düşünüldüğünde, ciddi manada kafa yorulduğunda kurulabilecek itiraz kabul edebilir bir bağdaştırma ancak kesinlikle cinsiyetten daha makul, daha mantıklı bir bağdaştırma. Zira bu ayette her şeyin iki cinsiyetten meydana geliyor olduğunu çıkarmak bunu ancak orada görmek isteyen birinin başarabileceği bir şeydir, hiçbir geçerliliği yoktur. Bu ve bu gibi yorumlarda art niyet ararım ben. Sıklıkla tekrar ettiğim bir söylemim vardır; bir metni değerlendirirken tek parametreniz o metnin kendisi olmalıdır. Aksi takdirde zaten var olan fikirleriniz, ön kabulleriniz şartlar ne olursa olsun değişmeyecektir ve sizi yanlış yönlendirecektir.

Yine bu konuya paralellik gösteren meselelerden devam etmek istiyorum. İlkokul bilgilerinizi hatırlayın; ‘’Güneş ısı ve ışık kaynağıdır, Ay ise sadece Güneşten aldığı ışığı yansıtır, Güneş de bir yıldızdır.’’ Kur’an’da bu olay Mülk, Saffat ve Nuh surelerinde kendine yer bulmuştur. Hemen ayetleri sıralamak gerekirse;

Mülk 5;
Ali Bulaç; ‘’Andolsun biz en yakın göğü kandillerle süsleyip donattık ve bunları, şeytanlar için taşlama birimleri kıldık. Onlar için çılgınca yanan ateşin azabını hazırladık.’’
Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Yemin olsun ki, biz en yakın göğü kandillerle süsledik ve onları şeytanlara ateş taneleri yaptık. O şeytanlar için çılgın ateş azabını da hazırladık.’’
Saffat 6;
Ali Bulaç; ‘’Şüphesiz biz dünya göğünü ‘çekici bir süsle’, yıldızlarla süsleyip donattık.
Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Biz o yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsleyip donattık.

Nuh 16;
Ali Bulaç; ‘’Ve ayı bunlar içinde bir nur kılmış, güneşi de aydınlatıcı ve yakıcı bir kandil yapmıştır.
Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Ve Ay’ı bunlar içinde bir nur yaptı ve Güneş’i bir kandil haline getirdi.’’
                              
Şimdi bu üç ayetten bir sentez yapalım. Unutmamak gerektir ki Kur’an bu gibi sentezlere müsait komplike bir kitaptır. Meselenin başlangıcının bir surede devamının diğer surede olduğu yüzlerce örnek vardır. Bu da bir anlatım tekniğidir esasında.

Tekrar konuya dönecek olursak bu üç ayette üç gök cisminden bahsedilmiş;
- Güneş
- Ay
- Yıldızlar

Bu üç gök cisminden Güneş ve yıldızlar için ortak sıfatlar olarak ısı ve ışık yaydıklarından bahsedilmiş ve hatta ‘’ateş’’ yakıştırması yapılmıştır. Ancak Ay’a gelecek olursak Ay’dan bahsedilirken ‘’nur’’ sıfatı uygun görülmüş, Nur Kur’an’da yansıtıcı özellikleri karşılayan bir sıfat olarak kullanılır. Normal şartlar altında gökyüzüne doğru bir bakış atan dönem insanından beklenecek bakış açısı gündüzleri dünyasını aydınlatan Güneş ile geceleri nispi bir aydınlanma sağlayan Ay arasında bir benzerlik kurması veya Ay ile yıldızlar arasında bir benzerlik kurması yönünde olmalıdır. Ancak o dönemde kimse kalkıp da Güneş ile yıldızlar arasında bir ilinti kuramaz kardeşim onu bi’ geçelim. Bunu iddia eden adama da sadece güler geçerim.
Sonuç olarak bu örneği göz önünde bulundurarak şunu söyleyebilirim ki bu üç ayeti o dönemde yaşamış olan hiçbir insan evladı bilerek, isteyerek, kasten ve kendi aklıyla iradesiyle yazmış olamaz. ‘’Attı tuttu’’ falan gibi argümanlar üretenler var böyle bir şeyin gerçekleşme ihtimali sahilde yürüyüş yaparken birden kafanıza 1974 model Chevrolet Camaro aküsü düşme ihtimali ile eş değerdir.

Bir başka gök cisminden daha bahsetmek istiyorum şimdi. Bu sefer neden bahsedildiğini söylemeden önce vereceğim ayetleri.
Tarık 1
Ali Bulaç; ‘’Göğe ve Tarık’a andolsun’’
Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Yemin olsun göğe ve Tarık’a; o,gece gelene/o tokmak gibi vurana/o, çıkıverip de yürek hoplatana.’’

Tarık 2;
Ali Bulaç; ‘’Tarık’ın ne olduğunu sana bildiren nedir?’’
Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Nereden bileceksin sen nedir Tarık?’’

Tarık 3;
Ali Bulaç; ‘’(Karanlığı) Delen yıldızdır.’’
Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Parlayan ışığıyla karanlığı delen yıldızdır o.

Burada bir parantez açmakta fayda var. Normal şartlar altında bu ayeti(Tarık 3) Arapça’dan kelimesi kelimesine çevirdiğinizde ‘’delen yıldız’’ gibi bir şey elde edersiniz. Ancak Ali Bulaç bir parantez açarak ‘’karanlığı’’ kelimesini eklemiştir, yorumdur mealde olmaması gereken bir şeydir anlamı tamamen kaydıran bir eklemedir. Yaşar Nuri ise zaten hızını alamayıp Allah ne verdiyse yardırmıştır.

E hani sen bu mealler sağlamdır demiştin?

Birçok noktada tatmin edici ve isabetli çeviriler ancak unutulmamalıdır ki insan yapımı olan her şeyde(çeviri) bir kusur mutlak suretle vardır ve kimse size %100 salt gerçeği vermez. Zaten işte tam da bu yüzden mealleri karşılaştırarak okuma taraftarıyım. Neyse tekrar konuya dönecek olursak;

Şimdi eğer çamaşır makinesi seyreden bir otistik değilseniz burada bahsedilen şeyin normal yıldızlardan daha farklı bir şey olduğunu anlarsınız. Zira 2. Ayette mevcut şartlar altında Tarık’ın ne olduğunun anlaşılmasının zor olacağı söyleniyor. Yani öyle çimlere uzanıp da yıldızları seyrederken görebileceğin bir şey değil. Farklı bir şey, değişik bir şey bu Tarık. Arapçası Tarık olan bu gök cismi Pulsardır. Pulsarların keşfi de yakın bir döneme tarihlenir.(1967)[5] Zaten Tarık kelimesinin Türkçe karşılığı da ‘’vurmak’’, ‘’çarpmak’’tır.

Pulsar, radyo dalgaları şeklinde düzenli vuruş ve akışlar yayan yıldızlardır. Milyonlarca senelik bir parlayıştan sonra nükleer yakıtını tüketen bir yıldız önce sarsılmaya, sönmeye ve çözülmeye başlar. Bu arada kütlesi de inanılmaz ölçülerde artar bir dizi safha daha geçirdikten sonra Pulsar halini alır. Pulsardaki maddenin bir santimetre küpü, ağırlık olarak yaklaşık 100 milyon ton gelecektir. Pulsardaki bir çay kaşığı maddeyi kaldırabilmek için, her biri 50 ton yük kaldıran dev vinçlerden iki milyon adet gerekecek veya bu maddeyi taşıyabilmek için de, dört milyondan fazla büyük kamyon lazım olacaktır.[6] Tabi tüm bunlar olurken malum madde gezegeni delip geçmezse.

Ha buradan Kur’an okuyarak Pulsarın keşfinin gerçekleştirilebileceğini elbette ki çıkaramayız ben de zaten böyle bir şey iddia etmiyorum. O işi genelde domatesin üzerinde Arapça Allah yazısı arayan facebook sayfaları yapıyor. Buradaki asıl mesele Kur’andaki izahatların bilimsel gelişmelere uyuyor olması, paralellik gösteriyor olmasıdır. Zaten daha önceden de belirttiğim üzere Kur’an bir bilim kitabı değildir. Önemli olan bu kitapta anlatılanların gerçek hayatta bir karşılığı olması ve bin küsur sene evvel olmasıdır.

Şimdi de biraz zamanın izafiliğinden bahsetmek istiyorum.

Malumunuz Einstein bu teoriyi 1905 yılında Annalen der Physik dergisinde ortaya atmıştır. Özetle bu olay zamanın, mekanın ve hareketin birbirlerinden bağımsız olmadığı, birbirlerine bağlı olduğu ve aralarında bir görelilik olduğudur.[7] [8]

Daha da basit anlatmak gerekirse zaman her koşulda aynı hızda geçmez. Yani evde yan gelip yatan bir adam ile uçakla seyahat eden birinin geçirdiği zaman aynı değildir. Ancak bu fark saniyenin bilmem kaçta biri gibi bir oranda olduğu için ‘’sürekli havada seyahat edip de genç kalayım’’ şeklinde bir düz mantık geçerli olmayacaktır tabi ki.

Peki bu olay Kur’an’da kendine nasıl yer bulmuş bir de ona bakalım. Bunun için toplam 8 ayeti incelememiz gerekecek.

Secde suresi 5. Ayet der ki;

Ali Bulaç; ‘’Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir.’’

Yaşar Nuri Öztürk; ‘’İş ve oluşu gökten yere doğru çekip çevirir; sonra o O’na yükselip çıkar. Bir günde ki, süresi sizin saymakta olduğunuz günlerden bin yıla denktir.

Şimdi burayı doğru yorumlamak gerekir gidip de ‘’Benim şimdi yediğim haltlar Allah’a bin yıl sonra mı ulaşacak’’ gibi düz mantıkla yaklaşırsan olmaz. Burada esas anlatılan şey olayları aktaran meleklerin(Cebrail gibi) çok yüksek hızlarda hareket ettikleri ve ciddi zaman farkları oluştuğudur. Ayrıca Allah’ın zamanın dışında olduğunun da bir izahı olarak kabul edilebilir bu ayet zira Allah bizim gibi zamanın içinde değil dışarıda olduğu için geçmişi, şimdiki zamanı ve geleceği bir bütün olarak dışarıdan gözlemleyebilmektedir. Tabi bu son söylediklerim benim yorumumdur, derinlemesine bir bakıştır ama ana hatlarıyla bu ayet zamanın izafiliğine güzel bir açıklamadır.

Mearic suresi 4. Ayet;

Ali Bulaç; ‘’Melekler ve Ruh(Cebrail) O’na süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir.

Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Melekler ve Ruh, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler O’na.’’

Burada yine meleklerin çok yüksek hızlarda hareket ettikleri ve zaman farklılıkları oluştuğu anlatılmış. Tekrar tekrar açıklamaya lüzum görmüyorum.

Devam edelim;

Hacc suresi 47. Ayet;

Ali Bulaç; ‘’Onlar senden, azabın çarçabuk getirilmesini istiyorlar; Allah, va’dine kesin olarak muhalefet etmez. Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.’’

Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Senden aceleyle azabı istiyorlar; Allah vaadine asla ters düşmez. Şu da bir gerçek ki Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduğunuzun bin yılı gibidir.

Şu an içinde bulunduğumuz evren ile ahiret evreni arasındaki ciddi zaman farkından bahsediliyor. Görüldüğü üzere oradaki bir gün ortalama bir insanın ömründen kat be kat fazla. Peki böyle bir durumda kulların bi’ afallaması gerekmez mi? İşte bu olay da bir sonraki ayetlerde açıklanmış.

Şöyle ki;

Yunus suresi 45. Ayet;

Ali Bulaç; ‘’Gündüzün bir saatinden başka sanki hiç ömür sürmemişler gibi onları bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar. Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar gerçekten hüsrana uğramışlardır. Onlar hidayete ermiş(kimseler) değildi.’’

Yaşar Nuri Öztürk; ‘’Onları huzuruna toplayacağı gün, gündüzün bir saatinden başka dünyada durmamış gibidirler; aralarında tanışırlar. Allah’a kavuşmayı yalanlayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar hüsrana uğramışlardır.’’

Ahkaf suresi 35. Ayet;

Ali Bulaç; ‘’Artık sen sabret; Resullerden azim sahiplerinin sabrttikleri gibi. Onlar için de acele etme. Onlar, tehdit edildikleri şeyi(azabı) gördükleri gün, sanki gündüzün yalnızca bir saati kadar yaşamış(olacak) lardır. (Bu) Bir tebliğdir. Artık fasık olan bir kavimden başkası yıkıma uğratılır mı?

(Artık YNÖ diye kısaltacağım, zaten üç isimli Cumhuriyet dönemi edebiyatçılarına da ayar olurdum)
YNÖ; ‘’Artık, resullerin azim sahibi olanlarının sabrettiği gibi sabret! O inkarcılar için acele etme! Tehdit edildikleri azabı gördükleri gün, gündüzün sadece bir saati kadar yaşamış gibi olurlar. Bir duyurudur bu. Sapmışlar topluluğundan başka kim helak edilir.

Müminun suresi 112-113-114. Ayetler;
Ali Bulaç; ‘’Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?’’
‘’Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor."
‘’Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz,"

YNÖ; ‘’Buyurur: "Yeryüzünde yıllar sayısıyla ne kadar kaldınız?"
‘’Derler: "Bir gün yahut günün bir kısmı kadar; sayanlara sor."
‘’Buyurdu: "Sadece birazcık kaldınız. Keşke biliyor olsaydınız."

İşte o bahsettiğim afallama bölümü geldi. Allah kullarına ‘’yeryüzünde ne kadar kaldınız?’’ diye sorduğunda dünya ile ahiret arasındaki zaman farklılığından ötürü herkesin şirazesi kayıyor ve takriben 60-70 yıllık ömrünü ‘’günün bir kısmı’’ şeklinde tanımlıyor. Allah ise yine her şeyin farkında ve her şeye kadir, böyle bir zamansal kayma yaşamıyor zira zamanın dışında, zamandan münezzeh. Bu da zamanın da bir yaratık olduğu anlamına gelir ve o meşhur ‘’her şeyi Allah yarattıysa Allah’ı ne yarattı?’’ sorusunu da boşa çıkarır zira zamanın Allah’a bir üstünlüğü yok aksine tersi bir durum var.

Ancak Müminun suresinin 113. Ayetini dikkatli okuyanlar şunu da fark edeceklerdir ki kulların bir kısmı ‘’yeryüzünde ne kadar kaldınız?’’ sorusuna ‘’bir gün’’ diye cevap verirken bir kısmı ise ‘’günün birazı, gündüzün bir saati kadar’’ şeklinde cevaplar vermektedir. Böyle bir şey olabilir mi bu ne demektir? Bu durumda ayete göre bazı insanlar 1000 sene yaşamış oluyor. Diğer kısmı ise günümüz insanının ortalama ömrü kadar.

Ben burada pası Ankebut suresi(ki Kur’an’daki en ilginç surelerden biridir, ona da değineceğim.) 14. Ayete atacağım;

Ali Bulaç; ‘’Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak) gönderdik, içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı. Sonunda onlar zulme devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.’’

YNÖ; ‘’Yemin olsun, biz Nûh'u toplumuna gönderdik de o, onların arasında bin yıldan elli yıl eksik kaldı. Sonunda onları tufan yakaladı. Çünkü zalimlerdi onlar.’’

Ayete göre Nuh Peygamber 950 yıl yaşamış. Şimdi bir düşünün siz maksimum 100 sene yaşayabiliyorken bir adam 950 sene yaşıyor bu durumda onun peygamberliğini kabul etmeme şansınız olabilir mi? Elbette ki hayır bu durumda demek oluyor ki; o dönem insanları hakikaten 950-1000 sene falan yaşıyordu.

Peki biz bu sonuca nasıl ulaştık?
Müminun 113 ile Ankebut 14’ü sentez ederek.
Kur’an gerçekten muhteşem bir kitap ve kesinlikle inanılmayı hak eden bir kitap.

Ankebut suresi çok ilginç bir sure demiştim oradan devam edelim;

Bildiğiniz üzere Kur’an ayetleri Müslümanlar tarafından genelde iki gruba ayrılır;
Muhkem ve müteşabih ayetler.
Muhkem’i net, kolay anlaşılır, müteşabihi ise mecaz veya dolaylı, anlaşılması zor olan gibi düşünebilirsiniz.

Ankebut suresinin şimdi göz gezdireceğimiz ayetleri de anlaşılması biraz zor, anlaşılması için yanında ekstra bilgi gerektiren ayetlerdir.

Ankebut suresi 41 ve 43. Ayetler;

Ali Bulaç; ‘’Allah'ın dışında başka veliler edinenlerin örneği, kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi.’’
‘’İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara akıl erdirmez.’’

YNÖ; ‘’Allah'ın berisinden veliler edinenlerin durumu, bir ev edinen dişi örümceğin durumuna benzer. Ve evlerin en güvensizi elbette ki dişi örümceğin evidir. Keşke bilselerdi!’’
‘’Bunlar bizim, insanlara vermekte olduğumuz örneklerdir ki ilim sahiplerinden başkası onlara akıl erdiremez.’’

Öncelikle burada şunu belirtmek istiyorum ki Ali Bulaç burada falso bir çeviri yapmıştır. Doğru çeviri Yaşar Nuri’ninki gibi olmalıdır. Nedir bu kritik hatalar;

Sen şimdi burada ‘’dişi örümcek’’ vurgusunu kaçırıp direkt ‘’örümcek’’ dersen bu ayeti anlamayı hayli zorlaştırır hatta imkansız hale getirirsin ikincisi evleri nitelerken seçilen sıfat güvensiz yerine zayıf dersen anlamı yine kaydırmış olursun üçüncüsü ise ‘’ilim sahipleri’’ yerine ‘’alim’’ kelimesinin kullanılması bu da yine anlamayı zorlaştıran bir ayrıntıdır zira burada sahip olunması gereken ilim biyolojidir ancak ‘’alim’’ dendiği zaman kaçınızın aklına biyolog gelir? İşte al sana mealleri karşılaştırarak okumanın faydaları.

Ayeti analiz etmeden önce bir bilgi vermek istiyorum;
Karadul örümceğinin dişisi çiftleşmeden sonra erkeğini yer[9], harbi yer lan, doğru okudun.  
‘’Evlerin en güvensizi’’ olarak ‘’dişi örümceğin evi’’nin gösterilmesi işte bu yüzdendir. ‘’ilim sahiplerinden başkası onlara akıl erdiremez.’’ Denmesinin sebebi de işte budur. Yani sen bu bilgiyi bilmeseydin hayatta anlayamazdın buradaki benzetmeyi.

Bir de gördüğünüz üzere Allah yeri geldiğinde ‘’bunu anlayabilmen için ekstra bir şeyler bilmen lazım, bak burada böyle bir şey yaptım’’ diye sana ipucu veriyor ancak buna rağmen hala baskın zihniyet ‘’biz Kur’an’ı anlayamayız’’ deyip durmaktadır. Lan zaten gerekli yerlerde uyarılar var sen daha niye insanların güzelim kitabı okumalarına engel oluyorsun ki? Ben bu noktadan sonra art niyet ararım işte. Ya açıkçası bu konuda da çok doluyum, söyleyecek çok şeyim var ancak bu yazının konusu o değil ‘’başka bahara’’ deyip kısa kesiyorum.

Şimdi tekrar Müminun suresine bir geri dönüş yapacağız. Konu embriyonun oluşum sırası olacak.

Müminun suresi 13. Ve 14. Ayetler;

Ali Bulaç; ‘’Sonra onu bir su damlası olarak, savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik.’’
‘’Sonra o su damlasını bir alak (embriyo) olarak yarattık; ardından o alak'ı (hücre topluluğu) bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah, ne yücedir.’’


YNÖ; ‘’Sonra onu çok dayanaklı bir karargâhta bir damlacık yaptık.’’
‘’Sonra o damlacığı bir embriyo halinde yarattık, sonra o embriyoyu bir et parçası halinde yarattık, sonra o et parçasını bir kemik halinde yarattık ve nihayet o kemiğe de bir et giydirdik. Sonra onu bir başka yaratılışta yeniden kurduk. Yaratıcıların en güzeli Allah'ın kudret ve sanatı ne yücedir!’’

Eee yani?

Yanisi şu ki Kur’an’ın yaptığı sıralama; et>kemik>et şeklindedir ve bunu aynen bu şekilde bu kadar net ve günümüzde elde edilmiş olanla aynı olarak açıklayan ne başka bir kutsal kitap ne de o dönem yazılmış başka bir kaynak vardır. Kur’an bu anlamda tektir ve tekrardan muhteşemdir, benim nazarımda kesinlikle inanılmayı hak eden bir kitaptır.

Peki din oluşturma ve insanları buna inandırma gayesinde olan bir adamın asla yapmayacağı, yapmaması gereken şey nedir?

Kehanet. Özellikle de yakın tarihli olanları.

Kur’an’da buna bir örnek var mı?

Tebbet suresine gideceğiz. Tebbet suresi sadece 5 ayetten oluşmaktadır, Ebu Leheb için Ebu Leheb yaşarken inmiştir ve şöyle denmektedir;

Ali Bulaç; ‘’Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu ya.’’
‘’Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı.’’
‘’Alevi olan bir ateşe girecektir.’’
‘’Eşi de; odun hamalı (ve)’’
‘’Boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak.’’


YNÖ; ‘’Elleri kurusun Ebru Leheb'in; zaten kurudu ya!’’
‘’Ne malı kurtardı onu ne de kazandığı.’’
‘’Alevli bir ateşe yaslanacaktır o;’’
‘’Karısı da, odun hamalı olarak.’’
‘’Gerdanında bir ip olacaktır onun, en sağlam fitillisinden...’’

Şimdi sizlerden öncelikle o dönemin konjonktürünü bi’ düşünmenizi isteyeceğim. Bir tarafta Muhammed Peygamber elinde yeni bir din var insanları inandırmaya uğraşıyor, karşısında da en büyük muhaliflerden Ebu Leheb. Böyle bir durumda bu şekilde sözlere yer verir misin kitabında? Ben hayatta böyle bir topa girmezdim açıkçası. Ne demek lan Ebu Leheb cehennemin dibine gidecek, ya o adam tövbe etseydi ya da tövbe etmesine de gerek yok Sabetay Sevi gibi tamam inandım dese ben de Müslümanım dese ne olacaktı?

Bütün sistem çöpe gidecekti!

Sizce Muhammed Peygamber ya da bir başkası bunu göze alabilir miydi? Böyle bir kumar oynanır mı? Ya da bu benim söylediklerim Ebu Leheb’in aklına gelmemiş midir?

Mümkün değil.

İşte bu durum kitabın bir insan evladının elinden çıkmadığının Allah’tan geldiğinin bir diğer kanıtıdır mesela. Bu durumda Kur’an sonuna kadar inanılmayı hak eden bir kitaptır benim için.

Kur’an’dan bir kehanet daha göstermek istiyorum. Rum suresinin ilk beş ayetine göz gezdireceğiz.

Rum suresi 2-5. Ayetler;

Ali Bulaç; ‘’Rum (orduları) yenilgiye uğradı.’’
‘’Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir.’’
‘’Birkaç yıl içinde. Bundan önce de, sonra da emir Allah'ındır. Ve o gün mü'minler sevineceklerdir.’’
‘’Allah'ın yardımıyla. O, dilediğine yardım eder. O, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.’’


YNÖ;  ‘’Yenilgiye uğratıldı Rûm.’’
‘’Yeryüzünün en yakın/en alçak bir yerinde. Ama onlar yengilerinin ardından galip duruma geçecekler,’’
‘’Birkaç yıl içinde. İş/oluş/hüküm, önünde de sonunda da Allah'ındır. Onların galibiyet gününde müminler ferahlayacaklar,’’
‘’Allah'ın yardımıyla. Dilediğine yardım eder O! Azîz'dir, Rahîm'dir O.’’

Rum, Anadolu için kullanılan bir tanımlamadır. Peki o dönem Anadolu’da kimler var?

Doğu Roma imparatorluğu ya da alışık olduğumuz şekliyle söylemek gerekirse; Bizans. Malum dönemde Anadolu’da devrin iki süper gücü Doğu Roma ve Persler kapışıyor. 400 yıl süren bir savaşlar dizisi söz konusu.[10] Bu sure ise 615 yılında inmiştir ve savaşın 602-628 yılları arasındaki dönemini konu ediniyor.[11] İlk ayette ‘’Rumlar yenildi’’ kısmı Sasanilerin 613 yılından başlayarak 615 yılına kadar İran’dan başlayarak Mısır’a kadar olan toprakları Bizans’ın elinden alması ve 614’te de Kudüs’ü işgal etmesini[12] kastetmektedir. Bu dönemde Bizans yani Doğu Roma fena dayak yiyor Perslerden. Yani o dönem için Bizans’ın toparlanıp Persleri yeneceğini söylemek akla mantığa sığacak bir şey değildir. Bu şu an benim Filistin’in yakın bir zamanda Siyonizm’i bitireceğini söylememle eş değer bir şeydir, Euroleague’de Galatasaray’ın şampiyonluk oranı gibidir, kimsenin ihtimal dahi vermeyeceği bir şeydir. Zaten bu ayeti duyan müşriklerin de Müslümanlarla hayli alay ettikleri rivayet edilir.

Nitekim 622’de Kapadokya yakınlarında Heraklius’un orduları Sasanileri kıstırır[13] ve savaşın akışı 180 derece değişir. En nihayetinde Rum suresindeki kehanet gerçekleşmiş olur.
Bakın bu da yine bir insan evladının cesaret edip de oynayabileceği bir kumar değildir. Hiç şüphesiz bu kitap Allah kelamıdır ve mutlak suretle inanılmayı hak eden bir kitaptır.

Ahir kelam, durum bundan ibarettir ahali. Bir değil bir sürü örnekle durumu açıklamaya çalıştım ve inanın bana Kur’an’da bundan çok çok daha fazlası var. Ön yargılarınızı bir kenara koymayı başarabilip de şu kitabı okuyan bir insanın başka herhangi bir kitaba ya da ateizme prim verme ihtimali çok düşüktür. Tamamen yoktur diyemiyorum zira Ebu Leheb gibi bir örnek var lan karşımızda.

Yavaştan yazıyı bitirirken şunları söylemek istiyorum. İnsanın dini tercihi Ebu bilmem kimlerin, Cübbeli x’lerin, şeyh zamazingo hazretlerinin, hocaefendilerin yorumlarına bırakılamayacak kadar önemlidir. Aynı şekilde Burcuların Berkecanların sana olan bakışının ne olacağından da önemlidir. Bu ülkedeki en büyük put ‘’el alem ne der?’’ putudur. Bu o kadar etkilidir ki dindarın da dinsizin de tamah ettiği bir saçmalıktır ve evet en nihayetinde saçmalıktır. İnsan kimseye prim vermeden gerçeklerin peşinde olmalıdır, işine gelse de gelmese de…

Son olarak olum şu kitabı ne olur okuyun lan,


Hadi selametle… 


-------------------------------------------------------------------------------------------------


[3] Age